MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXCI

“Ey Tebrizli Hakk güneşi! Sen aramıza gelirsin, seni görmezler. Çünkü sen, can gibi gelirsin, seher rüzgârı gibi renksiz esersin.” Mevlâna

2455. Firavun yine kendi kendine “Ne şaşılacak şey! Ben bütün gece ‘Ey Rabbimiz’ diye yalvarmıyor muyum?

Yalnızken mütevâzı bir hâle geliyor, düzeliyorum. Neden Musa’ya karşı böyle oluyorum?”

Kalp altının rengi hâlis altından on derece daha parlak olsa ateşe karşı nasıl yüzü kara bir hâle gelir!

Kalbim de kalıbım da onun hükmünde değil mi? Bir zaman beni iç hâline kor, bir zaman kabuk hâline.

Bir zaman beni ay hâline kor, bir zaman karartır. Tanrı’nın işi, bundan başka nedir ki?

2460. Ekin ol der, beni yeşertir… Çirkinleş der, sarartır.

Varlığı emriyle yaratan Tanrı’nın çevgânları önünde mekân âleminde de koşup duruyoruz. Lâmekân âleminde de.

Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Musa, öbür Musa ile savaşa düştü.

Renksizlik âlemine ulaşırsan Musa ile Firavun’un karıştığı âleme erişirsin.

Bu nükte hatırına renk, nasıl olur da kıyl ü kâlden kurtulur?

2465. Şaşılacak şey… Bu renk, renksizlik âleminden zuhûra geldiği hâlde, renksizlikle nasıl savaşa girişir?

Yağın aslı sudandır, ve su ile artar. Sonunda nasıl olur da suya zıd olur?

Mâdemki yağı su ile yoğurdular; yağ sudan oldu; su ile yağ neden birbirine zıd oldu?

Gül dikenden meydana gelmiştir, diken de gülden… böyle olduğu hâlde niçin savaşa, maceralara düşmüşlerdi?.. gibi bir sual hatıra gelirse, bil ki bu,

Ya hakîkatte savaş değildir, bir hikmet içindir, eşek satanların kavgaları gibi bir hiledir. Bir sanattır.

2470. Yahut ne savaş, ne hikmet… Hayretten ibârettir. Bu, vîrâneliktir, içinde define aramak gerek.

Kur’ân-ı Kerîm’de, Nahl suresinin, 40. âyetinde, “Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman sözümüz sadece, ona, “Ol” dememizdir. O da hemen oluverir” diye buyrulur.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, “Tevhidde, isteyenle istenilenin sıfatlarını ayrı gören kimse, ne isteyen olmuştur, ne de istenilen” der ve şöyle devam eder: “Allah’ı kim tanır?.. İnkârdan kurtulan kimse. İnkârdan kim kurtulmuştur?.. Elest meclisinde, Hakk’a karşı ruh zerrelerinin ‘Evet, Rabbimizsin’ cevabının özünü gören âşık… İşte o âşıktır ki, Bayezid-i Bistâmî’nin, ‘Cübbemin içinde Allah’tan başka birşey yoktur’ sözünün remizlerini anladı da o cübbeyi binlerce defa kuba, yâni mâbed-i huda gördü… O âşıkın gözünün önünde, iki cihan, sanki horozun önünde, bir buğday tanesi mesâbesinde kaldı. İşte, Kibriyâ’yı gören gözün temiz bakışı böyle olur.”

Fakat, ‘Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Musa, öbür Musa ile savaşa düştü.’

Zîrâ Sâmirî, Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulduğu üzere, Hazreti Cibrîl’in atının bastığı mahalden bir avuç toprak alıp bir buzağı heykeli yapar ve Musa’nın cemaatini bu puta taptırır. 

Bu mânâya işâreten bir ârif şu beyiti söyler: “O Musa’yı ki Cibrîl terbiye etti, kâfirdir; ve o Musa’yı ki Firavun terbiye etti, mürseldir.”

“İnsanlar birbirlerine benzemedikleri gibi, akıllar da birbirlerine benzemezler” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve elbiselerdeki renklerden misâl vererek şöyle buyurur: “Elbiselerde ne kadar çok renkler vardır. Hattâ birbirinin aynı olan iki elbisenin kumaşları, aynı boya kazanından çıksa bile, güneşte kuruyanla gölgede kuruyan arasında fark vardır. Ama onları ateşte yakarsak, hepsinin rengi bir olur. Kül rengi. Bunu da ancak aşk yapar ve akıllarımızı ateşinde yakarak renklerini bir eder. İki yüz çeşit renge boyanmaktansa renksizlik daha iyi. Renk bulut gibidir. Renksizlikse güneş. Bulutta bir parlaklık ve ziyâ görürsen bil ki, güneştendir.”

Yine mürşidim Hasan Dede’nin anlattığı bir menkîbede Hazreti Salih’in bir boya küpü vardır; şöyledir menkîbe;

Hazreti Salih’in bir küpü vardı. O küp ile halkın kumaşlarına renk verirdi. Halk, ona renklendirmesi için gömlek olsun, pantolon olsun, çeşitli elbiselerle gelirlerdi. Renklerin isimlerini de bilmedikleri için, istedikleri renge sahip ya bir çiçek, ya bir eşya parçasını da beraberlerinde getirirlerdi. Hazreti Salih, herkesin kumaşlarını küpe atar ve istedikleri renkte çıkarırdı. 

Bir gün meraklı biri sordu: “Yâ Salih, senin bu küpünde boyalar hiç birbirlerine karışmıyor mu?” 

Hazreti Salih, onu şöyle yanıtladı: “Benim küpümün rengi tektir, sizler renk istiyorsunuz, ben de sizleri istediğiniz renklere boyuyorum.”

Zeytin yağının aslı zeytin ağacıdır; yâni “Her şeyin hayatı sudandır.” (Enbiyâ, 30)

İşte ne güzel seslenir Yüce Pîr Mevlâna…

“Subhu sâdıkı, subhu kâzipten, şarabın rengini kadehin renginden ayırdet ki, bu sabır ve sebâtla şu yedi renkli zâhirî gözden başka bir göz elde edersin. O gözle bu renklerden başka renkler, taşlar yerine mücevherler görürsün. Hattâ gevher nedir ki? Sen, kendin bir deniz olur, göklerde seyreden bir güneş kesilirsin. İş sahibi, iş yurdunda gizlidir. Yürü, onu ancak iş yurdunda apaçık görürsün.”

Kasîde:

“Benim yolumda, yüzlerce nefsanî pusu var! Ama, benim de en ince şeyleri gören yüzlerce akıl gözüm var! 

Yüzümde yüzlerce secde izleri var! Onlar, varlığını gönlümde hissettiğim daima benimle beraber olan padişahımın izleri. 

Dünyada da gizli olan en değerli, paha biçilmez bir define benim canımda, gönlümde gömülüdür. 

Benim Cebrâil-i Emîn’den de gizli bir Cebrâil’im var! 

Devlet, zenginlik atını kesmem gerekir. Çünkü ben, aşk atına eğer vurdum, binmek üzereyim. 

Aşktan asla vazgeçmem, ayağımı diremişim. Benim demirden ayaklarım var!

İçimde mânevî bağlar, bahçeler, yaseminler var! O yüzden nefsimden sevgilimin kokusu geliyor. 

Öyle mutluyum ki, neşeden ayaklarım yerden kesilmiş. Çünkü, benim mekânsızlık âleminden yerim var! 

Haydi yürü, Tebriz şehrine git! Bu hâllerin açıklanmasını Şemseddin’den iste! Çünkü bütün bu hâllere beni Şemseddin ulaştırdı.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXC

Zehirle panzehir, zulmetle nur nasıl Tanrı dileğine müsahhârsa Musa ve Firavun da Tanrı dileğine müsahhârdır. Firavun’un, şerefine halel gelmemesi için Tanrı’ya yalnızca münâcâtı.

Musa’nın da mânâ cihetinden bir yolu vardır, Firavun’un da. Fakat zâhiren Musa yolludur, Firavun yolsuz.

Musa, gündüzün Tanrı huzurunda ağlayıp inledi; Firavun da geceyarısı ağladı.

Dedi ki: “Ey Tanrı, boynumdaki bu demir zincir nedir? Boynumda zincir olmasa kim ‘Ben, benim’ der?

2445. Şüphe yok ki Musa’yı nurlandıran irâdenle beni de karanlıklara daldırdın.

Musa’yı, ay yüzlü bir hâle getiren dileğinle canımın ayını kara yüzlü bir hâle getirdin.

Yıldızım aydan daha iyi, daha talihli değil ki… Tutulursa ne çarem var?

Halk, benim nöbetimi Tanrı diye, sultan diye vuruyor, ama doğrusu ay tutulmuş tas çalıyorlar!

Onlar tas çalıp gürültü ediyorlar, ama o gürültüyle ayı rüsvâ etmektedirler.

2450. Ben ki Firavun’um, şöhretten el amân! ‘Ene Rabbükümü’l-âlâ’ demem de beni rüsvâ eden tas gürültüsüdür.

Musa da, ben de aynı kapının kuluyuz. Fakat senin ormanında senin baltan işliyor; dalları senin baltan kesmektedir.

Bir dalı yetiştiriyor, öbürünü kesip atıyor.

Baltaya karşı dalın eli var mı? Ne gezer! Hiç dal baltanın elinden kurtulabilir mi?

Balta senindir, o kudret hakkıyçin kereminden bu eğrilikleri doğrult!”

Zehirle panzehir, zulmetle nur nasıl Tanrı’nın dileğinin emri altındalarsa, Hazreti Musa ve Firavun da, yâni insan da Tanrı’nın dileğinin emri altındadır.

“Allah, yaptığından sorumlu tutulmaz” (Enbiyâ, 23) fakat, “Onlar ise sorguya çekileceklerdir” (Enbiyâ, 23) hükmü gereğince, yüce Tanrı yarattığı her varlığı kendi sırât-ı müstakîmi üzerinde yürütür. Her varlık kendi ayân-ı sâbitesi, yâni henüz suret bulmadan önce Tanrı’nın ilminde bilgi olarak mevcûdiyeti, doğrultusunda kendi mânâlarını izhâr ederler.

“İnsan sıfatında hem Hazreti Muhammed, hem Ebu Cehil vardır” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “yâni bir yerde nefsini terbiye ederek onu hâkimiyeti altına almış bir kişi, diğer yanda da nefsine uyarak Hakk’tan uzaklaşmış ve küfre düşmüş bir kişi var. İnsan, kendisinde isterse Hakk’ı konuşturur, isterse İblis’i konuşturur. İkisi de insana aittir. Peki bunlardan hangisi huzur verir? Elbette Hakk’ı konuşturmak huzur verir.”

Nitekim Kurân-ı Kerîm’de yine şöyle buyrulur: “Güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığa, güneşi takip ettiğinde aya, onu açığa çıkarttığında gündüze, onu örttüğünde geceye, gökyüzüne ve onu binâ edene, yere ve onu yapıp döşeyene, nefse ve ona birtakım kâbiliyetler verip, iyilik ve kötülüklerini ilhâm edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyân etmiştir.” (Şems, 1-10)

Eski devirlerde insanların, ay tutulduğunda tas çaldıkları ve bu vesîleyle şeytanları korkutup kaçıracaklarına inandıkları söylenir. Hattâ bu geleneğin Anadolu’da hâlen uygulandığı da çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir.

Fakat bu devirde artık insanın, nefsini bilip Rabbine yaklaşması ve kötü huylarından kurtulup arınması için, ay tutulduğunda tas çalmak yerine yapması gereken en aklî ve medenî davranış; İmam Ali Efendimizin, selâm üzerine olsun, “Bil ki her işin bir bitkisi vardır; her bitki, köke muhtaçtır; çeşitli sulara muhtaçtır. Hangi bitki iyi suyla sulanırsa iyi boy atar, meyvesi tatlı olur. Sulanması kötü olanın boy atması da kötüdür, meyvesi de acı” diye buyurduğu üzere, bir insan-ı kâmilin eğitimine girmesi, ondan insanlık aşısı almasıdır.

Kâmil insan Hasan Dede, “Bir kişi Hazreti Muhammed Efendimizin, İmam Ali Efendimizin izinden yürür, kabı ölçüsünde O’nlardan feyizlenirse, O’nlardan koku yansıtır. İnsanlık kokmaya başlar” der, “Bahçede kendi kendine meydana gelmiş bir ağacın meyvesi ya ekşi, ya acı olur. Kesmeye kıyamazsın, aşıdan anlayan usta bir bahçıvan getirirsin. Bahçıvan onu aşılar, bir güzel budar, seneye baharda açar ve çok güzel meyve verir. İnsan da kişiliğini bulmadıktan sonra ne kadar zâhirî bilgisi olursa olsun, bahçede kendi kendine yetişmiş meyve ağacı gibidir. Hiçbir tarafa faydası yoktur. Öyle kendi kendine yaşar gider. Fakat bir Hakk ehline gönül verir, kişiliğini bulursa o zaman hem hayatı düzelir, hem topluma yararlı olur. Tüm gâye Allah’a yaraşır bir insan olmaktır, O’nun rızasını kazanmaktır. Bu yoldaki gayretiniz ne kadar içten olursa, yaşayacağınız güzellikler de o kadar çok olur. Evet, bizler yeter ki insan olalım, kendi dışımızda bir şey aramayalım. Bizim evimiz hakîkatler evidir. Talebimiz sadece Allah’tandır. Meydanımız Muhammed Ali meydanıdır.”

Şiir:

“Kendini bil ey insan, bin sır ile Tanrı yüklemiş seni, 

Sen aynasın, O’dur güzelliğin sultanı ey insan. 

Âlemde ne varsa sendedir her an için, 

Sen sende ara kendini, kendini tanı ey insan. 

Tüm sende olan sırlar açıklansa eğer, 

Gül bahçesi olurdu gök ile yer, ey insan. 

İnsandan silinsin şu kibir, gör o zaman, 

Her Firavun sanki Musa Peygamber ey insan. 

Dünyada ilk ve son varlıksın, 

Allah katında tek varlıksın, 

Halîfe-i Hakk’sın ey insan! 

Yerin göğün tek varlığı, kâinatın nurusun, 

Âlemler sende zuhûr oldu, sen Hakk’sın ey insan…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXXIX

O adamın kendisini karısına teslim etmesi, kadının istek ve itirâzını Hakk’ın emri bilmesi… Dönen bir şeyi bir döndürenin bulunduğu, her bilene göre aklen sabittir.

Avamdan olan birisinin ölüm anında avamlıktan pişman olması gibi o bedevî de söylediğine pişman oldu.

“Canımın canına nasıl oldu da düşman kesildim; canımın başına nasıl oldu da tekmeler savurdum?” dedi.

2435. Aklımız baştan ayağa fark etmesin diye kazâ geldi mi, gözümüzü örtüyor.

Kazâ geçince, insan kendisini yemeye başlar. Perdesi yırtılan, sırrı meydana çıkan, yakasını yırtar.

Bedevî dedi ki: “Ey kadın, pişman oluyorum. Kâfir olmuşsam bile Müslüman olmaktayım.

Sana karşı suçluyum bana acı; beni kökümden, dibimden kâmilen söküp atma!”

İhtiyar kâfir, pişman olursa özür getirmeye başlar ve Müslüman olur.

2440. Tanrı tapusu, rahmet ve keremlerle dopdoludur. Varlık da ona âşık yokluk da.

Küfür de ululuk sahibi Tanrı’ya âşıktır, iman da; bakır da o kimyânın kuludur, gümüş de!

İmam Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, buyurur ki: “Kazâ geldiği vakit göz kör olur.”

Hasan Dede, selâm üzerine olsun, takdîr-i ilâhîden misâl vererek şöyle söyler: “Cenâb-ı Allah, bir şey takdîr etti mi, o yerine gelir ama tedbîrde kusur etmemek lâzım. Tedbîrde kusur edersen, başına bir kazâ gelebilir. 

Hazreti Ali’ye sormuşlar: ‘Dünyada senden yiğit var mı?’ 

‘Var’ demiş, ‘Ayakkabısını silkelemden giyen, evinin kapısını kilitlemeden uyuyan, köprünün ayaklarına bakmadan atla geçen, benden yiğittir.’ 

O devirlerde binalar tek katlıymış ve çok akrep bulunurmuş. Sabah ayakkabısını silkelemeden giymişse, içinde akrep varsa, sokar öldürür. Kapısını kilitlememişse, evine hırsız girip başına bir taşla vurursa, bi gayri hak gider. Yine köprünün ayaklarını kontrol etmeden atla geçmişse, eğer köprü onu zor taşıyacak durumdaysa ve bir de atla geçmeye kalkmışsa, kazâya atla gider. Bu yüzden tedbîr şarttır. 

Diğer taraftan, tedbîrini bozacak takdîr-i ilâhî var ya, o Allah ne işlerse, o tedbîr işinde de güzel işler. Allah’ın çirkin işi yoktur. 

Yunus’un dediği gibi, ‘Deme bu niçin böyle, o yerindedir öyle.’ Birinin başına çirkin bir şey gelirse onu Allah’tan değil, kendi nefsinden bilsin. Allah bütün kötülüklerden münezzehtir. Bunu sık sık söylüyoruz, Allah belâ vermez. Kişi çirkin işlerde bulunur, büyüklerin sözünü dinlemezse, başına kazâ, belâ gelir, kişi belâya kendi gider. İnsanlar, tecrübe sahiplerinin sözlerini dinlerlerse kazanca giderler.”

“Bunca lütuflar neden ötürüdür? Allah dostlarına ulaşma için” diye seslenir Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine ve şöyle devam eder: “Kötülükten pişman olup da, ‘Allah!’ diye yalvarınca, seni o çeker, belâlardan kurtarır… Suçtan korkuyorsun, candan perişan oluyorsun da o lâhzada seninle beraber olan korkutanı neden görmüyorsun? Eğer gözünü o bağladıysa sen onun elinde bir zar gibisin; bazen yerde yuvarlar, bazen havaya fırlatır; bazen tabîatine, altın ve gümüş sevdâsına kor, bazen de canına Cenâb-ı Mustafa’nın hayali nurunu bağışlar. Hâsılı o taraf hoşlar tarafına çeker, bu taraf hoş olmayanlar tarafına çeker; böylelikle gemi, bu girdapları ya geçer yahut da parçalanır.”

Kasîde:

“Ey iki gözüm; gündüz oldu! Penceremden bak; güneşin aslı sensin! Mâdemki geldin, günümüzü seher vakti yap! 

Aradıklarını bul, istediklerini meydana çıkar; sen, aşağı yukarı bütün varlıklardan münezzehsin! Şu eskimiş, harâb olmuş dünya evinin altını üstüne getir! 

Çünkü âlem, tamamiyle yoktur; var gibi görünen bir yokluktur! Bir an içinde onu, ‘kün’ emriyle var et! Dünya, zehirli bir yılandır; sen, onun zehirini şeker hâline getir! 

Nerede kuru, çorak bir yer görürsen, orada çeşmeler akıt, orayı yeşert; nerede bir taş görürsen, onu nurunla mücevher yap! 

Âşığın arkasında bir düşman görürsen, ona bir sille vur, onu yok et! 

Ne zamana kadar; ‘Onlar kördür, görmezler!’ diye özür dileyeceksin? Onların kör olmamalarını istiyorsan, gözlerine bir görüş ver! 

Gözlerinde perde olmamasını istiyorsan, emret ki, perdeler kaldırılsın, körlükten kurtulsunlar!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXXVIII

Kadınlar akıllı kişiye gâlebe ederler, fakat câhil kişi onlara gâlib olur.

Peygamber dedi ki: “Kadınlar; akıllı kişilere, ehlidil olanlara fazlasıyla gâlib olurlar.

Fakat câhiller, kadına gâlebe ederler.” Çünkü onlar sert ve kaba muameleli olurlar.

2430. Onlarda acıma, lütfetme, sevme azdır. Çünkü tabîatlarında, yaratılışlarında hayvanlık üstündür.

Sevgi ve acıma, insanlık vasfıdır; hiddet ve şehvetse… hayvanlık vasfıdır.

Kadın, Hakk nurudur, sevgili değil… Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil!

Yeri gelmişken, İslâm’da ve Mevlevîlikte kadının öneminden bahsetmek uygun olacaktır.

Bilindiği üzere, Hazreti Muhammed Efendimizin, selâm olsun üzerine, peygamberliği ile yeni bir çağ açılmıştır. Kadınların, kölelerin ve savunmasızların hakları O’nunla korunmaya başlanmıştır. Kadınlar, Hazreti Muhammed Efendimizin devrinde saadete ermiştir. Kur’ân-ı Kerîm, herkesin haklarının korunmasını düzenleyici kurallar getirmiş ve tüm insanlığı doğaya, erkek ve kadın olarak birbirlerine karşı saygılı olmaya çağırmış ve bunu yaparken de tüm bunları yaratan Tanrı’yı daima aklımıza getirmemizi istemiştir. Bütün bu vahiyler, putperestliğin yaygın olduğu sırada, erkek çocukların dünyaya gelişinin aileyi şereflendirdiği, kız çocukların ise diri diri gömüldüğü yüzyılda gelmiştir.

Diğer birçok şeyin yanında, Hazreti Muhammed Efendimizin peygamberliğinin ilk yıllarında, kadınların toplum hayatının her yönünde aktif olarak yer aldıkları görülmektedir. Kadınlar, Medîne’deki ilk câminin yapımına yardım etmişler ve orada erkeklerle birlikte ibâdet etmişlerdir. Bir tarafta erkekler sıra hâlinde dururlarken, diğer tarafta kadınlar aynı şekilde omuz omuza yer almışlardır. Bazı toplumlar, bugün hâlâ, Hazreti Muhammed Efendimizin Medîne’deki câmisinde bu düzeni muhafaza etmektedirler. 

Hazreti Muhammed Efendimizin, en büyük kızı Zeynep’ten olan torunu Umeynâ’yı nasıl, zaman zaman, Medîne’deki câmiye getirdiği ve onu omuzlarına almak suretiyle nasıl namaz kıldığı konusunda güzel bir hikâye vardır ki, secde etmesi gerektiği zamanlarda, onu yanına koyduğu ve tekrar kıyâma kalktığında onu yine omuzlarına aldığı anlatılır.

Hazreti Muhammed Efendimizin dâr’ül bekâya irtihâl etmesinden sonra onun hadîslerini aktaranlar arasında Hazreti Muhammed’in eşleri de yer almaktadır. Ve en önemlisi, Hazreti Muhammed Efendimizin torunlarının annesi ve İslâmiyet’in bâtınî yönünün tezâhür ettiği ilk kişi kızı Hazreti Fatma Annemizdir, selâm olsun üzerine.

Peygamber Efendimizin ilk eşi Hazreti Hatice, selâm üzerine olsun, peygamberliğinin ilk yıllarında, toplumda birçok kişi kendisine karşıyken Hazreti Muhammed Efendimizin yanında cesurca yer almıştır. Üstelik bunu kendisi ve ailesinin toplum dışı bırakılması ve zorluklara mâruz kalmasına rağmen yapmıştır. Hiçbir zaman Hazreti Muhammed Efendimizi ve vazîfesini desteklemekten vazgeçmemiştir. O, her zaman Peygamber Efendimizin hayat arkadaşı ve en güvendiği kişi olmuş ve yeni filizlenen bu inanç yolunda kendilerini destekleyen tüm insanlara kucağını açmış ve onlara dayanak olmuştur.

Peygamber Efendimizin ciğerparesi, biricik kızı Hazreti Fatma’nın oturuşu, yürüyüşü ve konuşması ile babasını çok fazla andırdığı söylenir.

Peygamber Efendimizin, Hazreti Hatice’den sonra evlendiği hanımı Ayşe, Hazreti Fatma için şunları söylemiştir: “Allah’ın başka hiçbir kulunun, Resulallah’ı, konuşması, sözleri ve oturuşuyla daha fazla andırdığını görmedim. Allah her zaman onunla olsun. Resulallah onun geldiğini gördüğünde, yerinden kalkar onu öper, elinden tutar ve yanına oturturdu; kendisini görmeye geldiğinde, Fatma da O’na karşı aynı şekilde davranırdı; O’nun Fatma’ya karşı özel bir sevgisi vardı. Bir keresinde şöyle demiştir: ‘Her kim Fatma’yı memnun ederse, Allah’ı memnun etmiş demektir ve her kim Fatma’yı incitirse Allah’ı incitmiş demektir. Onu memnun eden her şey beni memnun eder, onu kızdıran her şey beni kızdırır ve onu incitmiş olan herkes beni incitmiş sayılır.’ Bir seyahate gitmeden önce en son olarak Fatma’yı görür ve seyahatten döndükten sonra da ilk olarak Fatma’ya giderdi.”

Sonuş itibâriyle, Hazreti Muhammed Efendimizin verdiği mesaj, ruh ve bedeni, uhrevî ve dünyevî yaşamı, erkek ve kadını bir bütün olarak ele alır. Farklı kültürel yaklaşımlar bu amacın özünden sapmasına neden olmuş olsa da, Kur’ân’da, Tanrı’nın nezdinde erkek ve kadının eşitliği gözler önüne serilmiştir. Yüzyıllar boyunca erkekler kadar kadınlar da aşkın ışığını taşımaya devam etmişlerdir. Bir çok nedenden ötürü, pek çok bölgede kadınlar erkeklerden daha az göze çarpmışlar, daha az seslerini duyurmuşlar ve toplumda kendilerini daha az göstermişlerdir. Fakat bununla birlikte erkeklerle birlikte toplum içerisinde rol üstlenmişlerdir. Yüzyıllar boyunca ortaya çıkan birçok tasavvufî çevrede, kadınlar törenlerde erkeklerle birlikte yer almışlardır. 

Yüce Pîrimiz Mevlâna’nın, selâm olsun üzerine, yolu olan Mevlevîlikte, kadınlara her zaman saygı duyulmuş ve mânevî yolda her şekilde rol almaları için dâvet edilmişlerdir. Hatta sıklıkla, hem kadınlara hem de erkeklere rehberlik eden Mevlevî şeyh hanımefendiler olmuştur. 

Yüce Pîrimiz Mevlâna’nın birçok kadın müridinin olmasının yanısıra, kadınların semâ âyinlerine katılmaları da teşvik edilirdi. O devirde, genellikle kadınlar kendi aralarında semâ yapmakla birlikte bazen de erkeklerle birlikte sema yaparlardı. 

Hazreti Pîr, sıklıkla kadınlardan güzellikle söz eder ve kadını, Allah’ın dünyadaki yaratıcı gücünün en güzel örneği olarak gösterirken, yukarıdaki beyitlerde de görüldüğü üzere, Mesnevî’sinde bunu, “Kadın, Hakk nurudur, sevgili değil… Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil!” sözleriyle dile getirir.

Yüce Pîr Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled Hazretleri’nin eşi Fatma Hatun hakkında, Ahmed Eflâkî Dede’nin kaleme aldığı, Âriflerin Menkîbeleri isimli eserinde şöyle bahsedilmektedir: 

“Fatma, hem bâtınî dünyada, hem de zâhirî dünyada birçok mucizeler gerçekleştirmiştir. Fatma, cennetteki ruhanî varlıkları açıkça görebilirdi ve insanların düşüncelerini de rahatlıkla okuyabilirdi. O, cennetin saf sütü gibiydi. Mürşidi Mevlâna’dan bir an olsun ayrılmak istemezdi ve onun kutsal sohbetlerinden, aydınlanmaya dair muhteşem sırlar öğrenmişti.”

Mevlevîlik yolu, gerçek bir insan olma ve insan gibi yaşama sanatıdır. Erkek ve kadınlar bu ışık altında birlikte ayakta durmalıdırlar. Özellikle yaşadığımız zamanda, eşit derecede paylaşımın önü açılmalıdır. Birbirimizden öğreneceğimiz çok fazla şey vardır. Kadın ve erkekler, kendi içlerinde denge kurmak kadar, dünyada dengeyi sağlamak için de birbirlerini tamamlamalıdırlar. Birbirimizi Tanrı’nın ilâhî bütünlüğüne teşvîk etmek suretiyle, Tanrısallığı birbirimizde görmeye çaba harcadığımız sürece, kalıplardan kurtulabiliriz ve yaratılışın mucizesine tanık olmayı öğrendikçe, öyle bir zaman gelir ki, “Nereye bakarsanız bakın Allah’ın yüzünü görürsünüz. Allah’ın yüzünden başka her şey yok olmaya mahkumdur” (Bakara, 115) âyeti bizlerde tecellî etmeye başlar.

İster kadın, ister erkek olalım, kalblerimizin aynasını parlatmak, her an her dakika ve her nefeste Tanrı’yı anmak çabasında olalım. İçimizde Allah aşkından başka hiçbir aşka veya sevgiliye yer kalmayıncaya kadar sadece mutlak varlık olan Allah ile bir oluncaya kadar her an O’nu analım ve yaşatalım. Aşkın içinde eriyelim ve tamamen aşk olalım…

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXXVII

“’Yâ Hu’ denizine batınca, artık, ‘Ya Hu’ diyemez olursun.” Mevlâna

Bu suretle güzel, açık açık söylerken kadına bir ağlamadır geldi.

Ağlarken bile yüzünün güzelliğiyle gönülleri cezbeden o güzelin, hüngür hüngür ağlaması haddinden aşınca,

2415. O gözyaşı yağmurundan bir yıldırım zuhûr etti, o nâziri bulunmayan erin gönlüne bir kıvılcım sıçradı.

Adamın güzel yüzüne kul olduğu dilber, kulluğa başlarsa hâl ne olur, insan ne hâle gelir?

Azâmetinden yüreğini oynatan, kibrinden seni tir tir titreten sevgili, gözünün önünde ağlamaya başlarsa ne hâle girersin?

Nâz ve istiğnâsı ile can ve gönülleri kan hâline getiren güzel, niyâza girişirse hâl ne olur?

Cevr ü cefâsı, bize tuzak olan dilber, özür dilemeye kalkışırsa biz ne mâzeret bulabilir, ne söyleyebiliriz?

2420. “Züyyine linnas” hükmünce Tanrı’nın insanlar için bezediği şeylerden halk, nasıl kurtulabilir?

Tanrı, kadını erkeğe mûnis olmak üzere yarattı. Âdem nasıl olur da Havva’dan ayrılabilir?

Kişi, yiğitlikle Zaloğlu Rüstem bile olsa, Hamza’dan bile ileri geçse yine hükmetme husûsunda karısının esiridir.

Âdem sözlerinden âlemin sarhoş olduğu Muhammed bile “Kellimini yâ Hûmeyrâ” derdi.

Gerçi zâhiren su, ateşten üstündür; fakat bir kaba konunca ateş, onu fıkır fıkır kaynatır.

2425. İkisinin arasında bir tencere, bir çömlek oldu mu ateş, o suyu yok eder, hava hâline getirir.

Görünüşte su nasıl ateşten üstünse, sen de kadından üstünsün; fakat hakîkatte ona mağlûpsun, sen onu istemektesin.

Böyle bir hassâ ancak âdemoğlundadır. Çünkü insanda muhabbet vardır. Hayvanın muhabbeti azdır ve bu da onun nâkıs olmasından ileri gelmiştir.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, Dîvân-ı Kebîr’indeki bir beyitte şöyle seslenir:

“Aklını başına al, kendini sevmeyi, kendine âşık olmayı bırak da, sevgilinin sevgisine değil, cefâsına âşık ol! Öyle ol da sana nazlanan, yüz vermeyen gül, sana ağlayıp inleyen bir âşık kesilsin.”

Fakat “Züyyine linnas”, yâni, “İnsanlara kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, hayvanlar, ekinler kâbilinden aşırı sevgiyle bağlanılan şeyler çok süslü gösterilmiştir. Hâlbuki bunlar dünya hayatının geçici faydalarını sağlayan şeylerdir. Oysa varılacak yerin, ebedî hayatın, bütün güzellikleri Allah katındadır” (Âl-i İmrân, 14) hükmünce ‘Tanrı’nın insanlar için bezediği şeylerden halk, nasıl kurtulabilir?’

Kur’ân-ı Kerîm’deki birçok âyette, kadın ve erkeğin tek bir ruhtan yaratıldığından söz eder; “O’dur ki, sizi bir tek candan yarattı, eşini de ondan vücuda getirdi ki, gönlü ona ısınsın” (A’raf, 189) ve Kur’ân, kadın ve erkeğin birbirleri için birer elbise olduklarını belirtmiştir; “Onlar sizin örtünüz, siz de onların örtülerisiniz.” (Bakara, 187)

‘Âdem sözlerinden âlemin sarhoş olduğu Muhammed bile “Kellimini yâ Hûmeyrâ” derdi.’

Yüce Pîr Mevlâna, devam eden beyitlerinde, suyu erkeğe, ateşi ise kadına teşbîh ederek, ‘Gerçi zâhiren su, ateşten üstündür; fakat bir kaba konunca ateş, onu fıkır fıkır kaynatır. İkisinin arasında bir tencere, bir çömlek oldu mu ateş, o suyu yok eder, hava hâline getirir’ diye buyuruyor. Daha derin düşünecek olursak, su, ruhanîyet; ateş ise nefsanîyeti temsil eder.

Zîrâ, Kurân-ı Kerîm’de, “Tüm canlıları sudan yarattık” diye buyrulur. Ruhanîyeti temsil eden su, kaba konunca, yâni beden giyince, bedenin toprağa olan meylinden dolayı ve doğası gereği nefsanîyete yönlenir; çünkü âyette de söylendiği üzere, dünya insanlara çok süslü gösterilmiştir. Oysa ebedî hayatın bütün güzellikleri Allah katındadır. İnsanlardaki, insanî ruhun muhabbeti Allah’a, hayvanî ruhun muhabbeti ise dünyayadır. 

Ve işte ne güzel seslenir bizlere Mevlâna…

“Vakit dar, ömür kısadır, tertemiz su da akıp gidiyor. Aklını başına al da ondan ayrılmadan önce suyunu iç. Velîlerin sözleri âb-ı hayatla dolu, saf, dupduru bir ırmak gibidir. Fırsat elde iken ondan su iç de gönlünde mânevî bitkiler, çiçekler, güller açılsın.

Ey hâlinden haberi olmayan gâfil susuz! Biz, velîlerin söz ırmağından âb-ı hayat içmedeyiz. Gel sen de bu sudan iç, hayat bul. Sen dünya işlerine gönlünü kaptırmış, mânen körleşmişsin de, bu suyu görmüyorsun. Hiç olmazsa testini getir de, körler gibi el yordamı ile bu ırmağa daldır.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXXVI

Kadının yola gelip söylediklerinden istiğfâr eylemesi.

Kadın, onu titiz ve hiddetli görünce ağlamaya başladı. Zaten ağlamak, kadının tuzağıdır.

2390. “Ben, senden bunu mu umardım? Senden başka ümidim vardı” dedi.

Kadın yokluk yoluna girip dedi ki: “Ben senin karın değil, ayağının toprağıyım.

Cismim, canım, neyim varsa senindir; hüküm de senin, fermân da!

Yoksulluk yüzünden sabrım tükendiyse bu da kendim için değil, senin için.

Sen, bana dertli zamanlarda devâ oldun; muhtaç olmanı istemiyorum.

2395. Canın için bu, kendim için değil. Bu ağlayış inleyiş hep senin için.

Ben, Tanrı hakkıyçin varlığımı her nefeste huzurunda fedâ etmek isterim.

Canım sana kurban olsun… Ne olurdu ruhun, buna vâkıf olsaydı.

Fakat sen, hakkımda böyle kötü zanna düşünce candan da usandım, tenden de.

Ey canımın rahatı! Sen bana böyle aykırı olunca altına da toprak saçtım, gümüşe de.

2400. Canımda da sen varsın, gönlümde de sen. Öyle olduğu hâlde bu kadarcık bir şeyden dolayı benden ayrılmaya kalkışıyorsun.

Kudret senin elinde, ayrılabilirsin; fakat senin bu niyetine karşılık candan özürler dilemekteyim.

O zamanları hatırla ki ben put gibi güzeldim, sen de karşımda puta tapan şamana benzerdin.

Bu kul, sana tâbîdir; gönlü senin dileğine göre aydınlanmış, yanmıştır. Neyi ‘Pişir, hazırla’ dersen, hemen ‘Pişti, yandı bile’ derim.

Ben senin ıspanağınım. İster ekşili pişir, ister tatlılı…

2405. Küfür söylemiştim; işte imana geldim. Can ve gönülle hükmüne tâbî oldum.

Senin şahane huyunu takdîr edemedim. Huzuruna küstâhça eşek sürdüm.

Fakat affından bir mum düzüp yakınca tövbe ettim; itirâzı bıraktım.

Kılıçla kefeni huzuruna koyuyorum; önüne boynumu uzatıyorum; vur!

Acı ayrılıktan dem vuruyorsun. Ne istersen yap, fakat bunu yapma!

2410. Gönlünde benim için gizlice bir özür dileyici vardır ki o, ben olmasam da bana şefaat edip durur.

Gönlündeki o özür dileyicim senin huyundur. Ona güvendiğimden gönlüm, kendisine suç aradı.

Ey ahlâkı yüz batman baldan daha güzel, daha tatlı olan kızgın adam! Sen de bana gönlünden ve gizlice merhamet et.”

Daha önceki bölümlerde, Yüce Pîr Mevlâna’nın, selâm üzerine olsun, bir anlatımında, kadını nefse, erkeği de akıla benzeterek şöyle buyurduğunu kaleme almıştık; “Bu kadınla erkek, nefsle akıldır. Aklı erkek bil. Kadın da bu nefs ve tabîattır. İyi kişiye de mutlaka lâzımdır, kötü kişiye de. Bu ikisi, toprak yurtta esir ve mahpusturlar. Gece gündüz savaşta macera içinde. Nefs, kadın gibi her işe bir çare bulmak üzere gâh toprağa döşenir, tevâzu gösterir; gâh ululuk diler, yücelir. Aklınsa, bu düşüncelerden zaten haberi yoktur. Fikrinde Allah gamından başka bir şey yoktur. Aklın hassâsı, işin sonunu görmektir. Akîbeti görmeyen akıl, nefstir. Nefse mağlup olan akıl, nefs hâline gelmiştir.”

Yunus Emre der ki, selâm üzerine olsun; “Kim nefsine hâkim olmuşsa bu âlemde, bilsin ki o kişi, ona bütün erenlerin eyvallahı var.” 

Hazreti Muhammed Efendimizin, selâm olsun üzerine, Uhud Savaşı’ndan dönerken sahâbesine, bu savaşın küçük bir savaş olduğunu, asıl büyük savaşın bundan sonra başlayacağını ve büyük savaşın da görünmeyen düşman olan nefsimizle savaşmak olduğunu buyurduğu üzere, Hakk yolunda asıl dava, nefsle mücâdeledir. Çünkü nefsimiz bir an dahî bizi bırakmaz, her an tuzaklar kurar ve hep o gâlib gelmek ister. 

“Bu yol ne kadar kolaysa, o kadar da zordur” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun ve tasavvuf yolunu demirden leblebi çiğnemeye benzeterek şöyle buyurur; “Tasavvuf yolu, demirden leblebi çiğnemektir. Nohudu dişsiz adam da çiğner. Ağzında iki üç gün tutar, yumuşatır, damağı ile ezer gider, ama demiri ezemez. Midesinde asit olması lâzım ki onu eritsin. Asitten maksat, aşktır; büyük aşk olacak ki o demir leblebi çiğnensin.”

Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, Nehc’ül-Belâga’da, Allah’ın yardımıyla nefsine gâlib gelen kişinin vasıflarını bakın nasıl anlatmaktadır…

“Ey Allah’ın kulları, Allah kullarından en sevgili olanı o kuldur ki Allah ona, nefsine karşı yardım etmiştir de o, hüznü, iç giyimi gibi giyinmiştir; korkuya da dış giyimi gibi bürünmüştür; derken hidâyet ışığı, gönlünde parıl parıl parlamaya, gönlünü ışıtmaya başlamıştır; konaklayacağı gün için de konukluk azığını hazırlamıştır. Kendisine uzağı yakınlaştırmıştır; çetin şeyi kolaylaştırmıştır. Bakmıştır da, izlerin sonunu, görmüştür; anmıştır da, hayır işleri, çoğaltmıştır. 

Tatlı, duru suyu kana kana içmiştir de ırmağın su içilecek yerlerine varması kolay olmuştur; dümdüz, tertemiz yola dalmıştır. Şehvetler elbisesinden soyunmuştur; bütün üzüntülerinden, sıkıntılarından kurtulmuştur da bir tek sıkıntıya, bir tek üzüntüye sarılmıştır, onunla başbaşa kalmıştır. 

Körlük sıfatından çıkmıştır; heves ehli ile iş birliği etmekten ayrılmıştır; hidâyet kapılarının kilitlerinden olmuştur; kötülükler, aşağılıklar kapılarına kilit hâline gelmiştir. Gittiği yolu görmüştür; tuttuğu yola girmiştir; alâmetlerini tanımıştır, bilmiştir; adamı boğacak yerlerini aşmıştır, sarılınacak iplerin en kuvvetlisine sarılmıştır. Artık, o, şüpheden arınmış inancında, güneş ışığı gibi parıl parıl parlar durur; her kendisine baş vurana cevap vermekte, her parça buçuğu aslına ulaştırmakta, kendisini, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah için işlerin en yücesine adamıştır. 

Karanlıkların ışığıdır o, şüpheli işleri aydınlatandır; gizli, örtülü şeylerin anahtarıdır o; güç şeyleri giderendir; uçsuz bucaksız çöllerin kılavuzudur. Söylenir, anlatır; susar, kurtulur. Özünü, işini gücünü Allah için hâlis bir hâle getirmiştir; Allah da ona ihlâs nasîb etmiştir. O, Allah dininin mâdenlerindendir; Allah’ın yerinin direklerindendir. Kendisine adâletle muâmeleyi gerekli kılmıştır; adâletinin başlangıcı da, kendisinden hevâsına, hevesine uymayı gidermesidir. Gerçeği över, anlatır; onunla da amel eder. 

Hayır için bir sınır yoktur ki oraya varmasın; sevap sandığı bir şey yoktur ki ona sarılmasın. Nefsinin yularını kitabın eline vermiştir; onu çekip götüren de odur; uyduğu da o. Yükünü o nerede indirirse o da oraya iner; konağı neresiyse o da oraya konar…

Noksan sıfatlardan münezzeh Allah’tan dileriz, bizi de, sizi de nimet yüzünden azmayan, sonun belirsiz olması yüzünden, Rablerinin itâatinde kusurda bulunmayan, ölümden sonra da pişmanlığa, mihnete, hasrete düşmeyen kullardan eylesin.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXL

“Hakk aşıkları, bir elleriyle hâlis iman şarabı içerler, öbür elleri ile de kâfirin perçemini tutarlar.” Mevlâna

Dünyanın lütfetmesi ve yaltaklanması, hoş bir lokmadır, ama az ye. Çünkü ateşten bir lokmadır!

1850. Ateş gizlidir, zevki meydanda… Dumanı sonunda meydana çıkar.

Sen, “Ben o övgüleri yutar mıyım? O, tamâhından övüyor. Ben, onu anlarım” deme!

Seni öven, halk içinde aleyhinde bulunursa onun tesîriyle gönlün, günlerce yanar.

Onun; mahrumiyetten senden umduğunu elde edemeyip ziyân ettiğinden aleyhinde bulunduğunu bildiğin hâlde,

O sözler gönlüne dokunur, onun tesîri altında kalırsın. Övgüden de bir ululuk gelir, dene de bak!

1855. Övgünün de günlerce tesîri altında kalırsın. O övgü canın ululanmasına, aldanmasına sebep olur.

Fakat bu tesîr, zâhiren görünmez, çünkü övülmek tatlıdır. Kınanmak acı olduğundan derhâl kötü görünür.

Kınanmak, kaynatılmış ilaç ve hap gibidir; içer, yâhut yutarsan uzun bir müddet ıstırâb ve elem içinde kalırsın.

Tatlı yersen onun zevki bir ândır, tesîri öbürü kadar sürmez.

Zâhiren uzun sürdüğü için de tesîri gizlidir. Her şeyi, zıddıyla anla!

1860. Övgünün tesîri, şekerin tesîrine benzer; gizli tesîr eder ve bir müddet sonra vücutta deşilmesi icâb eden bir çıban çıkar.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, Fihî Mâ-Fîh’de şöyle buyurur: “Katımda, yâhut ben yokken lütuflarda bulunuyorsunuz, çabalarda bulunuyorsunuz. Açıkça teşekkür etmiyorsam, sizi ululamıyorsam, sizden özür dilemiyorsam, bunlarda kusur ediyorsam kendimi büyük gördüğümden, yâhut aldırış etmediğimden, yâhut da nimet verenin hakkını, karşılığında sözle, işle ne mükâfatta bulunacağını bilmediğimden değil. 

Fakat sizin tertemiz inancınızdan biliyorum ki siz, onu özden, Tanrı için yapıyorsunuz, ben de özrünü Tanrı dilesin diyorum, ona bırakıyorum. Mâdemki yaptığını onun için yaptın; teşekkür etmeye kalkışsam, dille sizi ululasam, övsem Tanrı’nın vereceği sevâbın bir kısmını ben vermiş olurum. 

Çünkü bu gönül alçaklığı göstermeler teşekkür etmeler, övmeler, dünya tadıdır. Dünyada bir zahmettir, çekersin ya; bu, bir mal vermeye, bir mevkî bağışlamaya benzer; bunun karşılığının da tümden Tanrı’dan gelmesi daha iyi. Bu yüzden teşekkür etmiyorum. 

Zâti teşekkürde bulunmak, dünya istemektir. Çünkü mal yenmez ki, mal olduğundan istenmez mal. Malla at alırlar, halayıkcağız alırlar, köle alırlar; bir mevkî elde etmek isterler; böylece de övülmeyi dilerler.”

Hasan Dede, selâm üzerine olsun, şöyle bir menkîbe anlatır: “Divâne Mehmet Hazretleri, Galata Mevlevîhânesi’nin bânisidir, o kurmuştur orayı. 

Bir gün Yavuz Sultan Selim, ona ipekten bir hırka diktirmiş. Getirmiş, ‘Şeyhim’ demiş, ‘ben seni böyle harâbat görmek istemiyorum.’

Pekâlâ, Divâne Mehmet Hazretlerinin hırkası hangi kumaştan?.. Çuval kumaşından.

‘Onu sakla kendine’ demiş Divâne Mehmet Hazretleri, ‘benim hırkam bana mükemmeldir, güzeldir, parlaktır. Ben dünya boyasıyla boyanmaya gelmedim. Allah boyasıyla boyanmışım’..”

Rubâi:

“Aşıklar, adsız, sansızdırlar, dostun cemâlinden aldıkları zevk ile hayrandırlar. Aşıkların gözünde, iki cihanın zerre kadar değeri yoktur.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXIX

Halkın, bir kişiyi ululamasının ve halk tarafından parmakla gösterilmenin kötülüğü.

Ten, kafese benzer. Girenlerin, çıkanların, insanla dostluk edenlerin aldatmasıyla can bedende dikendir.

Bu, “Ben senin sırdaşın olayım” der. Öbürü, “Hayır, senin akrânın, emsâlin benim” der.

1845. Bu der ki: “Varlık âleminde güzellik, fazîlet, iyilik ve cömertlik bakımından senin gibi hiçbir kimse yok.”

Öbürü der ki: “İki cihan da senindir. Bütün canlarımız, senin canına tâbîdir.”

O da, halkı, kendisinin sarhoşu görünce kibirlenir, elden, avuçtan çıkmaya başlar.

Şeytan onun gibi binlerce kişiyi ırmağa atmıştır!

Dostluk hakkında, “Dost, sen yokken de sana dostluk edendir. Nice uzak vardır ki yakından daha yakındır; nice yakın vardır ki uzaktan da uzak” diye buyuran Hazreti Ali Efendimiz, selâm üzerine olsun, kendisi hakkında aşırı gitmenin hükmü hakkında da şöyle buyurur: “Bizim hakkımızda aşırı gitmekten sakının. Bizim hakkımızda, ‘Allah’ın rubûbiyeti altında olan kullar’ deyin, sonra bizim fazîletimizde, istediğiniz şeyi söyleyebilirsiniz.

Özünde Allah’ın ululuğunu duyan, kalbinde bu ululuk yer eden kişiye, Allah’tan başka her şey küçük görünür; Allah’ın ululuğunu bilip ululanmayan kişiye Allah’ın lütfu da, ihsânı da pek büyük olur. 

Buyruk sahiplerinin iyilerce en aşağı sayılan hâli, övünmeye kalkışmaları, kendilerini beğenmeleri, kibirliliklerini gösteren durumlara düşmeleri, bu çeşit hareketlere kalkmalarıdır.”

Nitekim, “Yokluk benim iftihârımdır” diye buyuran Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, yine bir hadîs-i şerîfinde, “Kul gibi yerim, kul gibi otururum” diye seslenir.

Hasan Dede, selâm üzerine olsun, bu hadîs-i şerîfle ilgili şu açıklamayı yapar: “Peygamber Efendimizin, bu sözleriyle bizlere anlatmak istediği, kendisinin toplum içinde veya değilken bile, kibirli bir duruş ve ulu bir tavır içinde olmaktan sakındığıdır. 

Hattâ kendisini öylesine yoklukta tutmuştur ki, söylediği her söze, ‘Allah, benden buyurdu’ diyerek başlamıştır. Allah’a adanmış olan peygamberliğinin işareti, tevâzu ile beraber kemâlatının ve ahlâkının yüceliğidir.

Zîrâ kimliğine eren kişi, kendine ait hiçbir şeyin olmadığını bilir. Kendindeki her şeyin Allah’a ait olduğunu bilir. Yoklukta durup Allah’ın varlığını kendi vücudunda seyreder.

Biz kalenderiz. Bu güzelikler bizde varlığını ne kadar çok gösterirse, biz o kadar alçalırız. İşimiz bu bizim; yokluğa bürünmek! Kendimizi yoklukta tutmak.”

Ne kadar güzel söyler Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine…

“Ben varlığı yoklukta buldum, onun için varlığı yokluğa fedâ ettim. 

Padişahların hepsi kendilerine karşı alçalana alçalırlar. Bütün halk, kendisine sarhoş olanın sarhoşudur. 

Padişahlar, kendilerine kul olana kul olurlar. Halk umûmiyetle kendi yolunda ölenin yolunda ölür. 

Dilberler, aşıkları canla başla ararlar. Bütün maşuklar aşıklara avlanmışlardır. 

Allah dedi ki: Ey haramdan, şüpheli şeylerden sakınan! Kullarımın arasına gir ki bu suretle beni görme cennetine erişesin.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXVIII

Tâcirin, kırda Hindistan dudularını görüp onlara dudusundan haber götürmesi.

Hindistan uçlarına varınca kırda birkaç dudu gördü.

Atını durdurup seslendi, dudunun selâmını ve kendisine emânet ettiği sözleri söyledi.

1585. O dudulardan birisi, bir hayli titredi ve düşüp öldü, nefesi kesildi.

Tâcir, bu haberi verdiğinden dolayı pişman oldu, dedi ki: “Bir cana kıydım.

Bu dudu, olsa olsa o duducağızın akrabası olacak, galiba bunların cisimleri iki, canları bir.

Bu işi niye yaptım, o haberi niye verdim? Bu münâsebetsiz sözle biçâreyi yaktım, yandırdım.”

Bu dil, çakmaktaşı ile çakmak demiri gibidir. Dilden çıkan da ateşe benzer.

1590. Mânâsız yere gâh hikâye yoluyla, gâh lâf olsun diye çakmaktaşı ile çakmak demirini birbirine vurma!

Zîrâ ortalık karanlıktır, her taraf pamuk dolu. Pamuk arasında kıvılcım nasıl durur?

Zâlim onlardır ki gözlerini kapamışlar, söyledikleri sözlerle bütün âlemi yakmışlardır.

Bir söz, bir âlemi yıkar, ölmüş tilkileri arslan eder.

Canlar aslen İsa nefeslidir; bir ânda yara, bir ânda merhem olurlar.

1595. Canlardan perde kalkaydı; her canın sözü, Mesîh’in sözü gibi tesîr ederdi.

Şeker gibi söz söylemek istersen sabret, hâris olma, bu helvayı yeme!

Ferâset sahiplerinin iştahları sabradır, onlar sabretmek isterler. Helva ise, çocukların istediği şeydir.

Sabreden, göklerin üstüne yükselir; helva yiyense geriler, kalır!

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Hayrı söyle ve yoksa sus!” diye buyurur.

‘Zâlim onlardır ki gözlerini kapamışlar, söyledikleri sözlerle bütün âlemi yakmışlardır.’

Hazreti Ali Efendimiz, selâm üzerine olsun, Nehc’ül Belâga’da şöyle buyurur: “Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, katından ‘Elif Lâm Mîm, insanlar sanırlar mı ki inandık derler de öylece bırakılıverirler ve sınanmazlar onlar’ âyeti inince (Ankebût, 1-2) bildim ki Resûlallah aramızdayken fitne inmez bize. Yâ Resûlallah dedim. Allah’ın sana haber verdiği bu fitne nedir? Buyurdu ki: Yâ Ali, ümmetim benden sonra fitneye düşer. Ben, yâ Resûlallah dedim, Uhud günü, Müslümanlardan şehit olanlar oldu; bense şehâdete erişemedim; bana bu, pek ağır geldi; müjdelerim seni, şehâdet bundan sonra nasîb olacak sana buyurmuştun; bu mudur fitne? Resûlallah, evet buyurdu, bu böyledir; o vakit nasıl sabredeceksin? Ben, yâ Resûlallah dedim, bu durak sabır duraklarından değil, müjde duraklarından, şükredilecek bir durak. Resûlallah, yâ Ali buyurdu, kavim, mallarıyla fitneye, sınanmaya düşecek, dinleriyle Rablerine minnet etmeye kalkışacak; rahmetini dileyecekler, fakat azâbından emin olacaklar, bize azâb etmez diyecekler. Harâmını, yalancı şüphelerle unutturucu dileklerle helâl sayacaklar. Ben, yâ Resûlallah dedim; bu çağda hangi konağa indireyim onları, ne sayayım onları? Dinden dönmüş mü sayayım, sınanmaya düşmüş mü? Buyurdular ki: Sınanmaya düşmüş say.”

‘Canlardan perde kalkaydı; her canın sözü, Mesîh’in sözü gibi tesîr ederdi.’

Ahmed Avni Konuk tefsîrinde şöyle açıklar: “Ruhlar, kendi asıllarında İsa gibi ruhullahtır. Binâenâleyh o hazretin nefesi ölüleri nasıl ihyâ ederse, bunlarda da ölüleri diriltme hâssası vardır. Fakat ne vakit ki çokluk âlemine dalar ve surete bağlanırlar, işte o vakit nefsanî sıfatlara tâbî olduklarından, bazen yara ve bazen de merhem olurlar. Yâni nefsanî sıfatların nüksetmesiyle bazen birçok fitnelere ve kalb yaralarına sebep olurlar. Ve bazen de nefsanî sıfatların hükmünden bir ân için olsun uzaklaştıklarında, o fitnelere karşı uzlaştırıcı olurlar. Eğer ruhlardan nefsanî sıfatlar tamamen kalksa idi, her bir ruhun kelâmı Mesîh gibi ölüleri diriltir ve kalblere ferahlık verirdi. Eğer bu çokluk âleminde sözü şeker gibi tatlı söylemek ve tesîrini nefs sahiplerinin kalblerine yerleştirmek istersen, nefsinin isteklerine karşı sabırlı ol ve çokluk âleminin helvasından ve tatlılıklarından yeme. Nitekim, helvadan maksat dünyevî ve nefsanî isteklerdir. Akl-ı nefs olanlar çocuklara benzer; onlar dünyevî zevklere karşı asla sabredemezler. Ehl-i ruh olanlar ise akıllı olanlardır; onlar her bir lezzetin arkasında bin belâ olduğunu görüp, sabrederler.”

‘Bir cana kıydım. Bu dudu, olsa olsa o duducağızın akrabası olacak, galiba bunların cisimleri iki, canları bir…’

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, buyurur der ki: ‘Bu kâinatta ne görüyorsanız hepsi Allah’ın ailesidir. Allah da benim sevgilimdir. Sakın ailemden birini incitmeye kalkmayın, yoksa sevgilim incinir…”

“Biz, bize ‘kötü’ diyenleri tenkit etmek bile istemeyiz. Çünkü olabilir ki, bu tenkitten onların gönülleri incinebilir. Onların gönlü, Allah’ın gönlüdür, bizim gönlümüzdür; hepimizin gönlü, aynı gönüldür. Yıktığın gönül, senin. Yıkarsan, kendi malını yıkmış, harâb etmiş olursun. Allah, ayırım bilmez; şu Arap, şu Türk demez. Çünkü O, her varlığın anasıdır; hiçbirinin incinmesini istemez. İncitenden ayrı, incinenle beraberdir. Biz de yüzümüzü Allah’a döndüysek, söyleyeceğimiz sözlere çok dikkat etmeliyiz. Bilelim ki kimi incitiyorsak, Allah’ı incitiyoruz demektir” diye buyuran Hasan Dede’nin şu şiiri, selâm üzerine olsun, tamamiyle Mevlâna’nın yukarıdaki beyitlerinin izâhı gibidir ve ne kadar güzeldir… 

“Dil çakmak taşıyla demire benzer, 

Söz kıvılcım olur kavrulur her yer. 

Sakın lâf söyleme mânâsız yere, 

Taşı yerli yersiz vurma demire. 

Ortalık karanlık her taraf pamuk, 

Kıvılcım bir yangın olur çarçabuk. 

Cahiller gâfletle bir söz söylerler, 

Akılları bozup berbât eylerler. 

Tek sözle mahvolur âlemdekiler, 

Bir arslan kesilir ölü tilkiler. 

Perdesiz olaydı canların özü, 

Can veren olurdu onların sözü. 

İstersen sözünün hoş olmasını, 

Yememen gerekir hırs helvasını. 

Helvayı çok sever küçük çocuklar, 

Erenlerde ise sonsuz sabır var.

Göklere yükselir sabrı bilenler, 

Yeryüzünde kalır hırsla helva yiyenler…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXII

“Ve Hüve maaküm eynemâ küntüm” âyetinin tefsîri.

Cehil bahsine gelirsek o Tanrı’nın zindanıdır; ilim bahsine gelirsek onun bağı ve sayvanı.

Uyursak onun sarhoşlarıyız; uyanık olursak onun hikâyesinden bahsetmekteyiz.

Ağlarsak rızıklarla dolu bulutuyuz; gülersek şimşek!

Kızar, savaşırsak bu, kahrının aksidir; barışır, özür serdedersek muhabbetinin aksidir.

1510. Bu dolaşık ve karmakarışık âlemde biz kimiz? Elif gibiyiz. Elifinse esâsen, hiç ama hiçbir şeyi yoktur!

Bir zât’a sormuşlar, “Hakk’ın zulmünden nasıl berî kıldın?” Cevap vermiş ki: “Mülkünde kendisinden başkasını bırakmadım; zulüm kime olur?” 

Hazreti Şems, selâm olsun üzerine, “Mânâ âleminden, bir elif dışarı fırladı. O, elifi anlayanlar her şeyi anladılar. Onu anlamayanlar da hiçbir şey anlayamadılar” diye buyurur.

“Her şey helâk olur, ancak O’nun hakîkati bâkîdir” der yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, ve devam eder, “Onun hakîkatine var, varlığından geç. ‘Bismi’deki elif gibi kelimede kaybol. O elif, Bismi’de gizlenmiştir. O, hem Bismi’de vardır, hem yoktur. Böyle ulanmak için hafzedildi mi kelimede yok olur. O, ulanma içindir, bâ harfiyle sin harfi, onunla birbirine ulanmıştır. Fakat bâ harfiyle sin harfinin ulanması, elifin bulunmasına razı olmaz. Bu ulanmaya, bu buluşmaya bir harf bile sığmazsa artık sözü kısa kesmem lâzım benim. Bir harf bile sin’le bâ’yı ayırıyor. Burada susmak, en lüzumlu bir şey. Elif, varlığından yok olmuştur ama o harfi olmaksızın da bâ ile sin, elifi söyler durur…”

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, elifi şöyle dile getirir:

“Nokta, elif oldu. 

Elif, gökte güneş oldu. 

Elif, ay oldu, yıldızlar oldu. 

Elif, dünya oldu. 

Elif, Allah oldu, 

Muhammed oldu, hep elif yazıldı…

Sevgili’ye kavuşan, her şeyi unutur. Sadece hayranlıkla O’nun yüzüne, gözüne bakar. Nokta, Sevgili’nin gözü, göz bebeğidir. En büyük ilim de budur.”

Hazreti Muhammed Efendimizin ilminde yetişmiş olan ve bir ân dahî O’nun dışına çıkmayan Hazreti Ali Efendimiz şöyle seslenir, selâm olsun üzerlerine: “Kur’ân ne ise Fâtiha odur, Fâtiha ne ise Besmele odur, Besmele ne ise Bâ odur. İşte ben Bâ’nın altındaki noktayım.”

Bir gün Hazreti Ali Efendimize şu soruyu sorarlar: “Hazreti Resûlallah senin için buyurdu ki: ‘Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır.’ Yâ Ali ! Biz senden bu ilmin sırrını öğrenmek isteriz, bize bildir, bu ilim nedir?

Hazreti Ali buyurur ki: “İlim bir nokta idi, cahiller bin etti.”

Yine sorarlar: “Yâ Ali!.. O nokta nedir?”

Hazreti Ali şu cevabı verir: “Allah’ın bilinmeyen bu gizli hikmetlerinden size haber vereyim, lâkin şu şartımı da hiçbir zaman unutmayasınız. Benim sizlere açıklayacağım ilâhî sırları ehil olmayanlara açıklamayasınız. Allah’ın bilinmeyen gizli hikmetleri, Tevrat’ta, Zebur’da, İncil’de vardır, Kur’ân’da da vardır. Bütün bu sırların hepsi Kur’ân’da toplanmıştır. Kur’ân’da olan sırlar da Fâtiha sûresinde toplanmıştır. Fâtiha sûresindeki sırlar da Besmele’de toplanmıştır. Besmele’de toplanan sırlar ise Besmele’nin baş harfi olan Bâ’dadır. Bâ’daki sırlar da, O’nun altındaki noktadadır. İşitin ve bilin ki, işte ben o noktayım.”

Yine ne güzel buyurur Hüdâvendigâr Mevlâna… “Tanrı’yı akılla, fikirle bulmaya uğraşma; aklı, fikri Tanrı’ya ulaştırmaya savaş. Duyguların, anlayışların, duyuşların, akılla sezişlerin Tanrı’ya ulaştırılması, hoş bir şeydir. Tanrı onlara esenlik versin, peygamberlerin yolu da budur… Onları her şeye sürüp götüren de Tanrı’dır, onlara kılavuz olan da Tanrı. Delil de nedir, burhân da nedir ki Tanrı’yı belirtsin, göstersin? Güneşin her zerresinden yüzbinlerce delil, yüzbinlerce burhân baş göstermede. Sen Tanrı’yla ol, delilin, burhânın eksik olmaz. Güneş doğdu mu her vuruşu, her ışığı, güneşin dileğine uyar; artık delilin, burhânın yeri mi? Köre, delille güneşi göstermeyi kursan ne kadar uğraşırsan uğraş; işte hem bunu başaramazsın sen, hem de zamancağızın yiter gider. Güneşe delil, yine güneştir… Can, bakışta, görüşte yok oldu da şunu dedi: Tanrı’nın yüzüne, Tanrı’dan başkası bakamadı gitti…”

Şiir:

“Hakk ilmine bu âlem bir nüshâ imiş ancak, 

Ol nüshâda bu Âdem bir nokta imiş ancak. 

Ol noktanın içinde gizli nice bin deryâ, 

Bu âlem o deryâdan bir katre imiş ancak…”