Hasan Dedemiz, ‘Sevgilim’ diye hitâb ettiği, iki cihanın kutbu Pirimiz Mevlâna için şöyle diyor, “Gönüller sultanı Hüdâvendigâr Mevlâna aşkın kemâlidir; ama yalnız aşkın mı? Hayır, O tüm güzelliklerin kemâlidir… O, aziz ve yüce bir üstattır. Tek başına bir sistemdir, bir hayat ve bir düzendir. Ahlâkı, ilmi, hikmeti, sevgisi, aklı, tavrı, idrâki, davranışları ve her şeyi ile yüceliği öğreten bir hâl abidesidir. Peygamber-i Zîşan’ın gerçek temsilcisi, aşkın ve aklın en yüksek öğesi ve gerçeğidir.”
Ve yine şöyle bir hikaye dile getiriyor: “Cenab-ı Pir Mevlâna’ya sormuşlar: ‘Hazreti Muhammed cihanın gülü idi. Bu gül kurudu, gitti. Şimdi biz o kokuyu nereden alacağız?’ Hazreti Pir hiç tereddüt etmeden, ‘Gülün kokusunu gül suyundan alacaksınız. O gül suyu bizleriz. O kokuyu Evliyâullah’tan alacaksınız. Hazreti Muhammed’den ne öğrenmek istiyorsanız bize sorarsınız’ diye cevaplamış.”
Bizler de Hasan Dedemizin evlatları olarak o gülün kokusunu, hatta gül bahçesindeki bütün güllerin kokularını özünde birlemiş olan o bir tek gülden, Dedemizden aldık. Hepsinde var olan o koku, sevginin, aşkın ve birliğin kokusuydu, yani Hakk’ın kokusuydu…
En başta Peygamber Efendimizi, İmam Ali Efendimizi, Ehlibeyt Efendilerimizi, Pirimiz Mevlâna’mızı, diğer Piran Efendilerimizi, gelmiş geçmiş bütün nebîleri ve velîleri, hepsini Hasan Dedemizden dinledik.
Gâh hüzünlendik ağladık, gâh coştuk neşelendik…
Peygamber Efendimizin, Saffat suresinin 44. ayetinde, “Mutluluk koltukları üzerinde, birbirlerine sevgi ile bakışarak karşılıklı otururlar” diye buyurduğu gibi, bizler de güzel Dedemizin huzurunda karşılıklı bağdaş kurup oturduk ve Hakk’ın o güzel dostlarını bizzat Hakk’ın kendisinden, onun güzel cemâline bakarak, onun güzel sesinden dinledik, öğrendik. Sonsuz şükürler olsun…
Şimdi, 18 beyite kaldığımız yerden devam edeceğiz, fakat öncesinde Hasan Dedemizden, Yüce Pirimiz Mevlâna’ya hitâben dile getirmiş olduğu bir şiirini okuyalım…
“Gel yine de gel yine de,
Ey gönüller Sultanı, ey aşıklar Cananı,
Ey mânâ âleminin Padişahı,
Ey koca Pir Mevlâna gel.
Ey gündüzün Güneşi, gecelerde Ay olan,
Dermân olan, devrân olan, ney olan,
Gel gör ki aşıkların küme küme,
Hepimiz bir halkada dizilmişiz tesbih gibi,
Hepimiz etrafında pervane, senden medet,
Senden şifa, senden feyiz,
Sana gönül vermeye, eşiğine yüz sürmeye,
Cana can ver, imana iman.
Gel vuslatı hasretinden güç olan.
Dillerde senin adın, gönüllerde sen,
Umutsuzlara umut, çaresizlere çare sen.
Her yüzde sen, her yönde sen.
Ey köpük köpük olup coşan,
Ey semaya dökülüp taşan,
Gel, ölümsüzlük tahtından haber ver bize.
Bizi bizden al, götür o Mesnevi ummanına,
O ilahî aşk kervanına.
Ey yılları yıllara ulaştırıp aşan,
Ey nesillerden nesillere ulaşan,
Doyumsuz sevgine doymuyor ihvan.
Sulha, sükûna susamış cihan,
Yetiş imdada aman ey büyük Dost, ey koca Sultan,
Bir kere değil, bin kere gel.
Yine de gel, yine de gel, yine de gel,
Yüce sultan Hazreti Mevlâna’m…
10. Aşk ateşidir ki neyin içine düşmüştür, aşk coşkunluğudur ki şarabın içine düşmüştür.
11. Ney, dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, haldaşıdır. Onun perdeleri perdelerimizi yırttı.
12. Ney gibi hem bir zehir, hem bir tiryak, ney gibi hem bir hemdem, hem bir müştak kim gördü?
Hasan Dedemiz, “Aslında dünyanın her cüz’ü, her şeyi aşıktır” der, “her şeyin, her zerrenin, her atomun bile içine bir aşk ateşi düşmüştür. Her şey, Sevgili ile buluşmak için çırpınır durur; her şey buluşma sarhoşudur! Fakat onlar, kendi sırlarını sana söylemezler. Çünkü sır, lâyık olandan başkasına söylenmez!”
Ve yine şöyle buyuruyor, “Mürşid-i Kâmil’in sözleri bazı kişilere başta küfür gibi görünebilir ama, yavaş yavaş muhakeme ettikçe ne demek istediğimizi anlarlar… Bu dünyanın sonu sınırı vardır; o âleminse ne kıyısı var, ne sonu. Bunu gören göğe ağar; Hakk’ın verdiği zevkle, şevkle perdeleri yırtar gider. O aşkın derdi, perdeleri yırtar; hatta yeri, göğü bile deler geçer. Sen yok oldun, kalmadın mı, o vakit O gelir, görünür; o zaman anlarsın ki ortada senden başka kimsecik yok; değil mi ki sen mürşidine itaat ediyorsun, hem ruh kesildin hem beden, ikiniz de zevkle dopdolu bir hale geldiniz demektir, ikiniz de şevkle dirildiniz artık. Bütün bedenlerdeki şevk birdir; sen bedenleri bırak da zevki şevki, bir bil.”
Nitekim, Abdülbaki Gölpınarlı da buyuruyor ki: “Mevlâna, ney’e düşen ateşin aşk ateşi, şaraba düşen coşkunluğun aşk coşkunluğu olduğunu söyleyerek aşkın, bütün âlemde bulunduğunu bildirmekte, âdeta her varlığın, istidâdınca kemâle doğru yüceldiğini anlatmaktadır… Buradaki şarap da şüphe yok ki bir remizdir, insanı varlığından, benliğinden alan, gerçek aşka, irfâna, manevî neşeye garkeden cezbeye işarettir. Ney’in hem zehir, hem panzehir olması da kâmil insanın sözüyle, bakışıyla, istidât sahibinin kötü huylarını yok etmesine, o kötü huyların zehriyle zehirlenmiş olan ilahî huylarını diriltmesine işarettir.”
Rubai:
“Gece oluncaya kadar, bizim gündüzümüze gece yoktur. Çünkü, bizim gündüzümüzün güneşi, aşktır.
Aşk mezhebinde aşka yol bulunamaz. Aşk, öyle bir engin denizdir ki, ne kenarı, ne de ucu bucağı vardır.
Aşıklar, o denize dalmışlar, batmışlar da onların inlemesi, feryâdı; ‘Ya Rabb!’ demeleri duyulmaz.”