MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XVII

Muvaffakiyetler verici Ulu Tanrı’dan muvaffakiyet ve bütün ahvâlde edebe riâyet dileyiş, edepsizlik ve terbiyesizliğin pek fenâ zararları.

78. Tanrı’dan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse Tanrı’nın lütfundan mahrumdur.

79. Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz. Belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur.

80. Alışverişsiz, dedikodusuz Tanrı sofrası gökten iniyordu.

81. Musa kavmi içinde birkaç kimse terbiyesizce “Hani sarmısak, mercimek” dediler.

82. Ondan sonra gökyüzünün sofrası, ekmeği kesildi; ekme, bel belleme, orak sallama kaldı.

83. Sonra İsa şefaat edince Hakk, yemek sofrası ve tabaklarla ganîmetler gönderdi.

84. Yine küstâhlar edebi terk ederek sofradan yemek artığını aşırdılar.

85. İsa bunlara yalvardı. “Bu devamlıdır, yeryüzünden kalkmaz.

86. Bir ulu kişinin sofrası başında kötü zanna düşmek ve hârislik etmek küfürdür” dedi.

87. O rahmet kapısı, hırslarından dolayı bu görmemiş dilencilerin yüzlerine kapandı.

88. Zekât verilmeyince yağmur bulutu gelmez, zinâdan dolayı da etrafa vebâ yayılır.

89. İçine kasavetten, gussadan ne gelirse korkusuzluktan ve küstâhlıktan gelir.

90. Kim dost yolunda pervâsızlık ederse erlerin yolunu vurucudur, nâmert odur.

91. Edepten dolayı bu felek nura gark olmuştur. Yine edepten dolayı melekler masûm ve tertemiz olmuşlardır.

92. Güneşin tutulması, küstâhlık yüzündendir. Bir melek olan Azâzil de yine küstâhlık yüzünden kapıdan sürülmüştür.

Abdülbâki Gölpınarlı, edebi ve edebi gözetmeyi, “Edeb, toplumlara, zamana, mekâna nispetle riâyet edilmesi gereken âdetlerdir ki bunları gözetmek, gözetenin mevkîni, şahsını yüceltir” diye açıklıyor.

Nitekim, Hazreti Muhammed Efendimiz, “Rabbim beni edeplendirdi ve edeplendirmesini de pek güzel bir hâle getirdi” diye buyuruyor ve yine bir başka hadîs-i şerifte edeb hakkında bizlere şöyle nasihat veriyor, “Evlâdınızı üç huyla edeplendirin: Peygamberinizin sevgisi, onun Ehlibeyt’inin sevgisi ve Kur’an okumakla. Çünkü Kur’an okuyanlar, bilenler, başka bir gölge olmayan kıyâmet gününde, peygamberler ve seçilmiş kişilerle beraber Allah’ın manevî gölgesinde gölgelenirler.”

Abdülbâki Gölpınarlı şöyle devam ediyor, “İrfân ehline göre her şey, edeple düzene girer; her şeyin bir edebi vardır. Büyüğe saygı, küçüğü esirgeyiş, kadrince hürmet, hattâ cansızlara bile sevgiyle muâmele gerektir. İbretle bakmak, hikmetle söylemek, nefse uymamak, haddini bilmek, ululanmamak, kimseye kötü muâmelede bulunmamak, gönül kırmamak, bilgiye, kudrete güvenmemek, kendini âlemin merkezi, mihveri saymamak, kendisi için değil, halk için yaşamak, kimseye yük olmamak, aksine herkesin yükünü yüklenmek, edebin başlıcalarındandır.”

Hazreti Mevlâna’ya soruyorlar, “Yâ Mevlâna, bu kadar kitap okudun, ilim tahsîl ettin; ne öğrendin?”

Mevlâna, “Haddimi bildim, adımı öğrendim” diye cevap veriyor.

“Peki neymiş adın yâ Mevlâna?”

İşte Mevlâna’nın verdiği cevap… “İnsan.”

“En güzel insan, Hazreti Muhammed Efendimizdir” diyor Hasan Dedemiz ve Hazreti Muhammed’in edebin kaynağı olduğunu ve “Edeb, nefsini tanıyıp, haddini bilmektir” diyerek, insan olmanın yüceliğine erebilmenin, Hazreti Muhammed’in huylarıyla huylanmaktan ve onun ahlâkıyla ahlâklanmaktan geçtiğini belirtiyor.

Ve yine buyuruyor ki: “Allah, tamamiyle aşktır, zâtını görmek isterseniz o da Hazreti Muhammed’dir. Edebi olmayanın, aşkı da olmaz. Edeb, aşktan alınır. Aşıkların ders gördükleri yer, yine aşktır. Onlara mânen ders veren de yüce Allah’tır. Bizler öğrenciyiz, onun aşkı da, tekrarlayıp durduğumuz bilgidir… Aşkta celâl bulunmaz. Aşk daima cemâlin zâtıdır. Aşksız hiçbir varlık yoktur. Ancak bu aşkı yerine sarfedemiyoruz, her birimiz bir yere harcıyoruz da onun için Allah’ı bulamıyoruz. Allah’tan başka her şey ölüdür. Ölüye sarfedilen aşk da ölüp bitiyor. Aşkın geldiği yeri bulsak da, aşkımızı oraya sarfetsek; o zaman aşkımız gittikçe artar, ne biter, ne de tükenir. Aşık zaten, daima yok olmak isteyen insandır. Aşkı olan, diridir; aşkı olmayan ise, ancak bir gölgedir.”

Hazreti Mevlâna, 88. beyitte, “Zekât verilmeyince yağmur bulutu gelmez, zinâdan dolayı da etrafa vebâ yayılır” diyor. 

Abdülbâki Gölpınarlı bu beyitin mânâsını şu hadîs-i şerifle açıklıyor: “Yağmur yağmadı mı, bilin ki insanlar zekâtı menetmişlerdir. Allah da katındakini onlardan menetmiştir. Vebânın yayıldığını gördünüz mü de bilin ki zinâ çoğalmıştır.”

Yağmur, rahmettir; rahmet ise, merhamet. Merhametin kaynağı, sevgidir; Allah’ın da bizlerden en çok istediği sevgidir. Sevgi, insanın içindeki güneş gibidir. Nasıl ki dünyamız güneş olmadan bir işe yaramazsa, insan da sevgisiz bir işe yaramaz.

Ne güzel buyuruyor Mevlâna… “Sevgiden acılar tatlılaşır, sevgiden bakırlar altın kesilir. Sevgiden tortulu, bulanık sular, arı duru bir hâle gelir. Sevgiden dertler şifâ bulur. Sevgiden ölüler dirilir, sevgiden padişahlar kul olur.”

Sevginin olmadığı yerde kalpler hastalanır; gamdan kasavetten kurtulamaz. Nasıl güneşin olmadığı bir dünyada yaşanmazsa, insan da sevgisiz yaşayamaz.

“Dert de sende, dermân da; hastalık da sende, şifâ da” der Hasan Dedemiz, “Sen şifâya, dermâna yönel. Bil ki neye gönül verirsen, osun sen. İnsanın her dakika kendini yenilemesi, iyiliğe, güzelliğe doğru yol alması gerek. Kendimizi güzelleştirmek için gayret sarfetmekten vazgeçmeyelim. İnsandan insana yol alalım, insana lâyık bir yaşam sürelim.”

91 ve 92. beyitlerde, “Edepten dolayı bu felek nura gark olmuştur” diye buyuruyor Mevlâna, “Yine edepten dolayı melekler masûm ve tertemiz olmuşlardır. Güneşin tutulması, küstâhlık yüzündendir. Bir melek olan Azâzil de yine küstâhlık yüzünden kapıdan sürülmüştür.”

Abdülbâki Gölpınarlı, “Güneşin tutulmasının, edebe riâyet edilmemesine bağlanması şuna işaret olsa gerektir” diyor, “Ay, dünya ile güneşin arasına girince ayın gölgesi, dünyaya düşer, güneşin bir kısmı, yahut hepsi görünmez olur; bu, ay’ın edebe riâyet etmemesi suretiyle tevcîh edilmiştir.”

Hazreti Mevlâna, güneşin tutulmasını, Hakk’ın nurunu yitirmek olduğunu şu sözleriyle açıklıyor ve soruyor bizlere… “Güneş tutulursa ne yaparsın? Ondaki o karaltıyı nasıl giderirsin? Nihâyet yine Allah tapısına yüz vurup, yâ Rabbi, o karaltıyı gider, yine nurunu ver demez misin?”

Hasan Dedemiz, “Aşk, hep hiçliktir; aşkın mâhiyeti, tamamen yokluktur… Aşksız ilmin sonu, benlik ve gurur; gururun sonucu ise azâptır…” der, “İblis’in ilk ismi Azâzil Efendi idi. Yani bedenimizdeki bütün âzâların efendisiydi. Âdem karşısında gurura kapıldı, insanı Hakk olarak görmedi, Hakk’a karşı geldi. Cenab-ı Hakk, bunun üzerine onun ismini değiştirdi, Azâzil iken, İblis ismini aldı. Bir kişi eğer çok bilgiye sahip olur ama benliğinde yaşar ve başkalarını hor hakîr görürse, onun da İblis’ten hiçbir farkı yoktur… Öte yandan, tevâzu ve edeple yoklukta durarak, Allah’ı kendinde bulan insandan da daha mukaddes bir varlık yoktur. O, her şeyin, hatta meleklerin bile üstündedir.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XVI

“İki yay kadar kaldı araları, yahut daha da yakın.” (Necm, 9)

66. Vade zamanı gelip gündüz olunca… güneş doğudan görünüp yıldızları yakınca.

67. Rüyada kendine gösterdikleri zâtı görmek için pencerede bekliyordu.

68. Bir de gördü ki, fazîletli, fevkalâde hünerli, bilgili bir kimse, gölge ortasında bir güneş.

69. Uzaktan hilâl gibi erişmekte, yok olduğu hâlde hayal şeklinde var gibi görünmekte.

70. Ruhumuzda da hayal, yok gibidir. Sen bütün bir cihanı bir hayal üzere yürür gör!

71. Onların başları da, savaşları da hayale müstenittir. Övünmeleri de, utanmaları da bir hayalden ötürüdür.

72. Evliyânın tuzağı olan o hayaller, Tanrı bahçelerindeki ay çehrelilerin akisleridir.

73. Padişahın rüyada gördüğü hayal de o misafir Pîrin çehresinde görünüp duruyordu.

74. Padişah bizzat mabeyncilerin yerine koştu, o gaybden gelen konuğun huzuruna vardı.

75. Her ikisi de aşinâlık öğrenmiş bir tek denizdi, her ikisi de dikilmeksizin birbirine dikilmiş, bağlanmışlardı.

76. Padişah: “Benim asıl sevgilim sensin, o değil. Fakat dünyada iş işten çıkar.

77. Ey aziz, sen bana Mustafa’sın. Ben de sana Ömer gibiyim. Senin hizmetin uğruna belime gayret kemerimi bağladım” dedi.

Bu hikâyede anlatılmak istenen, Mevlâna ile Şems’in buluşmasıdır, demiştik.

Sultan Veled Hazretleri, İbtidânâme adlı eserinde, Mevlâna ile efendisi Şems’in buluşmalarını şöyle anlatır: “Dileyen, sevgilisine aşkı gerçekse, sonunda dileğine ulaşır. Çünkü arayan bulur; ne mutlu o kişiye ki ona kul olmuştur. Kul, gerçekse, padişah demektir; çünkü sevgili, ona aşık olur. 

Onun da Hızır’ı, Tebrizli Şems’ti; o, öyle bir erdi ki ona kavuşsan, onunla buluşsan, hiçbir kimseyi bir arpa tanesine bile almazsın; karanlıklar perdelerini yırtar geçersin… Mevlâna, Allah katında, gerçeklik, temizlik bakımından herkesten daha ileriydi, daha hastı. Allah, Şems’in ona yüz göstermesine, o suretle de yakınlığının daha da artmasına razı oldu. Diledi ki artık başkasına tamah etmesin, başkasının sevgisini gönlünden atsın; âlemde, tek kişi olsa, çağının özü-özeti bulunsa bile ondan başka hiç kimseyi aramasın; kimseye bu ihsandaki özellik nasîb olmasın, bu buluşmaya ancak o nâil olsun. 

Bir hayli bekleyişten sonra Şems’in yüzünü gördü; sırlar, ona gün gibi aşikâr oldu. Görülmesi mümkün olmayanı gördü; kimseden duyulmayacak şeyleri duydu. Niyâz ederek onun kokusunu aldı da perdesiz olarak yüzünü gördü. Ona aşık olup elden çıktı; yanında yücelikle alçaklık bir kesildi. Onu evine çağırdı; padişahım dedi, bu sözü şu dervişten işit; evim sana lâyık değil ama gerçek olarak sana aşıkım ben. Kulun nesi varsa, ne elde ederse, şüphe yok ki hepsi, efendisinindir. Bundan böyle ev, senin evin; tam bir inançla dosdoğru hareket et. Bundan sonra ikisi de hoş bir suretle yürüdüler; sevinerek, gülerek eve doğru yol aldılar…”

Kur’an-ı Kerim’de, Kehf sûresinin 90. âyetinde şöyle buyrulmaktadır: “Güneşin doğduğu yere ulaşınca onu, kendileriyle güneş arasına örtü koymadığımız bir halk üzerine doğar buldu.”

Hasan Dedemiz, “Bu cihanın Kutbu, insanların gözbebeğidir, onu arayıp bulmak gerekir” diyor ve Pîrimiz Mevlâna da, Kutub için şöyle bir dil sarfediyor ve diyor ki: “O aslandır, işi gücü avlanmaktır. Halk onun artığı ile geçinir. O akla benzer, halksa onun uzuvlarıdır. Kutub kendi çevresinde döner dolaşır, göklerse onun çevresinde. Hatta o, işte O’dur! Güneş, yüzünü insan sureti ile örtmüş, insan suretinde gizlenmiştir. Artık anlayıver!..”

Padişah da, rüyasında gördüğü o zâtı beklemeye koyuldu. Sonunda beklediği o zât, uzaktan bir hilâl gibi erişmekte, yok olduğu hâlde hayal şeklinde var gibi görünmekteydi; fazîletli, fevkalâde hünerli, bilgili bir kimseydi, gölge ortasında sanki bir güneşti…

“Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? İsteseydi onu sabit kılardı. Sonra biz, güneşi de, o gölge üzerine bir delil yaptık.” (Furkân, 45)

Hazreti Mevlâna, “Kimin canı, heveslerden arınmışsa derhal tertemiz Tanrı tapusunu, Tanrı dergâhını görür… Seni kötülüğe sevk eden vesveselere yoldaş oldukça ‘Semme vechullah’ı nasıl bilebilirsin? Kimin kalbinde kapı açılırsa gönül göğünde yüzlerce güneş görür. Yıldızların içinde ay nasıl görünürse başkaları arasında Tanrı da öyle görünür” diye buyurur.

Abdülbâki Gölpınarlı, “Hayal, hakikat karşılığıdır” diyor, “Gerçekte olmayan, hayal kuvvetiyle zihinde beliren, bir sebeple göze görünen şekillere denir. Hilâl, ilk gece pek ince olduğu için her göz göremez; görülse bile hayal gibi görünür. Mevhum varlığını bırakan, bu günün deyimiyle ferdîyetinden, benliğinden, bencilliğinden geçen kişiyse, kendisi için yaşamaz, onun bütün varlığı, halkındır; o, Hazreti Muhammed’in ahlâkıyla ahlâklanmıştır; varlığı âlemlere rahmet olmuştur.”

Nitekim, Hazreti Muhammed Efendimiz bir hadîs-i şerifinde, “Yüce Allah’ın öyle kulları vardır ki Allah onları, insanların ihtiyaçlarını gidermeye memur etmiştir. İnsanlar ihtiyaca düştüler mi, onlara sığınırlar; onlar Allah’ın azâbından emindirler.”

Abdülbâki Gölpınarlı şöyle devam ediyor: “Bu çeşit kişiler, görünüşte vardır; fakat varlıkları, kendilerinin olmadığı için hayale benzetilebilirler. Âlem de Allah’ın hükümlerinin, eserlerinin, kudretinin, hikmetinin aynasıdır; iki yokluk arasında bir varlık gibi görülür, âdetâ hayaldir. Görünüşte vardır; gerçekteyse yoktur. Halkın barışı, savaşı, övünmesi, yerinmesi birer hayalden ibarettir.”

Bundan dolayı Mevlâna, 72. beyitte, ‘Evliyânın tuzağı olan hayaller, Tanrı bahçelerindeki ay çehrelilerin akisleridir’ diye buyuruyor.

Abdülbâki Gölpınarlı, bununla ilgili olarak, “Esmâ yoluyla yol almak isteyenler, esmânın verdiği zevkle, o zevke düşkünlükle hayallere dalarlar; rüyalara kapılırlar, keşiflere, kerâmetlere ehemmiyet verirler. Fakat ehemmiyet verdikleri şeylerin hepsi de Tanrı’nın gülbahçesindeki ay yüzlülerin ışıklarının vuruşudur ancak. Maksatsa, o ay yüzlülere kavuşmak değildir. Bunların zevklerine dalanlar, gerçeğe ulaşamazlar; hattâ kendilerinden kerâmetler zuhûr ettikçe benliğe bile düşerler; bu yüzden yollarından kalırlar; hattâ Tanrı kapısından bile sürülebilirler. Müsemmâ yoluyla yol alanlarsa aşkı ve cezbeyi kılavuz edinirler; o cezbenin ateşiyle varlıklarını yakarlar; maksada ulaşırlar.”

Niyâzî Mısrî,

“Âdeme eşyada esmâ görünür,

cümle esmâdan müsemmâ görünür…” 

beyitinde esmâ ve müsemmânın farkını dile getirmektedir.

“Asıl olan esmâdan hüsnâya varmaktır” diye buyurur Hasan Dedemiz ve bir hikâyede, Hazreti Şems’in bir gece yolda giderken birine rastladığını ve bu zâtın bir leğen içinde ay’ı seyrettiğini anlatır.

Hazreti Şems sorar, “Efendi, gecenin bu vaktinde leğene su koymuş bakıyorsun, ne seyrediyorsun o leğen içinde?”

“Ay’ı seyrediyorum.”

“İlâhî…” der Şems, “ensende çıban mı var da başını kaldırıp ay’ı gökyüzünde seyretmiyorsun?..”

“Hakk yolunda hakikate varmak sözle olmaz, inandığını yaşamakla olur” der Hasan Dedemiz, “Hakk yolunda yürüyen aşık ilahî sevgiyi gönlünde hissedince onun için baht da budur, devlet de budur; zevk de budur, yaşayış da budur. Onun için bu aşktan, bu sevdadan başka bir alışveriş, başka bir kâr yoktur.”

Nitekim hikâyede, Padişah da bizzat mabeyncilerin yerine koştu, yani hayal perdelerini aştı ve, o gaybden gelen konuğun huzuruna vardı. Her ikisi de birbirlerine aşinâ bir tek deniz gibiydiler, her ikisi de dikilmeksizin birbirine dikilmiş, bağlanmışlardı…

“O, birbirine kavuşmak üzere iki denizi salıverdi.” (Rahmân, 19)

Padişahın mecazî olan aşkı ilahî aşka dönüştü, “Benim asıl sevgilim sensin, o değil” dedi ve “Ey aziz, sen bana Mustafa’sın. Ben de sana Ömer gibiyim. Senin hizmetin uğruna belime gayret kemerimi bağladım” diyerek teslimiyetle hizmete koyuldu.

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XV

Halayığın tedavisinde hekimlerin âciz kaldığını padişahın anlaması, Tanrı tapusuna yüz tutması ve bir uluyu rüyada görmesi.

55. Padişah, hekimlerin âciz kaldığını görünce yalınayak mescide koştu.

56. Mescide gidip mihrâb tarafında yöneldi. Secde yeri gözyaşından sırılsıklam oldu.

57. Yokluk istiğrâkından kendisine gelince ağzını açtı, hoş bir tarzda meth ü senâya başladı:

58. “Ey en az bahşişi dünya mülkü olan Tanrım! Ben ne söyleyeyim? Zaten sen gizlileri bilirsin.

59. Ey daima dileğimize penâh olan Tanrı! Biz bu sefer de yolu yanıldık.

60. Ama sen ‘Ben gerçi senin gizlediğin şeyleri bilirim. Fakat sen, yine onları meydana dök’ dedin.”

61. Padişah, tâ can evinden coşunca bağışlama denizi de coşmaya başladı.

62. Ağlama esnasında uykuya daldı. Rüyasında bir Pîr göründü.

63. Dedi ki: “Ey Padişah, müjde; dileklerin kabul oldu. Yarın bir yabancı gelirse o, bizdendir.

64. O gelen hâzık hekimdir. Onu doğru bil, çünkü o emin ve gerçek erenlerdendir.

65. İlacında katî sihri gör, mizâcında da Hakk kudretini müşâhede et.”

Padişah, hekimlerin halayığın tedavisinde âciz kaldıklarını görünce, yalınayak mescide koştu. 

Buradaki ‘yalınayak’ olmayı, Hasan-ı Zarîfî, tevâzu ve edeb olarak yorumluyor ve “Zirâ, daha önceki devirlerde Beytullah’ı yalınayak tavâf etmişlerdir. Bu beyitin gerçek mânâsı, Beytullah olan kalbi dünyevî düşüncelerden boşaltmaktır” diye buyuruyor.

Bir şiirinin dizelerinde,

“Hiçbir renge mahkûm etme, Beytin olan kalbimi, 

varlığınla varlıklanan kalpte âzâb istemem…” 

diye bizlere seslenen Hasan Dedemiz, “Kalb, yani gönül, Allah’ın evidir” der.

Pîrimiz Mevlâna, gönül hakkında şöyle bir dil sarfeder ve der ki: “Eğer senin gönlün varsa git de gönül Kâbe’sini tavâf et; topraktan yapılmış zannettiğin Kâbe’nin mânâsı gönüldür! Cenab-ı Hakk, görünen ve bilinen suret Kâbe’sini tavâf etmeyi, kirliliklerden temizlenmiş bir gönül Kâbe’si elde edesin diye buyurmuştur… Eğer bizi, bizim rızamızı istiyorsan, bizim istediğimiz gönülden ibarettir. Senin değer vermediğin, bir saman çöpü saydığın yıkık gönül, Arş’tan da üstündür, Kürsî’den de, Levh’den de, Kalem’den de!.. Harâb gönül, Hakk’ın nazargâhıdır, Hakk’ın baktığı, Hakk’ın sığındığı yerdir. Onu yaratan varlık ne de büyüktür, ne de kutludur!..”

Nitekim, padişah da mescide koştu, mihrâba yöneldi ve secde yeri gözyaşlarından sırılsıklam oldu…

Ne güzel söyler Hasan Dedemiz… “Ağlayan aşıkları ağlatan kudreti görebilseydik, o zaman derdi verenin dermân olduğunu bilebilirdik… Allah’ı çağırın, ağlayıp inlemeyi bırakmayın ki Allah’ın merhameti sizlere erişsin.”

Sultan Veled Hazretlerinin bir duası vardır, şöyle münâcatta bulunur: “Gönülden feryâd et de Yârabbi de, gece-gündüz benimlesin, bana onlardan yüz göstermedesin; hem de soluktan soluğa, gizli-açık. Yine de lütfet de büyük velîlere gösterdiğin yüzü göster, bizi de onlara kat; bizi de dervişler bölüğüne ver de onlar gibi has olalım, o büyük kavuşma sarayında oturalım, sohbet arkadaşı olalım. Bize kendini, aşk ehline, tertemiz kullarına gösterdiğin gibi göster. Göster de o kavuşmaya şükredelim; o zan, o şüphe perdesinden çıkalım, tam inanç dünyasında yürüyelim. Köksüz-yersiz âlemde koşalım, hepimiz de can olalım, can bağışlayalım; yoksula pâhâ biçilmez defineler ihsan edelim. Kulluğu bırakalım da padişah olalım; el tutar bir hâle gelip düşenlere yardım edelim, cihanın sığındığı kişiler olalım. Felek hükmümüzde dönsün… Erlerin padişahlığı bunun da yüzlerce mislidir.”

“Dua, münâcat demektir” diye açıklar Hasan Dedemiz, “Eğer bir kişinin zihni ve kalbi bütün dünya muhabbetlerinden arınmış ise, zihni ve kalbi tamamen Allah’a yönelmiş ise o kişinin duası suret bulur, gerçekleşir.”

Abdülbâki Gölpınarlı’nın bizlere işaret etitği Kur’an-ı Kerim’deki Bakara sûresinin 186. âyetinde de şöyle buyrulmaktadır:

“Kullarım sana beni sorarlarsa bilsinler ki ben, muhakkak onlara pek yakınım, dua ettiği an dua edene icâbet ederim. Artık onlar da benim çağırmama koşsunlar, bana inansınlar da doğru yolu bulsunlar.”

Nitekim padişah, tâ can evinden coşup ağlayarak temiz bir gönülle Allah’a yönelip dualarda bulununca, bağışlama denizi de coşmaya başladı, merhamet erişti… Padişah, ağlama esnasında kendinden geçip uykuya dalınca, rüyasında bir Pîr göründü ve padişaha dileklerinin kabul olduğunun ve halayığın hastalığını tedavi edecek hâzık bir hekimin yola çıkmış gelmekte olduğunun müjdesini verdi. Onun pîrlerden olduğunu, bir yabancı olmadığını, emin ve gerçek erenlerden olduğunu bildirdi.

Hâzık hekim olan Pîr’den maksat, kâmil mürşid olan velîdir.

Zirâ, Hasan-ı Zarîfî, “Ey aziz! Bil ki, velîlere Pîr denilir. Şeyh, halîfe, önder, kutub, yol gösteren ve mehdî de denilir; zamanın sahibi, bilgin, olgun ve olgunlaştıran, cihanı gösteren kadeh de denilir” der, “O, panzehirdir, dünyayı gösteren ayna ve büyük bir iksirdir; kuşların dilini bilen Süleyman’dır; ölüyü dirilten İsa’dır. Mevlâna, ‘Onun ilacındaki mutlak sihri gör’ diyor. Mutlak sihirden murat, ilminin, hikmetinin ve bilgisinin mükemmelliğidir. Allah’ın kudreti onda görünür.”

İşte Pîrimiz Mevlâna da buyuruyor ki:

“Bir Pîr ele geçirdin mi hemen teslim ol… Mademki Hakk, onun eline ‘Kendi elimdir’ dedi; ‘Yedullahî fevkâ eydîhim’ hükmünü verdi; şu halde Allah eli, onu öldürse de yine diriltir. Hatta diriltmek nedir ki? Ona ebedî hayat verir. Bu yolu, nâdir olarak yapayalnız aşan bile yine pîrlerin himmetiyle aşmış, varacağı yere onların sayesinde ulaşmıştır. Pîrin eli, kısa değildir, gaybdekilere de erişir. Onun eli, Allah kabzasından başka bir şey değildir ki.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XIV

“Canlardan perde kalksaydı, canların her sözü mesîhane olurdu.” Mevlâna

43. Padişah sağdan, soldan hekimleri topladı. Dedi ki: “İkimizin hayatı da sizin elinizdedir.

44. Benim hayatım bir şey değil, asıl canımın canı odur. Ben dertliyim, hastayım dermânım o.

45. Kim benim canıma dermân ederse benim hazinemi, incimi ve mercanımı o aldı.”

46. Hepsi birden dediler ki: “Canımızı fedâ edelim. Beraberce düşünüp beraberce tedavi edelim.

47. Bizim her birimiz bir âlem mesîhidir, elimizde her hastalığa bir ilaç vardır.”

48. Kibirlerinden Allah isterse (inşallah) demediler. Allah da onlara insanların âcizliğini gösterdi.

49. “İnşallah” sözünü terk ettiklerini söylemekten maksadım, insanların yürek katılığını ve mağrurluğunu söylemektir. Yoksa arızî bir hâlet olan inşallahı söylemeyi unuttuklarını anlatmak değildir.

50. Hey gidi hey, nice inşallahı diliyle söylemeyen vardır ki canı “inşallah”la eş olmuştur.

51. İlaç ve tedavi nevînden her ne yapıldıysa hastalık arttı, maksat da hâsıl olmadı.

52. O halayıkcağız, hastalıktan kıl gibi olunca padişahın kanlı gözyaşı ırmağa döndü.

53. Kazara sirkencebin safrayı arttırdı. Bademyağı da kuruluk tesirini göstermeye başladı.

54. Karahelileyle kabız oldu, ferahlığı gitti; su, neft gibi ateşe yardım etti.

Padişah, yani Hakk’ı arayan yolcu (mürid) nefsine uyup dünyaya meyledince kalbi hastalandı, sıkıntıya düştü, çareler aramaya koyuldu. Bunun için türlü hekimlere başvurdu; yani derdine dermân olması, kalbini ferahlatıp sükûna erdirmesi için bazı mürşidlerden medet umdu. Fakat her mürşid kâmil olmadığından, yolcunun derdine de dermân olamadılar. 

Bir deyiş vardır: Kendisi himmete muhtaç dede, kime himmet ede?..

Yani, kendisinden beklenen devâ bulma kadrine, kabiliyetine sahip olmak bir yana, bizâtihî kendisi yardıma, devâya muhtaç olan, nasıl bir başkasına yardım edebilir, derdi olana devâ olabilir?..

“Hazreti Mevlâna’ya göre irşâd, kâmil yani olgun insanın hakkıdır” der Hasan Dedemiz ve şöyle devam eder, “Kâmil olmayan mürşidlere inanmamalıdır. Onların kâmil olmadıkları meydana çıkıncaya dek arayış içindeki yolcunun ömrü tükenir. Bu gibi mürşidler halkı aldatmak için dükkan açıp oturmuş kişilere benzer. Onlardan hiç farkları yoktur. 

Kâmil insan, yani mürşid-i kâmil, yolcusunun mantığına hitâb eder, ruhuna hitâb eder, gönlüne hitâb eder; yolcu bu dört yerden gıdasını alır ve orda kendini yetiştirmeye çalışır. Eğer bulduğu mürşid aklına hitâb edemiyorsa, ruhuna hitâb edemiyorsa, gönlüne hitâb edemiyorsa orada hiç durmasın. Neden? Çünkü her saniyesi zâyî oluyor, boşa gidiyor demektir.”

Sultan Veled Hazretleri, Maarif isimli eserinde kâmil mürşid hakkında der ki: “Bir mürşid-i kâmilin yanında oturmak, ibadetten daha üstündür. Onun gölgesinin altında oturmak, Hakk’ın yanında oturmaktır.”

“İnsan olmadan, ney nasıl kendi kendine ses çıkaramazsa, mürşid-i kâmilden de seslenen Allah’tır” der Hasan Dedemiz, “Yani onun sözleri, doğrudan doğruya Allah’ın sözüdür. Allah’ı bulmak için mutlak ve mutlak onu bulmak lazımdır.”

Nitekim, Hazreti Muhammed, selâm olsun üzerine, buyurur ki: “Danışılan kişi, güvenilen bir kimse olmalıdır.”

Abdülbâki Gölpınarlı, “Mesîh kelimesinin, bir şeye el sürmek mânâsında ‘mesh’ten geldiğini söyleyenler vardır” der ve “Mesîh, İsa Peygamberin lâkâbıdır ve Kur’an-ı Kerim’de birçok sûrede ‘Meryemoğlu Mesîh’ diye geçer. Yani doğuştan kutlu olmak, bereketle meshedilmiş ve suçlardan arınmış olmak mânâsındadır” diye buyurur.

Beyit:

“Kendine gel de nefesi kutlu, düğümler çözen, 

Allah dilediğini işler sırrını bilir birisini ara!”

Hasan Dedemiz, “Kendisine kıyâmda bulunulmasını isteyen kişide kibir vardır. Kıyâm ancak Allah’ın huzurunda yapılır. Kibire kapılıp ‘Benim’ diyen benliğe düşer. Benlikten konuşan kişi gerçekte âcizdir. Fakat ‘Ben Allah’ınım!’ diyen ve bütün varlığını, benliğini, Allah’ın varlık deryâsına atan ise, Allah’ın her şeyi çevreleyen sıfatına mazhâr olur. O, her şeyi kapsıyor demektir” der.

Ve Kur’an-ı Kerim’de, “Hiçbir şey hakkında, bunu mutlaka yarın yapacağım deme; ancak Allah dilerse yaparım de ve bir şeyi unutunca Rabbini an ve de ki: Umarım, Rabbim beni bundan daha ziyâde hayra ve doğruya yakın bir şeye erdirir ve bana başarı verir” (Kehf, 23-24) diye buyrulmaktadır.

Abdülbâki Gölpınarlı, ‘İnşallah’ yani ‘Allah dilerse’ sözünü Mevlâna’nın görüşü üzere şöyle açıklıyor: “Mevlâna, ‘Allah dilerse’ sözünün, ağızdan denmesini yeter bulmuyor, gönülden Allah’a sığınmak gerektiğini, hattâ gönlüyle Allah’a dayanan, onun irâdesine bağlanan kişinin bu sözü demese bile, demiş sayılacağını bildiriyor; Allah’ın kudretine sığınmayan adamın, gönlünün kapalı, mühürlü olacağını anlatıyor. Gerçekten de kendisini Tanrı kudretine veren, ona sığınıp dayanan kişi, irâde kudretine, azme sahip olur ve dilediği işi, bu gayretle başarır; kendi kudretine güvenense çok defa hüsrâna uğrar.” 

Nitekim, Hazreti Mevlâna, “Sözlerinizde daima inşallah deyin, ahitlerinizde de Allah dilerse sözünü söyleyin. Çünkü O, gönüle her zaman başka bir meyil verir, her an gönüle başka bir dağ vurur” diye buyurur.

Sonuç itibâriyle, hikâyenin devamında, halayığı tedaviye gelen hekimler, olgunluğun kemâline ve irşâd derecesine ulaşamamış olmalarından dolayı, hastalığı iyileştirmede âciz kaldılar. Hattâ uyguladıkları reçetelerle, fayda vermek bir yana, hastalığı daha da arttırdılar. Sirkencebin safrayı arttırdı. Bademyağı da kuruluk tesiri gösterdi. Karahelile kabza sebep oldu, ferahlık gitti; su, neft gibi ateşe yardım etti.

Halayığın hastalığı artınca, padişah da daha çok ağlayıp inlemeye, kanlı gözyaşları dökmeye başladı.

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XIII

“Onun sıfatlarını bugün burada, 

zâtıını ise yarın görebilirsin.” Gülşen-i Râz (Şebüsterî)

41. Birisinin eşeği varmış, fakat palanı yokmuş. Palanı ele geçirmiş, bu sefer eşeği kurt kapmış.

42. Birisinin ibriği varmış, fakat suyu elde edememiş. Suyu bulunca da ibrik kırılmış!

Hasan-ı Zarîfî şöyle buyuruyor: “Tembel insanlardan olan dünyanın abdalları, dünyada bulundukları müddette kendi kıymetli ve emsâlsiz ömürlerinin kıymetini bilemediler ve onu zâyi ettiler, amelleri ve mârifeti terkettiler. Sonra uhrevî âleme gidince, ahiret yüceliğinin ilim ve amelle ilgili olduğunu gördüler. İlim ve amelde çalışıp çabalamayı amaçladılar ama tâkât bulamayıp feryâd ü figân ettiler. Şöyle dediler: Bir daha bu ateşten çıkmaya yol var mıdır?”

Nitekim, Hazreti Muhammed, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Dünyanın süsü malla, ahiretin süsü amellerledir.”

Ve bir diğer hadîs-i şerifte de şöyle der: “Şu beş cevherin kıymetini bilin: Ölmeden önce hayatın kıymetini, yaşlanmadan önce gençliğin kıymetini, hastalanmadan önce sağlığın kıymetini, fakirlik gelmeden zenginliğin kıymetini, meşguliyet gelmeden önce boş vaktin kıymetini.”

O halde, bu cevherlerin kıymetini bilememek şu şekildedir: Testi varken su bulamadı, su bulunca da testi kırılmıştı. 

“Susamış kimse Hakk’ı arayan yolcudur, suyun kaynağı da İnsan-ı Kâmil’dir. O, susamış kişiye âb-ı hayattır” der Hasan Dedemiz. O halde, vakit geçirmeden insan-ı kâmili bulmak ve testiyi âb-ı hayatla doldurmak gerek.  

Nitekim, Mevlânamız şöyle seslenir bizlere, der ki: “Kendine gel ey yolcu! Kendine gel! Akşam oldu; ömür güneşi batmak üzere… Gücün kuvvetin varken; şu iki günceğizde olsun cömertlikte bulun, iyi işler yap… Elde kalan bu kadarcık tohumu, yani ömrünün geriye kalan son senelerini iyi ek, iyi harca da; şu iki nefeslik ömürden uzun bir ömür elde edesin…

Çok kıymetli olan bu ömür kandili sönmeden aklını başına al da fitilini düzelt, çabucak yağını koy. İyi işler yaparak son günlerini amel ve ibadetle geçir, gönül kandilini uyandır. Aklını başına al da; bu işi yarına bırakma. Nice yarınlar geldi geçti. Hemen tövbe ve istiğfâr ile işe başla ki, ekin mevsimi, iyilik günleri büsbütün geçmesin. Öğüdümü dinle, beden güçlü bir bağdır. Bizi iyilikten alıkor. Hakk yolunda sana engel olur. Yenileşmek, kendini tamir etmek istiyorsan, eskiyi çıkar at; bedene ait isteklerden vazgeç; ruhanî zevkleri, manevî heyecanları ara…”

Hazreti Şems-i Tebrizi’ye kulak verelim, o da diyor ki: “Akıllı insan gerektir ki, bir defa pişman olsun, ömründe bir kere tövbe etsin; bu bir defalık tövbe ve pişmanlık da ona çok utanç versin. Her şeyi kendinde görsün.”

Asıl meselenin, bir şeye hem içiyle hem dışıyla yakın olabilmenin ve onu hem yakından, hem de uzaktan görebilmenin ancak Allah görüşüyle olduğunu söyleyen Hasan Dedemiz şöyle sesleniyor bizlere: “Vücudumuz maddî olduğu için tabiata mahkûmdur ve tabiattan çıkan maddî gıdalarla büyür. İçimizdeki hakiki varlık ise ne yer, ne de içer… Bu bedenin gıdası ‘nafaka’, onun gıdası ise ‘nefhâ’dır, yani kelâmdır.”

Bir gün Hüdâvendigâr Mevlâna’ya, “Allah katına nasıl çıkılır?” diye sormuşlar, onlara şu cevabı vermiş: “Yoklukla çıkılır.” 

Hasan Dedemizin Hakk aşıklarına güzel bir seslenişi var…

“Ey Allah’a gönül veren Hakk aşığı! 

Sen cevher aramaktasın, cevher yokluktadır. 

Yokluktan başka bir şey ararsan, 

Bil ki hüzündür, tasadır. 

Yokluktur şifâ, yokluktan başka ne varsa, 

Bil ki hastalıktır, illettir. 

Dünya tümden bir başağrısı, 

Dünya tamamen bir aldanıştır. 

Yokluk ise dünyada definedir, 

Maksat odur, o da Allah’tır. 

Onu ara bul, ona koş, 

O da Mevlâna’dır…”

“Bizlerdeki bütün varlık, dirilik hepsi Allah’a aittir. Bize ait hiçbir şey yoktur” diyor Hasan Dedemiz, “Göz onun kudretiyle görüyor, dil onun kudretiyle konuşuyor, kulak onun kudretiyle duyuyor, burun onun kudretiyle koku alıyor. Yok eğer bunlar senin elindeyse, o zaman hastalanma ya da yaşlanma bakalım. Bunlara hakim olamadığına göre, demek ki kudret sahibi biri var. O kudret de sana ait değil; o kudret sahibi, bir olan Allah’tır… Çalış, her zerren göz olsun; çalış, her zerren kulak olsun. İnsanın her zerresi göz olursa, ondan artık hiçbir şey gizlenmez; güneşten de üstündür. İnsanın her zerresi kulak olursa, o artık her şeyden haberdârdır, her şeyi işitir. Çünkü artık Hakk ile Hakk olmuştur, Hakk’tan da hiçbir şey gizli değildir.”

Niyâzî Mısrî bir şiirinde şöyle seslenmiş…

“Hakk ilmine bu âlem bir nüshâ imiş ancak, 

Ol nüshâda bu Âdem bir nokta imiş ancak. 

Ol noktanın içinde gizli nice bin deryâ, 

Bu âlem o deryâdan bir katre imiş ancak…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XII

Hasan Dedemizin lütfu, feyizleri ve keremleriyle Pirimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’nın, insanı insana söyleyen, yüce mânâlarla dolu, ölümsüz eseri Mesnevi’nin ilk hikâyesi olan “Padişah ve Halayık”la yolculuğumuza devam ediyoruz. 

Bu hikâyenin baş kahramanları, bir Padişah, bir halayık (câriye), kuyumcu ve Lokman hekim…

Hasan-ı Zarîfî’nin şerhine göre, Padişahtan maksat, Allah yolunu isteyen gerçek sâlikin (müridin) kalbi; halayıktan maksat, onun kuyumcuya, yani dünyevî isteklere tâbî olan nefsi; Lokman hekimden maksat ise müridin nefsini terbiye edecek olan manevî rehber, yani mürşid-i kâmildir.

Abdülbâki Gölpınarlı’nın şerhine göre, “Bu hikâyede anlatılmak istenen Mevlâna ile Şems’in buluşmasıdır.

Hikâyede geçen ilahî hekimin gelişi, Padişahla buluşması, Tebrizli Şemseddin’in Konya’ya gelip, Mevlâna ile buluşmasını hatırlatır. Esasen hikâyenin 143. beyiti, “Fitneyi, kargaşalığı ve kan dökücülüğü araştırma, Şems-i Tebrizi’den bundan fazla bahsetme” diyerek Şemseddin’i birinci planda tutar. Hikâyenin 123. beyitinde, “Şemseddin’in sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi başını çekti, gizlendi” ve 142. beyitinde de, “Bu âlemi aydınlatan güneş” ithâfıyla Şemseddin’in adı geçer.

Hikâyede Mevlâna âdetâ, Şems gelince geçici aşktan gerçek aşka, zahitlikten ârifliğe, maddeden mânâya, ilimden irfâna, aşıklıktan maşukluğa ulaştığını ve vehme dayalı olan bağımlı varlığının yok olduğunu anlatmaktadır.”

Hasan Dedemiz bir sohbetinde, “Hüdâvendigâr Mevlâna, Peygamber Efendimiz gibi ümmî değildi, bir çok bilgilere sahipti. Fakat Şems-i Tebrizi’yle buluşunca bütün bilgilerini bir kenara bıraktı” der ve “Hüdâvendigâr Mevlâna, babası Sultan’ül Ulemâ’dan zahiri bilgileri, ilk şeyhi Seyyid Burhaneddin Efendi’den batınî bilgileri öğrenmişti. Şems-i Tebrizi’yle buluşunca ondan ledünnî bilgileri elde etti ve artık zahirî ilme el atmadı, her yere içinden gelen ilhamlarla, o güzel duygularla baktı, sevgiyle aşkla ortaya çıktı. Mevlâna, Şems’i bulana kadar ümmî değildi, ama Şems’i bulduktan sonra ümmî oldu… Hüdâvendigâr Mevlâna, zahirî ilmi bırakıp aşk ilmine geçince, câmiden, medreseden uzaklaştı, artık aşk âleminde yaşamaya başladı” diye anlatır.

Hikâye

Padişahın bir halayığa aşık olup satın alması, halayığın hastalanması, onu iyi etmek için tedbîri!

35. Ey dostlar! Bu hikâyeyi dinleyiniz. Hakikatte o bizim bugünkü hâlimizdir.

36. Bundan evvelki bir zamanda bir Padişah vardı. Hem dünya, hem din saltanatına malikti.

37. Padişah, bir gün hususî adamlarıyla av için hayvana binmiş, gidiyordu.

38. Ana caddede bir halayık gördü, o halayığın kölesi oldu.

39. Can kuşu kafeste çırpınmaya başladı. Mal verdi, o halayığı satın aldı.

40. Onu alıp arzusuna nâil oldu. Fakat kazârâ o halayık hastalandı.

Hasan Dedemiz, “Her gün aslında bugündür” der, “dün ve yarın diye bir şey yoktur, dünü bugünü tâyin eden güneştir. Batmayan güneşi bulanlar için, zaman diye bir şey kalmaz.”

“Bu hikâye temsil yoluyla anlatılmıştır, onu gönül kulağıyla dinlemek gerekir, inkâr edenlerin kulağıyla değil” diyor Hasan-ı Zarîfî ve ekliyor, “Ey ilahî sırlara tâlip olan, sonsuz makamları arayan kişi! Bu hikâye senin tarîkat yolunun anlatılışıdır. Bil ki bu, velîlerin tarîkat yolunun açıklanmasının temiz hikâyesinden başka bir şey değildir.”

Tekrar hatırlayalım… Padişahtan maksat, Allah yolunu isteyen gerçek müridin kalbiydi.

Bu kalb, evvelki bir zamanda, ruhun vücud bulmadan önceki hâli gibi tertemizdi, hem dünya hem din saltanatına sahipti.

Hasan Dedemiz der ki: “Ruh, bedene intikâl etmeden önce berrak suyu andırırdı. Suyu bir kaba döktüğünüz zaman, kap ne renkteyse su da o rengi alır. İnsanların da içinde nasıl bir düşünce, nasıl bir muhabbet varsa, ruh da o düşünce ve muhabbetle kendi özünü kaybeder veya bulur.”

Nitekim, Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerifinde, “İnsanoğlunun bedeninde bir et parçası vardır. O et sağlıklı olunca bütün beden sağlıklı olur, hastalanınca bütün beden hastalanır. Dikkat edin, o et parçası kalptir” diye buyurur. 

Hasan-ı Zarîfî, 37. beyitte geçen padişahın ‘hususî adamlarıyla, av için’ tanımlamaları hakkında, hem zahirî özellik ve kuvvetlerle hem de batınî hisler ve kuvvetlerle, kutsal ilhamları ve gözlemlenen tecellîleri avlamak olduğunu vurguluyor, ki Hasan Dedemiz de, insandaki nefsin, gönlü maddî isteklere ve arzulara doğru çektiğini; gönlün ise asıl yurduna iştiyâk duyduğunu, mânâya doğru aktığını söyler ve insanın göstermesi gereken asıl gayretin mahîyeti ile ilgili şöyle misâl verir: “Asıl gayret, Allah’a kavuşabilmek için gösterdiğiniz gayrettir. Bu neye benzer; sen türlü yollarla elinden geleni yapıyorsun, çapa elinde denize yol açıyorsun. İnsan gerçekte sudur, ancak testi olduğunu zannediyor… Yolu açan kişinin bedeni bir testi, bir gün gelecek o testi kırılacak. Testideki su, yani ruhun, açılan yola dökülecek. Yol açıksa denize kavuşacak, aslını bulacak. Açılamamışsa o su toprağa gidecek, toprak olacak…”

Nitekim, padişah da doğru yolda giderken, yolda bir halayığa rastladı ve onun kölesi oldu; yani dünyevî isteklere tâbî olan nefsine uydu, hakikatinden uzaklaştı.

Hasan Dedemiz, bedenleri bir kafese benzetir ve “Eğer kendimizi, ruhaniyeti zenginleştiren davranışlarla, hizmetlerle beslersek, kafesimiz türlü güzellikte kuşlarla süslenir. Ama gayretlerimiz hep dünya ve dünya kazançları için olursa, kafesimiz bize zindan olur, bizi güzelliklerden uzaklaştırır. İnsan aslını arayıp bulursa en büyük zenginliğe kavuşur ama aslını bulamazsa ömrünü boşuna geçirmiş olur” der.

Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de, “Kendilerine ilahî kelâmı emanet ettiklerimizden bilgili kimseler önce onu gerçek mânâda anlayarak gönüllerine indirerek okurlar. İşte ona iman edenler onlardır. Her kim de onu inkâr ederse, onlar da zarara uğrayanların kendileridir” (Bakara, 121) diye buyrulmaktadır.

Padişah da nefsinin arzusunu yerine getirince, halayığın hasta olduğunu gördü, mal verdi fakat karşılığında zarara uğradı.

Hasan Dedemizin buyurduğu gibi, “Maddî âlemde yaşayan bir vücud, gıda alamayınca nasıl hastalanır ve ölürse, bizdeki manevî varlık da, aşk gıdası alamayınca hastalanır ve ölür.”

Beyit:

“Peygamberlerin tâcirleri kazanç elde ettiler; renk ve koku tâcirleriyse ziyân! Yılan, güzel mal gibi görünür. İki gözünü de oğuştur da iyice bak! Bu alışverişe gıpta ile bakma, Firavun’la Semud kavminin ziyânını gör!”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XI

“Aşksız ve sevgisiz geçen ömrü, ömürden sayma.” Mevlâna

27. Zamanımı beraber geçirdiğim arkadaşımın dudağına eş olsaydım, ney gibi ben de söylenecek sözler söylerdim.

28. Dildeşinden ayrı düşen, yüz türlü nağmesi olsa bile dilsizdir.

29. Gül solup mevsim geçince artık bülbülden maceralar işitemezsin.

30. Her şey maşuktur, aşık bir perdedir. Yaşayan maşuktur, aşık ölüdür.

31. Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir, vah ona!

32. Sevgilimin nuru önde, artta olmadıkça ben nasıl önü, sonu idrâk edebilirim.

33. Aşk, bu sözün dışarı çıkıp yazılmasını ister; ayna gammaz olmaz da ne olur?

34. Aynan, bilir misin, neden gammaz değil? Yüzünden tozu, pası silinmemiş de ondan!

‘Zamanımı beraber geçirdiğim arkadaşımın dudağına eş olsaydım, ney gibi ben de söylenecek sözler sözlerdim’ beyitinin mânâsını Hasan-ı Zarîfî şöyle yorumluyor, “Bu beyitin mânâsı tâlib olanla ilgilidir. Çünkü Mevlâna bu beyiti tâlibin dilinden söylemektedir. Tâlibin hakikati hâl diliyle şöyle konuşur: Eğer biz de kendi sırdaşlarıyla buluşan velîler gibi olursak onların güzel kelâmlarını ve bilgilerini izhâr edebiliriz. Bu beyitin hakikati, tâliplerin Mevlâna tarafından eğitilmeleri, isteklendirilmeleri ve teşvik edilmeleridir. Mevlâna, bu beyitiyle şöyle demektedir: ‘Ey tâlipler! Mürşid-i Kâmil’in hizmetine çalışınız, onların sohbetinden geri kalmayınız çünkü onların sohbeti sizin için muazzam bir iksir olur, sizi mükemmeleştirir.”

Nitekim, Hasan Dedemiz, “Bizler içimizdeki Kitap’tan konuşuyoruz; yani O ne buyurursa sizlere öyle hitâb ediyoruz. Genelde sohbetler akıla hitâb eder, fakat bizim sohbetlerimiz hem akıla hem de gönüle hitâb eder. Peygamberler, evliyâlar menfaatsiz dostturlar. Onlar bu dünyaya insanları irşâd etmek, gel benim gibi ol, demek için geldiler. Sevdiler, hep sevgiden söz ettiler, hiç usanmadan cemaatlerinin yanlarında bulundular. Onların sözleri ferahlık verip, huzura kavuşturdu. En sonunda gözler açıldı, gönüller büyüdü, ruh ferahlığa kavuştu ve oraya imanla baktılar. Onların gövdeleri kalktıktan sonra kim oraya tam vekâlet ettiyse aynını söyler” diye buyurur.

Hazreti Mevlâna’ya sormuşlar: “Hazreti Muhammed cihanın gülü idi. Bu güzel gül soldu, gitti. Şimdi biz o kokuyu nereden alacağız?” 

Hazreti Pir hiç tereddüt etmeden, “Gülün kokusunu gülsuyundan alacaksınız. O gülsuyu bizleriz. O kokuyu Evliyâullah’tan alacaksınız. Hazreti Muhammed’den ne öğrenmek istiyorsanız bize sorarsınız” diye cevaplamış.

Hazreti Mevlâna, büyük bir aşıktı, her zerresi aşktan sarhoştu; gönül sakası, efendisi Şems’de tamamiyle yok olmuştu. Ondan görünen Şems’di. 

Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde şöyle buyurur: “Demir gönlüm yandı aşkla, alındı masivâdan; tertemiz bir ayna oldu, onun güzel hayalini düşürdü içime. Cevirler vefâ oldu, duruldu bozbulanık sıfatlar. Beşerlik fenâ buldu, Hüdâ sıfatı geldi. Getirin çömlekleri, doldurun tulumları; âb-ı hayat geldi, ilahî saka geldi… Şems geldi.”

Bir sohbet esnasında, Mevlâna, efendisi Şems’i methederken, dinleyenlerden bir zât ağlayarak, “Ah keşke Şems’i tanımış olsaydım, onu görmüş olsaydım” dediğinde, Hazreti Mevlâna cezbeli bir şekilde, “Yazıklar olsun! Benim yüzümdeki sakalın her kılı bir Şems’tir. Sen, Şems’i benim dışımda mı arıyorsun?” diye seslenmiştir.

“Aşık yoktur bu alemde, her zaman varolan maşuktur” der Hasan Dedemiz, “Aşık, maşukta ölmüştür. Eğer ki bizler hem aşık hem maşuk var dersek, ikilik yaratmış oluruz. Bu nedenle, aşık olan kişinin ismi aşıktır ama sureti maşuktur.”

Hasan-ı Zarîfî, “Aşıklar kendi irâdeleriyle ölümü seçenlerdir, maşukun aşkıyla canlıdırlar. Kendi benliklerinden kurtulurlar, maşukun benliği, onların benlikleri hâline gelir” der ve yine şöyle devam eder: “Aşkın, aşıkların kanadı olduğunu bilmek gerekir. Sâlikin, aşkın tâlibi olması ve ilahî aşkın derdiyle sıkıntı çekmesi gerekir, çünkü Allah yolunda aşksız gidilemez. Aşk, sâliklerin ve tâliplerin kanadıdır. Bir kimsede aşk üzüntüsü olmayınca kanatsız kuş gibidir.”

Nitekim, Hazreti Mevlâna da, “Piri seçip ona teslim oldun mu, nâzik ve tahammülsüz olma; balçık gibi gevşek ve sölpük bir halde bulunma. Her zahmete, her meşakkate kızar, kinlenirsen cilâlanmadan nasıl ayna olacaksın?” der.

Ne güzel söylemiş Pirimiz Mevlâna… 

Hazreti Ali Efendimiz de, “Nefsini bilen, Rabbini bilir” buyurmuştur. Şöyle bir deyiş de vardır: “Aynayı tuttum yüzüme, Ali göründü gözüme.”

Hasan Dedemiz der ki: “Allah, sadece bizim kendisinde yok olmamızı bekliyor. İnsan olabilmek için bir İnsan-ı Kâmil’i kendine ayna etmek gerektir. Şimdi herkes ayna oldum diye dışarı çıkıp, aynada kendi yüzünü seyretmeye koyuldu. İnsan tahtada yüzünü seyredebilir mi? Sen önce gönül aynandan kendini sil ki, Allah, senin gönlünde kendisini seyretsin. Bir insan kendisini unutmadıkça aynada kendisini tanıyamaz. Halbuki aynada gördüğü kendisi midir ki? Yine O’dur…”

“Aşk, aşıkların aynasına bakmak ister” diyor Hasan-ı Zarîfî ve aşkın ve aşıklığın hikayesinin aynadan ortaya çıktığını ve aşk sözünün sesinin bu şekilde dünyada yayıldığını vurguluyor.

Nitekim, bir kudsî hadîste, “Bana bir karış yaklaşana, ben bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşana da bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene koşarak giderim” diye buyrulmaktadır.

“Her şeyimizi Allah için fedâ etmemiz lâzım. O zaman Allah bize sahip çıkmaz mı? Çıkar… O vakit, Allah bizi bizden satın alır” der Hasan Dedemiz, “Hakk’ı bilen, bilmek için canından vazgeçer. Ne kadar emek çeker, ne cefâlara katlanır. Eğer canından eser kalsaydı, onun o güzel cemâlini görebilir miydi?..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/X

İlk 18 beyitten sonra Yüce Pir Mevlâna, 19. beyitten itibaren asıl metine giriyor ve insanın arınması için bu yolda öncelikle dünyevî bağlardan kurtulması gerektiğini ve bunun da ancak ilahî aşkla mümkün olabileceğini dile getiriyor ve şöyle sesleniyor bizlere…

19. Ey oğul! Bağı çöz, azâd ol. Ne zamana kadar gümüş, altın esiri olacaksın?

20. Denizi bir testiye dökersen ne alır? Bir günün kısmetini…

21. Hârislerin göz testisi dolmadı. Sedef, kanaatkâr olduğundan inci ile doldu.

22. Bir aşk yüzünden elbisesi yırtılan, hırstan, ayıptan adamakıllı temizlendi.

23. Ey bizim sevdası güzel aşkımız; şâd ol; ey bütün hastalıklarımızın hekimi;

24. Ey bizim kibir ve azâmetimizin ilacı, ey bizim Eflatunumuz! Ey bizim Calinusumuz!

25. Toprak beden, aşktan göklere çıktı; dağ oynamaya başladı, çevikleşti.

26. Ey aşık! Aşk, Tûr’un canı oldu. Tûr sarhoş, Musa da düşüp bayılmış.

Hazreti Ali Efendimiz buyuruyor ki: “Bir toplum vardır, sevab elde etmek için Allah’a kulluk eder; bu tâcirlerin ibâdetidir. Bir toplum da korkudan Allah’a kulluk eder; bu da kölelerin ibâdetidir. Bir bölük de vardır ki Allah’a şükretmek için kullukta bulunur; işte hürlerin ibâdeti budur.”

Abdülbâki Gölpınarlı, “Hürriyet, dünya ve ahiret, madde ve mânâ kayıtlarından kurtulmak, benlik ve bencillikten halâs olmaktır” diyor ve ekliyor, “Yalnız, dünya kayıtlarından kurtulmayı, işten güçten, çalışmaktan, kazanmaktan vazgeçmek, ahiret kayıtlarından kurtulmayı da ibâdetten, sevab ümidinden geçmek gibi ters bir anlayışla anlamamak gerektir.”

Nitekim Hasan Dedemiz de şöyle buyuruyor: “Dünyadan el çekmek, dünyadaki her işi bırakıp, bir kenara çekilip hiçbir iş yapmamak demek değildir. Dünyadan gerçek el çekiş; her şeyin içinde olarak hiçbir şeye bağlanmamak, dünyevî istek ve arzulardan uzak durmaktır, onlara kalbimizde yer vermemektir. Kâinattaki her canlı ve her insan yaşamını sürdürebilmek için çalışmak ve çaba göstermek zorundadır, bu ilahî yasanın gereği ve doğanın kuralıdır. Asıl yiğitlik bunu başarabilmektir. Yoksa kendini dünyadan tamamen uzak tutan, istese de istemese de hiçbir şey yapamaz. Onun için herkesin içinde yaşayarak, her şeyin içinde olarak, Allah rızası için en iyi olanı yapmaya gayret göstererek, topluma yararlı hizmetlerde bulunmak en doğrusudur. Kişinin dünyaya ve dünyevî şeylere duyduğu arzu, istek ve tutkuları; sevgi, iman, irâde ve bilginin gücü ile dengeleyebilmesi gerekir; gerçek el çekmek ancak o zaman mümkün olur.”

Bununla ilgili olarak Hasan-ı Zarîfî de, kalbi testiye benzetiyor ve, “Ey aziz” diyor, “testinin dış görünüşüne bakanların anlayış darlığından kinâye olduğunu bilmek gerekir, çünkü onların kalbi testi gibidir, ancak bir günlük yetecek miktar dışında su almaz. Oysa o büyük Rabbanî âlem, ledünnî bilgiler konusunda muazzam ve sonsuz bir denizdir.”

Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki: “Kanaat eden yücelir, tamah eden alçalır.”

Kanaat, Hazreti Mevlâna’nın nazarında, daimi bir hazineden başka bir şey değildir ve bizlere, “Can konağını aramada isen, sen cansın. Bir lokma ekmek arıyorsan, sen ekmeksin” diye seslenir. 

Nitekim Abdülbâki Gölpınarlı, “Hırstan, benlikten, bencillikten kurtulmak, Mevlâna’ya göre ancak gerçek aşkla mümkündür” diye açıklar.

Bu yolda bizleri hedefe ulaştıracak en hızlı vasıtanın aşk olduğunu söyleyen Hasan Dedemiz de şöyle buyurur, “Allah, bizlerden daima gönül hoşluğu ister, daima kendisiyle beraber olmamızı, bir an dahî ondan ayrılmamamızı ister. Allah daima ister ki, kulları kendisinde yokluğa erişsin de dirilsin… Zirâ, beden hapisanesinden çıkanlar için, âzâb kalmaz. Bunları temizleyecek yegâne şey aşktır. Aşka düşen, dünyanın altında kalmaz, üstünde gezer.”

Hasan Dedemizin şu şiiri aşkı ve aşkın hâllerini çok güzel dile getirmektedir…

“Bir ilahî aşktır vesilesi bu kâinatın, 

Bu aşk ile yanmaktır dermânı aşıkânın. 

Bir derdim var âlemde bin dermânı neylerim, 

Bir canım var bir canda yüz bin canı neylerim. 

Ben bu aşka ezelîden dosta kurbandır canım, 

Bi-nişandır mekânım ben bu mekânı neylerim. 

Ben bu aşka düşmüşüm, yanıp tutuşmuşum, 

Derdi tatlı duygularla pişirmişim, adı sanı neylerim. 

Gayrısından el çekip istediğim derdidir, 

Dertten vermez bana du cihanı neylerim. 

Ben bu aşka erince hayli zaman ağladım, 

Aradığımı bulmuşum çok kişileri neylerim. 

Ben bu aşka yâr oldum, hem Bir ile bir oldum, 

Hem Musa hem Tûr oldum, len-teranîyi neylerim. 

Gün oldu ben fakir ayn, şin, kaf’la dersi, 

Yaradan’dan almışım ilm-i fanîyi neylerim. 

Ben bu derde uğradım yokluğu kâr eyledim, 

Hacc-ı zekâtı, sıfat-ı armağanı neylerim. 

Dede’nin canı aşkın fermânı,

Der onun için imanı, ben isyânı neylerim…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/IX

“Kum bile suya doydu da ben doymadım, hey gidi hey,

Bu dünyada şu güçlü yayımı çekecek, gerecek bir kiriş bile yok.” Mevlâna

15. Bizim gamımızdan günler, zamansız bir hâle geldi; günler yanlışlara yoldaş oldu.

16. Günler geçtiyse, geçip gitsin; korkumuz yok. Ey temizlikte nâziri olmayan, hemen sen kal!

Abdülbâki Gölpınarlı buyurur ki: “Zaman, esasen soyut ve zihnî bir kavramdır. Geçmiş zaman, ancak hatırada, zihinde vardır; gelecekse ufuk gibidir; biz gittikçe o da gider; ulaşmamıza imkân yoktur. Hâl dediğimiz ve içinde bulunduğumuzu sandığımız zamansa boyuna geçmişe akar gider. Asıl olansa aşktır, aşkın olgunluğuna mazhar oluştur.”

Hazreti Mevlâna, “Bizce yüzyılla bir saat birdir… uzun yol, kısa zaman bize göre değil! O uzunluk, kısalık cisimlere göredir, cana nasıl sığar… Bir zaman, zamandan, zaman kaydından kurtuldun mu keyfiyet kalmaz, keyfiyetsiz Allah’a mahrem olursun. Zaman, zamansızlığı bilmez. Zamansızlık âlemine varmak için hayretten başka yol yoktur…” diye buyurur.

Ve kâmil mürşidin zamandan dışarı oluşunu şöyle dile getirir: “Hâl, güzel bir gelinin cilvesidir; makâm ise o gelinle halvet olup vuslatına erişmektir. Gelinin cilvesini Padişah da görür, başkaları da. Fakat onunla vuslat, ancak aziz Padişaha mahsustur. Gelin, havasa da cilve eder, avama da. Ama onunla halvete giren ancak Padişahtır. Sufîler içinde hâl ehli çoktur, fakat aralarında makâm sahibi nadirdir. O halîfe, elçiye can menzillerini söyledi, ruh seferlerini anlattı. Zamandan dışarı olan, zamana sığmayan bir zamandan, azâmete mensup kudsiyet makâmından, ruh simurgunun, bu âleme gelmeden önceki geniş uçuşlarından bahsetti. Ruhun, o âlemde bir uçuşu, ufukları aşıyordu; iştiyâk çekenlerin ümitlerinden de ileri gidiyordu, hırslarından da! O, o yabancı çehreli zâtı tam dost buldu, canının Allah sırlarını dilediğini anladı. Şeyh, kâmildi, tâlibin de tam bir isteği vardı. Yolcu çevikti, at da kapıdaydı. O mürşid, onun irşâd edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; tertemiz tohumu, temiz yere ekti…”

Nitekim, Abdülbâki Gölpınarlı, “Mevlâna’nın burada hitâb ettiği gerçek dost hiç şüphe yok ki Mesnevi’nin meydana gelmesine sebep olan ve kendisine bir ayna kesilen Çelebi Hüsâmeddin’dir. Mevlâna, kendisinin tam mazharı olan halifesine ‘Sen kal’ dedikten sonra, 

17. Balıktan başka her şey suya kandı, rızkı olmayana da günler uzadı.

diye buyuruyor. Buradaki balıktan maksat, benliğinden kurtulup kendini topluma veren, izâfî varlığından geçip gerçek varlık denizine dalan kişidir. Böyle kişinin yaşayışı, o su yüzündendir; sudan çıkarsa ölür. Bu bakımdan da suya kanmaz da kanmaz. Vuslata doymaz da doymaz” diye buyurur.

18. Ham, pişkinin hâlinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselam.

Hasan Dede şöyle buyurur: “Ne diyor Mevlâna?… ‘Hamdım, piştim, yandım..’ Eğer pişmeseydi Mevlâna, Mevlâna olamazdı. ‘Hamdım’ dedi, yani zâhir ilimi tahsil ettim; şeref sahibi, ilim sahibi, gurur sahibi oldum, fakat bana bir fayda vermedi, demek istedi. Sonra, ‘Piştim’ dedi, yani Şems, benim O olduğumu söyledi, ama ben bu noktada kalsaydım, benlikte kalmış olurdum, demek istedi. En sonunda da, ‘Yandım’ dedi, bu sözüyle de şunu anlatmak istedi: Sevgili, aşığına her dakika değişik bir yüzle zuhurunu gösterir ve onu yakar. İşte Mevlâna yandı. Aşk, iman ettiğin yerde yanmaktır…

Hazreti Mevlâna’ya, ‘Aşkı bize söyler misin, aşk nasıldır?’ diye sormuşlar. ‘Nasıl söyleyeyim, benim gibi ol da anla’ demiş. İnsan kolay kolay duygusunu ortaya koyamaz, o duygu onu alır, başka âlemde tutar. Onun için tatmayana aşkı anlatamayız. Kim tatmışsa aşkı, onunla rahat konuşulur. Akıllıda akıl bırakmaz, akılsızı da akıllı yapar. Tanrı her şeyin üstündedir. Kişi ona yönelirse o aşkla üstünden gaflet gider, Hakk’ın güzellikleri aşıkta görülür.”

Ve Hasan Dede bu yolda gayret sarfetmekten vazgeçmememiz gerektiğini nasihat ediyor ve şöyle buyuruyor… “Hiç hatırdan çıkarmayın; çalışanın hakkını Allah teslim eder! İstek, arzu ve heyecanla gösterilen gayret, aslında Allah’a kavuşabilmek için gösterdiğiniz gayrettir. Bu neye benzer; sen türlü yollarla elinden geleni yapıyorsun, çapa elinde denize yol açıyorsun. İnsan gerçekte sudur, ancak testi olduğunu zannediyor… Yolu açan kişinin bedeni bir testi, bir gün gelecek o testi kırılacak. Testideki su, yani ruhun, açılan yola dökülecek. Yol açıksa denize kavuşacak, aslını bulacak. Açılamamışsa o su toprağa gidecek, toprak olacak… Testi, gönlünü ne kadar büyütürse okyanusu o kadar içine alır. Gönül büyümeden olmaz. Ne güzel söyler Yüce Mevlâna… ‘Balıktan başka herkes suya kandı. Nasipsiz olanın da günü uzadıkça uzadı.’..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/VIII

“Aşktır bizim Peygamberimizin yolu,

Biz aşkın çocuklarıyız, annemiz aşktır bizim.” Mevlâna

13. Ney, kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnûn aşkının kıssalarını söylemektedir.

14. Bu aklın mahremi akılsızdan başkası değildir, dile de kulaktan başka müşteri yoktur.

Hazreti Mevlâna’nın bahsettiği kanla dolu yoldan maksat nefs terbiyesidir. Bununla ilgili olarak, nefsi cehenneme ve yedi başlı ejderhaya benzetir ve şöyle buyurur: “Ey padişahlar! Dışarıdaki düşmanı öldürdük; içimizde ondan beter bir düşman daha var. Bunu öldürmek, aklın fikrin işi değil… Cehennem, bu nefistir; cehennem, bir ejderhadır ki harareti denizlerle eksilmez. Yedi denizi içer de yine kocakarıya benzeyen nefsin harareti ve coşkunluğu azalmaz… Bizim nefsimiz de cehennemin bir parçasıdır. Nefsi öldürecek ayak da ancak Hakk’ın ayağıdır. Zaten nefsin yayını Hakk’tan gayrı kim çekebilir? Yaya ancak doğru ok koyarlar. Bu yayın ters ve eğri okları da vardır. Ok gibi doğru ol da yaydan kurtul! Çünkü her doğru okun, yaydan fırlayacağına şüphe yok…”

Hasan Dedemiz de bizlere, “Dünya nedir?” diye soruyor ve şöyle devam ediyor, “Dünya imtihan yeridir. Bu dünyada gönlünü Allah’a değil de, Allah’ın vehimlerine kaptıranlar, sonunda onlar gibi yokolup gitmeye mahkumdurlar.” 

Ve yine Yunus Emre’den bir hikaye dile getiriyor ve diyor ki: “Bir gece Yunus Emre bir mânâ görüyor. Mânâsında sonsuz güzellikte öyle bir yere geliyor ki, dünya güzellikleri bu güzelliklerin yanında çok sönük kalıyor. 

Hayranlık içinde dönüp orada bulunanlara, ‘Burası neresidir?’ diye soruyor.

Ona, ‘Burası cennet-i ala’dır’ diye cevap veriyorlar. 

Bunun üzerine Yunus hemen, ‘Peki o zaman buranın sahibi nerededir?’ diye soruyor. 

O zaman Yunus’a diyorlar ki: ‘Sen daha ölmedin, ey Yunus! Sevgilinin yüzünü göremezsin.’ 

İşte Yunus bu cevabı duyar duymaz feryâd ediyor: ‘Beni buradan çıkarın. Yedi denizi cehennem hâline getirin, beni oraya koyun. Buraya aldığınız zaman beni Sevgiliyle alın…’ 

Yani aşığa cennetler verseler, saraylar, köşkler verseler, orada onun Sevgilisi yoksa her yer ona zindan görünür. İşte bu yüzden aşığın en büyük varlığı Sevgilisidir. Onun dışında kalan her şey değersizdir… 

Akıl gözü ile kısa menziller görülür ama kalp gözüyle çok şey görülür. Dar bakışla insan çok şey kaybeder. Bütün dava bulunduğumuz yoldur. Âriflerin yoludur; irfâniyettir. Kimliğine ulaşmaktır ve kimliğinle yaşamaktır. Hakk yolu, yani insan olmak, kolay bir yol değildir.

Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: ‘Allah’ı öyle çok zikredin ki, ta ki size mecnûn desinler.’

Bugün, Hazreti Mevlâna kadar aşkı yaşayan biri daha çıkmamıştır. Onun kadar aşktan dil döken biri de çıkmamıştır. Öyle ki, bir gün evine giderken bir ayakkabısı ayağından çıkıyor yolda kalıyor ama o farkında bile olmuyor. Çünkü o anda dalmış, mecnûn haline dönmüş, hem yolda yürüyor hem aynı zamanda Şems’le rabıta kurmuş onunla konuşuyor. O anda Şems’in güzelliklerini seyrediyor, doğal olarak ne ayakkabısı geliyor aklına ne cübbesi… 

Bu hâlleri yaşamıştır Mevlâna ve yaşamış olduğu için de bizlere, eğer onun gibi bu hâllere düşecek olursak ona yönelmemizi söyler. Çünkü böyle bir durumda ancak o bizleri tekrar eski hâlimize çevirebilir. Yoksa bir meczub olur ve başımızı da, aklımızı da kaybeder gideriz.”

Hüdâvendigâr Mevlâna’mız bir kasidesinde, kanlarla dolu olan yolu denizden misâl vererek şöyle anlatıyor ve diyor ki: 

“Başımızı ayak edindik de, sonunda hakikat ırmağını aştık, kâinatı birbirine vurduk, biz dışarı fırladık, bizim kâinatla bir ilgimiz kalmadı. 

Üstüne bindiğimiz aşk burakı, arşın burakıydı. Bu yüzden bir sıçrayışta gökyüzüne vardık. 

Ne olduğunu, nasıl olduğunu bir türlü anlayamadığımız, o eşsiz padişahın tahtının önüne varmak için, âlemi zerreler gibi birbirine vurduk, birbirine kattık.

İlk menzil olarak kanlarla dolu bir deniz göründü. Kanlı ayaklarımızla dalgaları aşıp geçtik. 

Hakk yolunda ilerlerken, insan anlayışı, insan vehmi, insan aklı, hepsi de yolda dökülüp saçıldı. 

Çünkü biz, insanın etrafını saran altı yönü de aştık, gerilerde bıraktık. 

O eşsiz Leylâ’nın Mecnûn’larının bulunduğu sınıra gelince, atımız serkeşlik etti, zapt edemedik. Mecnûn’un sınırını da aştık. 

Yaptığımız ibadetlerle, iyiliklerle gurura kapılıp Karun’a benzeyen nefs, yerin dibine geçti. 

Ondan sonra ercesine onun hazinelerine doğru at sürdük. 

Çöllerde, ovalarda onun aşk nuruyla aştığımız yollardan bir zerresini bulsaydı, çöl de, ova da canlanırdı.”