MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XVI

“İki yay kadar kaldı araları, yahut daha da yakın.” (Necm, 9)

66. Vade zamanı gelip gündüz olunca… güneş doğudan görünüp yıldızları yakınca.

67. Rüyada kendine gösterdikleri zâtı görmek için pencerede bekliyordu.

68. Bir de gördü ki, fazîletli, fevkalâde hünerli, bilgili bir kimse, gölge ortasında bir güneş.

69. Uzaktan hilâl gibi erişmekte, yok olduğu hâlde hayal şeklinde var gibi görünmekte.

70. Ruhumuzda da hayal, yok gibidir. Sen bütün bir cihanı bir hayal üzere yürür gör!

71. Onların başları da, savaşları da hayale müstenittir. Övünmeleri de, utanmaları da bir hayalden ötürüdür.

72. Evliyânın tuzağı olan o hayaller, Tanrı bahçelerindeki ay çehrelilerin akisleridir.

73. Padişahın rüyada gördüğü hayal de o misafir Pîrin çehresinde görünüp duruyordu.

74. Padişah bizzat mabeyncilerin yerine koştu, o gaybden gelen konuğun huzuruna vardı.

75. Her ikisi de aşinâlık öğrenmiş bir tek denizdi, her ikisi de dikilmeksizin birbirine dikilmiş, bağlanmışlardı.

76. Padişah: “Benim asıl sevgilim sensin, o değil. Fakat dünyada iş işten çıkar.

77. Ey aziz, sen bana Mustafa’sın. Ben de sana Ömer gibiyim. Senin hizmetin uğruna belime gayret kemerimi bağladım” dedi.

Bu hikâyede anlatılmak istenen, Mevlâna ile Şems’in buluşmasıdır, demiştik.

Sultan Veled Hazretleri, İbtidânâme adlı eserinde, Mevlâna ile efendisi Şems’in buluşmalarını şöyle anlatır: “Dileyen, sevgilisine aşkı gerçekse, sonunda dileğine ulaşır. Çünkü arayan bulur; ne mutlu o kişiye ki ona kul olmuştur. Kul, gerçekse, padişah demektir; çünkü sevgili, ona aşık olur. 

Onun da Hızır’ı, Tebrizli Şems’ti; o, öyle bir erdi ki ona kavuşsan, onunla buluşsan, hiçbir kimseyi bir arpa tanesine bile almazsın; karanlıklar perdelerini yırtar geçersin… Mevlâna, Allah katında, gerçeklik, temizlik bakımından herkesten daha ileriydi, daha hastı. Allah, Şems’in ona yüz göstermesine, o suretle de yakınlığının daha da artmasına razı oldu. Diledi ki artık başkasına tamah etmesin, başkasının sevgisini gönlünden atsın; âlemde, tek kişi olsa, çağının özü-özeti bulunsa bile ondan başka hiç kimseyi aramasın; kimseye bu ihsandaki özellik nasîb olmasın, bu buluşmaya ancak o nâil olsun. 

Bir hayli bekleyişten sonra Şems’in yüzünü gördü; sırlar, ona gün gibi aşikâr oldu. Görülmesi mümkün olmayanı gördü; kimseden duyulmayacak şeyleri duydu. Niyâz ederek onun kokusunu aldı da perdesiz olarak yüzünü gördü. Ona aşık olup elden çıktı; yanında yücelikle alçaklık bir kesildi. Onu evine çağırdı; padişahım dedi, bu sözü şu dervişten işit; evim sana lâyık değil ama gerçek olarak sana aşıkım ben. Kulun nesi varsa, ne elde ederse, şüphe yok ki hepsi, efendisinindir. Bundan böyle ev, senin evin; tam bir inançla dosdoğru hareket et. Bundan sonra ikisi de hoş bir suretle yürüdüler; sevinerek, gülerek eve doğru yol aldılar…”

Kur’an-ı Kerim’de, Kehf sûresinin 90. âyetinde şöyle buyrulmaktadır: “Güneşin doğduğu yere ulaşınca onu, kendileriyle güneş arasına örtü koymadığımız bir halk üzerine doğar buldu.”

Hasan Dedemiz, “Bu cihanın Kutbu, insanların gözbebeğidir, onu arayıp bulmak gerekir” diyor ve Pîrimiz Mevlâna da, Kutub için şöyle bir dil sarfediyor ve diyor ki: “O aslandır, işi gücü avlanmaktır. Halk onun artığı ile geçinir. O akla benzer, halksa onun uzuvlarıdır. Kutub kendi çevresinde döner dolaşır, göklerse onun çevresinde. Hatta o, işte O’dur! Güneş, yüzünü insan sureti ile örtmüş, insan suretinde gizlenmiştir. Artık anlayıver!..”

Padişah da, rüyasında gördüğü o zâtı beklemeye koyuldu. Sonunda beklediği o zât, uzaktan bir hilâl gibi erişmekte, yok olduğu hâlde hayal şeklinde var gibi görünmekteydi; fazîletli, fevkalâde hünerli, bilgili bir kimseydi, gölge ortasında sanki bir güneşti…

“Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? İsteseydi onu sabit kılardı. Sonra biz, güneşi de, o gölge üzerine bir delil yaptık.” (Furkân, 45)

Hazreti Mevlâna, “Kimin canı, heveslerden arınmışsa derhal tertemiz Tanrı tapusunu, Tanrı dergâhını görür… Seni kötülüğe sevk eden vesveselere yoldaş oldukça ‘Semme vechullah’ı nasıl bilebilirsin? Kimin kalbinde kapı açılırsa gönül göğünde yüzlerce güneş görür. Yıldızların içinde ay nasıl görünürse başkaları arasında Tanrı da öyle görünür” diye buyurur.

Abdülbâki Gölpınarlı, “Hayal, hakikat karşılığıdır” diyor, “Gerçekte olmayan, hayal kuvvetiyle zihinde beliren, bir sebeple göze görünen şekillere denir. Hilâl, ilk gece pek ince olduğu için her göz göremez; görülse bile hayal gibi görünür. Mevhum varlığını bırakan, bu günün deyimiyle ferdîyetinden, benliğinden, bencilliğinden geçen kişiyse, kendisi için yaşamaz, onun bütün varlığı, halkındır; o, Hazreti Muhammed’in ahlâkıyla ahlâklanmıştır; varlığı âlemlere rahmet olmuştur.”

Nitekim, Hazreti Muhammed Efendimiz bir hadîs-i şerifinde, “Yüce Allah’ın öyle kulları vardır ki Allah onları, insanların ihtiyaçlarını gidermeye memur etmiştir. İnsanlar ihtiyaca düştüler mi, onlara sığınırlar; onlar Allah’ın azâbından emindirler.”

Abdülbâki Gölpınarlı şöyle devam ediyor: “Bu çeşit kişiler, görünüşte vardır; fakat varlıkları, kendilerinin olmadığı için hayale benzetilebilirler. Âlem de Allah’ın hükümlerinin, eserlerinin, kudretinin, hikmetinin aynasıdır; iki yokluk arasında bir varlık gibi görülür, âdetâ hayaldir. Görünüşte vardır; gerçekteyse yoktur. Halkın barışı, savaşı, övünmesi, yerinmesi birer hayalden ibarettir.”

Bundan dolayı Mevlâna, 72. beyitte, ‘Evliyânın tuzağı olan hayaller, Tanrı bahçelerindeki ay çehrelilerin akisleridir’ diye buyuruyor.

Abdülbâki Gölpınarlı, bununla ilgili olarak, “Esmâ yoluyla yol almak isteyenler, esmânın verdiği zevkle, o zevke düşkünlükle hayallere dalarlar; rüyalara kapılırlar, keşiflere, kerâmetlere ehemmiyet verirler. Fakat ehemmiyet verdikleri şeylerin hepsi de Tanrı’nın gülbahçesindeki ay yüzlülerin ışıklarının vuruşudur ancak. Maksatsa, o ay yüzlülere kavuşmak değildir. Bunların zevklerine dalanlar, gerçeğe ulaşamazlar; hattâ kendilerinden kerâmetler zuhûr ettikçe benliğe bile düşerler; bu yüzden yollarından kalırlar; hattâ Tanrı kapısından bile sürülebilirler. Müsemmâ yoluyla yol alanlarsa aşkı ve cezbeyi kılavuz edinirler; o cezbenin ateşiyle varlıklarını yakarlar; maksada ulaşırlar.”

Niyâzî Mısrî,

“Âdeme eşyada esmâ görünür,

cümle esmâdan müsemmâ görünür…” 

beyitinde esmâ ve müsemmânın farkını dile getirmektedir.

“Asıl olan esmâdan hüsnâya varmaktır” diye buyurur Hasan Dedemiz ve bir hikâyede, Hazreti Şems’in bir gece yolda giderken birine rastladığını ve bu zâtın bir leğen içinde ay’ı seyrettiğini anlatır.

Hazreti Şems sorar, “Efendi, gecenin bu vaktinde leğene su koymuş bakıyorsun, ne seyrediyorsun o leğen içinde?”

“Ay’ı seyrediyorum.”

“İlâhî…” der Şems, “ensende çıban mı var da başını kaldırıp ay’ı gökyüzünde seyretmiyorsun?..”

“Hakk yolunda hakikate varmak sözle olmaz, inandığını yaşamakla olur” der Hasan Dedemiz, “Hakk yolunda yürüyen aşık ilahî sevgiyi gönlünde hissedince onun için baht da budur, devlet de budur; zevk de budur, yaşayış da budur. Onun için bu aşktan, bu sevdadan başka bir alışveriş, başka bir kâr yoktur.”

Nitekim hikâyede, Padişah da bizzat mabeyncilerin yerine koştu, yani hayal perdelerini aştı ve, o gaybden gelen konuğun huzuruna vardı. Her ikisi de birbirlerine aşinâ bir tek deniz gibiydiler, her ikisi de dikilmeksizin birbirine dikilmiş, bağlanmışlardı…

“O, birbirine kavuşmak üzere iki denizi salıverdi.” (Rahmân, 19)

Padişahın mecazî olan aşkı ilahî aşka dönüştü, “Benim asıl sevgilim sensin, o değil” dedi ve “Ey aziz, sen bana Mustafa’sın. Ben de sana Ömer gibiyim. Senin hizmetin uğruna belime gayret kemerimi bağladım” diyerek teslimiyetle hizmete koyuldu.