MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXV

“Eğer Pîr-i Mugân sana, seccâdeni şarap küpüne daldır, derse; tereddüt etmeden seccâdeni şarap küpüne daldır.” Hâfız-ı Şirâzî

Yüzbinlerce taklit ve istidlâl ehlini, pek cüzî bir vehim, şüpheye düşürür.

Çünkü taklitleri de istidlâlleri de, hattâ bütün kolları, kanatları da zanla kâimdir.

O aşağılık şeytan, bir şüphe meydana getirir. Bütün bu körler tepetakla düşerler.

İstidlâlcilerin ayakları tahtadır. Tahta ayaksa pek kudretsiz pek kararsızdır.

2125. Sebâtıyla dağları bile hayrân eden ve basîret sahibi olan zamanın Kutbu ise böyle değildir.

Çakıl üstüne baş aşağı düşmemek için körün ayağı sopadır, sopa.

Askerin, yâni din ehlinin üstünlüğüne sebep olan o binici kimdir? Gören padişah!

Her ne kadar körler sopa ile yol görmüşlerdir ama yine sezgi sâyesinde.

Dünyada tasavvuf ehli padişahlar olmasaydı bütün körler ölürlerdi.

2130. Körlerin elinden ne ekmek gelir, ne biçmek gelir, ne alışveriş gelir, ne de kâr ve kazanç.

Tanrı, onlara merhamet ve inâyet kılmasaydı onların istidlâl değnekleri hemencecik kırılırdı.

Bu sopa nedir? Kıyaslar, deliller. O sopayı onlara kim verdi? Gören Tanrı?

Sopa, mâdemki savaş ve kavga âletidir; ey kör, o sopayı kır, paramparça et!

O size sopa verdi de öyle meydana çıktınız. Sonra da kızgınlıkla o sopayı yine ona vurdunuz.

2135. Ey körler gürûhu! Ne iştesiniz, ne yapıyorsunuz? Aranıza bir gören kişi alın!

Sen de sana sopa verenin eteğini tut. Bak bir kere Âdem Peygamber istidlâl ve isyân yüzünden neler çekti?

Musa ve Muhammed’in mucizelerine dikkat et. Sopa nasıl yılan şekline girdi, direk nasıl irfân sahibi oldu?

Sopa yılan şekllne girdi, direkten de inilti duyuldu. Bu mucizeleri, dini izhâr için günde beş kere ilân ederler.

Bu din lezzeti eğer akla aykırı olmasaydı bunca mucizeye hâcet var mıydı?

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, ’Bu mucizeleri, dini izhâr için günde beş kere ilân ederler’ sözündeki maksat, günde beş kere okunan ezanlardır; ezan namaza davettir.

“Allah en büyüktür, Allah en büyüktür, Allah en büyüktür.

Allah’tan başka ilâh olmadığına şehâdet ederim.

Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şehâdet ederim.

Haydin namaza, haydin namaza.

Haydin kurtuluşa, haydin kurtuluşa.

Allah en büyüktür, Allah en büyüktür.

Allah’tan başka ilâh yoktur.”

Sabah ezanında “Hayye ale’l-felâh” cümlesinden sonra iki defa “Essalâtü hayrün mine’n-nevm – Namaz uykudan hayırlıdır” denir.

Günde beş sefer okunan ezanın sözlerinin derinine indiğimizde, her beş vakitte bir şehâdet getirmekteyiz; fakat düşünmemiz lâzım, bakalım şehâdetimizde yaşıyor muyuz?

Şehâdetin mânasını Hasan Dede, selâm olsun üzerine, şöyle anlatır: “Şehâdetin mânâsı: Eşhedü en lâ ilâhe illallah; yâni, şehâdet ederim bütün cihan boş, ancak sensin, o Allah. Ve eşhedü enne Muhammeden abdûhu ve resulûhu; yine şehâdet ederim Allah’ım, Hazreti Muhammed gibi sana kulluk edeceğim ve topluma senden söz edeceğim, demektir. İşte sadıkların şehâdeti budur. 

Fakat malesef bugün tekbîr getirerek kardeş kardeşi öldürmektedir. İslâm olmak ne demektir? Muhammedî olmak demektir. O’nun gibi insanlara rahmet olmaya çalışmaktır, lânet değil.”

Nitekim Hazreti Pîr Efendimiz de, şehâdet, yâni şâhit olmak konusunda şöyle buyurmaktadır: “Neden ezel hakiminin mahkeme koridorlarında susup duruyoruz? Biz buraya davranışlarımızla şâhitlik etmeye gelmedik mi? Neden Hazreti Muhammed’in emirlerine uyarak, insan gibi yaşayarak şâhitliğimizi, kulluğumuzu yerine getirmiyoruz?”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm üzerine olsun, bir hadîs-i şerîfinde, “Beş vakit namaz, insanın kapısının önünden akmakta olan ve her gün beş kere içine dalınıp yıkanılan nehir gibidir” diye buyurur.

Namazın hakîkati hakkında, Yüce Pîr Mevlâna, Fihî Mâ-Fîh’de bakın nasıl bir dil sarfeder: “Namazın canı namazdan üstündür. Namazın canı imandır. İman namazdan üstündür. Çünkü namaz, beş vakitte farzdır; imansa sürüp giden bir farz. Namaz, bir özürle kılınmayabilir, geciktirilmesi caizdir; burda da imanın namazdan bir üstünlüğü var; çünkü iman hiçbir özürle bırakılamaz, geri atılamaz. Namazsız imanın faydası vardır, imansız namazsa fayda vermez; iki yüzlülerin namazı gibi…” 

Namaz kılmak kabullenmektir. Peki neyi, kimi kabullenmektir? Erkânın sahibini, kâinatın nuru Hazreti Muhammed Efendimizi…

Hasan Dede, “Namazsız olunur, fakat imansız olunmaz. Namazın hakîkati imandır. Fakat malesef toplum âdet yerini bulsun diye, Allah’a borç ödemeye namaz kılmaktadır” der, “Namaz kılanın gönlünde Hazreti Muhammed yok ise, o namaz da yoktur, boşuna kılınmıştır. Düşünecek olursak Allah’ın bizim namazımıza ihtiyacı var mıdır? Yoktur. Ama bizim Allah’a ihtiyacımız var. Bizim Allah’a yönelmemiz lâzım, Onu bilmemiz lâzım, kendimizde ruh etmemiz, nur etmemiz ve öyle yola koyulmamız lazım.

Tasavvuf ehli, namaza durur durmaz Hazreti Muhammed’i düşünür, kalbinde en güzel yeri ona verir. Namazda ağlar inler, beni o güzel cemâlinden mahrûm etme, bilerek bilmeyerek yaptığım hatalarımı affeyle diyerek onunla konuşur. Hep bu dünyaya ait isteklerde bulunmaz, dünyayı namazına sokmaz. Çünkü namaz mîraçtır, Resulallah ile temiz bir görüşmedir.

Bakın, namazda secdeye vardığımızda üç sefer, ‘Sübhâne Rabbiye’l-âlâ’ diyoruz. Bunun mânâsı nedir? Allah’ım senden güzel yok, senden âlâ yok, demektir. Mâdem ki, O’ndan güzel yok, O’ndan âlâ yok ve mâdem ki, senden gören O, senden duyan işiten O, senden dua eden, söyleyen O… o hâlde şimdi yüzümüzü secdeden kaldırdığımızda yine O’nun gözüyle bakalım etrafımıza, O’nun güzelliklerini dile getirelim, O’nunla çıkalım yola, O’nun dışına çıkmayalım.

İnsan aradığı ‘Kudret Sahibi’ni kendinde bulmalıdır. Allah, bizleri sevgi için, sevmek için yaratmıştır. Allah’ın en büyük mucizesi, sizsiniz, sizlersiniz…”

Kasîde:

“Nurlarla dolu olan o güzel gözler sevgilinin bakışı ile mest olmuş. Gözyüzü bile o gözler yüzünden tir tir titremededir. 

Bilhassa Hakk’ın huzurunda el bağlayıp namaza durduğu zaman, kendisine ihsân edilen nur, meleklerin de, insanların da kıblesi olmuştur. 

O güzel varlığın yüzünde ilâhî nurun göz kamaştırıcı bir şekilde parladığı anda, onun ayaklarına başını koymayan, benlik yüzünden ona secde etmeyen kişinin özü gerçekten de şeytandır!

O anda o güzel yüzde ilâhî bir nur görmeyen kişi, cansız bir beden gibidir. Şeytandan da aşağıdır. 

Onun nurlu yüzü, erlerin kıblesidir. Eğer sen de er isen onun heybetli yüzüne karşı gönlünü yerlere ser! 

Elini sinenden çek! Ne diye şaşkın şaşkın bakıp duruyorsun? O anda sevinerek ona canını ver! Zaten isteyen de odur. 

Aklını başına al da neyin var neyin yoksa hepsini suya at! O aşk suyundaki ateşle onları temizle! Çünkü onun yüzünün ateşi, âb-ı hayatın bile secde ettiği yerdir.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXIV

“Cemaat çoğaldı, vaaz ettiğin zaman mübârek yüzünü göremiyoruz” diye Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem için minber yaptıkları vakit (evvelce dayanıp vaaz ettiği) hannâne direğinin inlemesi ve Peygamber’le sahâbenin o iniltiyi işitmeleri, Mustafa sallallahu aleyhi ve sellemin o direkle açıkça sual ve cevabı.

Hannâne direği, Peygamber’in ayrılığı yüzünden akıl sahipleri gibi ağlayıp inliyordu.

Peygamber, “Ey direk, ne istiyorsun?” dedi. O da “Canım, ayrılığından kan kesildi.

2110. Bana dayanıyordun, şimdi beni bıraktın. Minberin üstüne çıktın” dedi.

Bunun üzerine Peygamber ona dedi ki: “Ey iyi ağaç, ey sırrı bahta yoldaş olan!

Söyle, ne istersin? Dilersen seni yemişlerle dolu bir hurma fidanı yapayım ki doğudakiler de, batıdakiler de senin hurmanı yesinler.

Yâhut Tanrı, seni o âlemde bir selvi yapsın da ebedîyen ter ü taze kal” dedi.

Hannâne “Dâim ve bâkî olanı isterim” dedi. Ey gâfil, dinle de bir ağaçtan aşağı kalma!

2115. Peygamber, kıyâmet günü insanlar gibi dirilmesi için o ağacı yere gömdü.

Bunu duy da bil ki Tanrı, kimi kendisine davet ettiyse o kimse bütün dünya işlerinden vazgeçmiştir.

Kim, Tanrı’dan tevfîke mazhâr olursa o âleme yol bulmuş, dünya işinden çıkmıştır.

Bir kimsenin Tanrı sırlarından nasîbi olmazsa cemâdın inlemesini nasıl tasdîk eder?

Evet, der ama yürekten değil. Kendisine münâfık demesinler diye tasdîk edenlere uyar, zâhiren tasdîk eder.

2120. Eğer cemâdat Tanrı’nın “Kûn” emrine vâkıf olmasa, bu söz âlemde o vakit reddedilirdi.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir kasîdesinde bakın ne güzel seslenir:

“Ben de kendimde değilim, sen de kendinde değilsin, şimdi bizi kim eve götürecek? Sana, kaç defa, iki üç kadeh az iç diye söyledim. 

Şehirde de aklı başında kimseleri göremiyorum. Herkes öbüründen beter, deli dîvâne, öbüründen beter taşkın ve coşkun. 

Sevgili, aşk meyhânesine gel de can lezzetini seyret, sevgilinin sohbeti olmadıktan sonra, cana bir hoşluk, bir zevk yoktur. 

Her tarafta elinde şarap testisi, mest olmuş bir kişi var. Güzelliği ile herkesi mest edip coşturan sakî de eline büyük bir kadeh almış dolaşıyor. 

Sen kendini meyhâneye vakfetmişsin. Gelirin de, giderin de şaraptır. Bu vakıftan ayık olanlara, aklı başında olanlara sakın bir habbe bile verme! 

Evden dışarı çıktım. Bir sarhoşa rastladım. O öyle güzeldi ki, her bakışında yüzlerce gül bahçesi, yüzlerce köşk gizli idi.

Ona; ‘Nerelisin?’ dedim. Benimle alay eder gibi; ‘Benim yarımım Türkistanlı, yarımım Ferganalıyım. 

Yarımım sudan topraktan, yarımım candan gönülden, yarımım deniz, yarımım baştan başa inci’ dedi. 

‘Bana, arkadaş ol, ben senin yabancın değilim. Senin akrabanım’ dedim. Bana dedi ki: ‘Ben akrabamla yabancıyı, tanıdıkla tanımadığımı ayırdedemiyorum.’

Ben aşığım, sarığım da yok. Meyhânecinin yurdundanım. Her şeyi gören gözlerle dolu bir gönlüm var. Şimdi durumu açıklayayım mı? Susayım mı? 

Böyle bir güzelin mesti olan, nihâyet bir ağaçtan, bir direkten de aşağı olmaz. Hannâne direğinden bir feryâd kopmamış mı idi?”

Âşık olan sevgilisinden bir an dahî ayrı kalmak istemez; ayrı kalırsa Hannâne direği gibi inler. Zîrâ Hannâne direği, ‘inleyen direk’ demektir. 

Hasan Dede, selâm üzerine olsun, “Dünya kuruluşundan beri bütün varlıklar, hep devrândadır” der, “İnsanın tekâmülünü tamamlaması için misâl olarak bütün dünya varlıklarından gönlünü çekmesi lâzım. Gönül tamamen Yaratıcı’ya bağlanır, O’nun sevgisi, O’nun muhabbeti, O’nun bakışıyla hareket edilirse yol alınır. Eğer hem orayı, hem burayı, hem de Allah’ı severim dersen, kemâlata eremezsin. Bir kişi iman ettiği yerin hâline bürünürse, o kişide tekâmül başlar. Sevgi yüzde seksen başka yere, yüzde yirmi Hakk’a ise orada tekâmül olmaz.”

Âşık, her nerede olursa olsun, her ne yaparsa yapsın dâima sevgilisiyle muhabbettedir; onunla öyle bir gönül âlemine dalmıştır ki, dünyayla hiçbir alâkası kalmamıştır. Onun gözünden gören, kulağından işiten, dilinden konuşan, elinden tutan, iman ettiği Rabbidir; dâima O’nunla râbıtadadır.

Nitekim, selâm olsun üzerine, İmam Ali Efendimiz şöyle buyurur: “İman, kalben bilip tasdîk etmek, dil ile söyleyip inandığın yola gönül vermek, beden uzuvlarıyla da amel etmektir.”

Fakat, ‘Bir kimsenin Tanrı sırlarından nasîbi olmazsa cemâdın inlemesini nasıl tasdîk eder?’

Hasan Dede, Peygamber Efendimiz ve Ebû Cehil arasında geçen bir kıssayı şöyle anlatır: “Bir gün Hazreti Muhammed Efendimiz yolda giderken karşısına Ebû Cehil çıktı. 

Ebû Cehil’in iki elinde birer taş vardı. Resulallah’ı imtihana tutmak istedi ve, ‘Ey Muhammed’ dedi, ‘elimdekilerin ne olduğunu bilirsen, söz veriyorum sana, şehâdet edeceğim ve senin dinine geçeceğim.’ 

Hazreti Resulallah, ‘Ey amcam’ dedi, ‘ben onların ne olduklarını söylesem bile, senin şehâdet etmeyeceğini biliyorum. Ama mâdemki istiyorsun, onlar kendileri söylesinler sana ne olduklarını.’ 

O anda taşlar dile geldi: ‘Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdûhu ve resûluhu; biz taşız.’ 

Ebû Cehil bunu duyar duymaz elindeki taşları yere fırlattı ve dönüp Hazreti Resulallah’a, ‘Sen nasıl bir büyücüsün!’ dedi. Taş, cemâdat hâliyle şehâdet etti, fakat Ebû Cehil etmedi.”

‘Eğer cemâdat Tanrı’nın “Kûn” emrine vâkıf olmasa, bu söz âlemde o vakit reddedilirdi.’

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXIII

Hâtif’in rüyâda Ömer’e “Beytülmâlden şu kadar mal al, mezarlıkta yatan o adama ver” demesi.

2100. O sırada Hakk, Ömer’e bir uyku verdi ki kendini uykudan alamadı.

“Bu mutâd bir şey değildi. Bu uyku, gayb âleminden geldi. Sebepsiz olamaz” diye taaccüpte kaldı. Başını koydu, uyudu. Rüyâsında Hakk tarafından bir ses geldi, bu sesi ruhu duydu.

O ses, öyle bir sesti ki her sesin, nağmenin aslıdır. Asıl ses odur, o sesten başka sesler, aks-i sedâdır.

Türk, Kürt, Zenci, Acem, Arap bütün milletler kulağa, dudağa muhtaç olmadan bu sesi anlamışlardır.

Hattâ Türk, Acem ve Zenci şöyle dursun… o sesi dağlar, taşlar bile işitmiştir.

2105. Her demde Tanrı’dan “Elestü” sesi gelir, cevherle arâzlar da o sesten var olmaktadırlar.

Gerçi bunlardan zâhiren “Belî” sesi gelmezse de onların yokluktan gelmeleri, var olmaları “Belî” demeleridir.

Ağacın, taşın anlayışını söyledim ya. Hemen şimdicik bunu anlatan şu hikâyeyi dinle!

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, Dîvân-ı Kebîr’deki bir beyitinde şöyle buyurur: “Akıl almaz yaratma gücüne sahip olan o padişahlar padişahı, yokluğa şöyle bir baktı, ‘Kûn’ ol emri verdi de yokluk canlandı, varlığa kavuştu. Lütuf ve ihsân gölgeleri üstünlük güneşi ile birleşince bütün birbirine zıd olan unsurlar biraraya geldiler, birbirleri ile barıştılar. Böylece, aşkının olgunluğu, merhameti birbirine düşman olan zıtların dost olarak birleşmelerini sağladı.”

Kur’ân-ı Kerîm’de de şöyle buyrulmaktadır:

“Hani Rabbin ezelde Âdemoğullarının sulblerinden zürrîyetlerini almış, onları kendilerine karşı şâhit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da, ‘Evet, şâhit olduk ki Rabbimizsin’ demişlerdi. Böyle yapmamız kıyâmet günü, ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir.” (A’raf, 172)

“Sonra Allah, duman hâlinde bulunan göğe yöneldi; ona ve yeryüzüne, ‘İsteyerek veya istemeyerek gelin’ dedi. İkisi de, ‘İsteyerek geldik’ dediler.” (Fussilet, 11)

Ruhlarımız aslında tertemizdiler, fakat ne zaman suret giyip zâhir olduk, o zaman suretler ruhlarımızı kirletti. Bazılarımız arınma yollarını aramaya koyuldu, bazılarımız ise bundan hiç rahatsız olmadı. Bazıları da vardı ki, onlar zaten hiç kirlenmediler. Hâlbuki o tertemiz Yaratıcı’nın sesi her dâim bizimleydi, kalbimizdeydi.

Ruhların hâlleri ve kalbin sesi hakkında Hasan Dede şöyle anlatır: “Ruhlar üç kısımdır. Birinci ruh, ne zaman suret giydi, ona soruldu, ‘Sen kimsin?’ Hemen cevap verdi Yaratan’a, ‘Sen sensin, ben de benim’ dedi ve daha surete bürünür bürünmez Allah’ı inkâr etti. 

İkinci ruh, surete bürününce, ona da aynı soruyu sordular. O da şöyle cevap verdi, ‘Ben senin tarafından yaratıldım Allah’ım, varlıklarına meylettim, sana arka çevirdim, ama anladım ki varlıklar beni sonsuz güzelliğe ulaştırmıyor, nâdim oldum, sana döndüm Allah’ım.’ Bu ruhlar da bizleriz, yâni gün geliyor, 30-40 yaşından sonra arayışa düşerek, bir mürşid-i kâmilin huzurunda yeniden doğarak kurtuluşa ulaşıyoruz. 

Üçüncü ruhlar ise suret bulunca, onlara soruldu, ‘Sen kimsin?’ Üçüncü ruh başını secdeye vurdu ve ‘Ben yokum Allah’ım, sen varsın. Ben ancak senin emrinle ayağa kalkarım, senin emrinle konuşurum, senin emrinle yaşarım. Senden emir almadan benim saçımın bir teli dahi oynamaz.’ Bunlar da Nebîler ve doğuştan velîler, yâni Pîrân’dır. 

Pîrân Efendilerimizin hepsi bende-i Resul’dür. Eğer öyle olmasalardı, o tebessümlü yüzler, o güzel sözler onlardan dile gelemezdi, bu kadar sevgi dolu ve birleyici olamazlardı. Onlar hiç mezheplerde gezmemişlerdir. Onların dini de, imanı da mezhebi de Resulallah Efendimizdir. Onlar, Resulallah’a gönül verdiler, O’nun huylarıyla huylandılar ve hepsi ‘Bir’ oldular, ‘Bir okundular, ’Bir’den konuştular.

Hakîkatte o sevgili dışımızda değil, içimizdedir. Çünkü Allah’ı zikretmesen bile, kalb her saniye, Allah… Allah… Allah… diye zikirde, devamlı Allah diye zikrediyor. O’nunla diriyiz ama eğilmiyoruz. Bir an kalbimizi dinleyelim, kalbimiz bir saniye bile sahibini bırakmıyor, biz nasıl O’nun dışına çıkabiliriz. O’na dört elle sarılmak, O’nun dışına çıkmamak lazım.”

Allah’ın dili ayrı değildir. Allah’ın dili birdir. O, bu Türk, şu Arap, öbürü Acem demez, her dilden konuşur. Misâl olarak bir Türk, rüyâsında Hazreti Peygamberi görse, Hazreti Peygamber onunla Arapça konuşmaz, Türkçe konuşur. Dinler, diller, yollar ayrı gibi görünseler de, aslında hepsinin varoldukları yer ‘Bir’di ve varacakları yer yine ‘Bir’ olan Allah’tır. 

Ne güzel söyler Hasan Dede…

“Allah’a hiç güçlük yoktur. Yeter ki sende iman olsun, inanç olsun, sevgi olsun. Yetmişiki dilden konuşan O’dur.”

Ruhu şâd olsun, Hatayî de şöyle seslenir…

“İbtidâdan yol sorarsan,

Yol, Muhammed Ali’nindir.

Yetmişiki dil sorarsan,

Dil, Muhammed Ali’nindir…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXII

“Tebrizli Şems muma benzer. Fakat bütün mumlar onun pervânesi olmuşlardır. Çünkü onun gönlünün içinde bambaşka bir âlem vardır.” Mevlâna

Çalgıcı, bir su kuşuydu; bu âlem de bir bal denizi, bu bal Eyyub Peygamber’in içtiği ve yıkandığı pınardı.

Eyyub, o pınarda yıkanarak tepeden tırnağa kadar doğu nuru gibi bütün hastalıklardan arındı, pîr ü pak oldu.

Mesnevî, hacim bakımından felekler kadar bile olsa yine bu âlemin, küçük bir cüzünü ihâta edemezdi.

2095. Hâlbuki çok geniş olan o yerler ve gök, darlıktan gönlümü paramparça etti.

Bu bir âlemdir ki bana rüyâda göründü; açıklığıyla kolumu, kanadımı açtı.

Bu âlemle, bu âlemin yolu meydanda olsaydı, dünyada pek az kimse, ancak bir lâhzacık kalırdı.

İhtiyar çalgıcıya “Burada kalmaya tamâh etme, mâdemki ayağından diken çıkmıştır, haydi git” diye emir gelmekte,

Canı ise orada, Tanrı’nın rahmet ve ihsânı meydanında “Durakla, bekle” demekteydi.

Kur’ân-ı Kerîm’de, Sâd sûresinin 42. âyetinde şöyle buyrulur: “Ayağın ile yere vur, işte bu, sana yıkanacak ve içilecek serin sudur.”

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bizlere şöyle seslenir: “Halk, savaş safında Allah için canları ile oynar. Birisi Eyyub gibi belâlara düşer, öbürü Yakub gibi sabreder. Yüzbinlerce susuz ve muhtaç kişi, Allah için tamâha düşer, çalışır durur. Ben de suçları yarlıgayan, örten Allah için bu kapıdan sahur davulu çalıyorum, benim de ümidim onda.”

Hakk yolunda yürüyen yolcu, bu yolda başına gelen sıkıntılara, belâlara tahammül eder, sabır ve teslîmiyet gösterirse; Hazreti Pîr’in buyurduğu üzere, sadece Allah’a tamâh eder ve azîmle yoluna devam ederse, sonunda Allah’ın güzellikleriyle dolu olan inâyet pınarına varır, o pınarda yıkanır ve pîr ü pak olur.

‘Eyyub, o pınarda yıkanarak tepeden tırnağa kadar doğu nuru gibi bütün hastalıklardan arındı, pîr ü pak oldu.’

Hazreti Pîr, gönlün hâkikatte çok geniş olduğunu bir beyitinde şöyle dile getirir: “Dünya meselelerine dalıp daralan gönül gerçek gönül değildir! Çünkü gönül pek geniştir. Onun ucu bucağı yoktur!”

Cenâb-ı Allah, selâm üzerine olsun, Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden şöyle buyurur: “De ki: Ey iman eden kullarım! Rabbinize karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun! Bu dünyada iyi şeyler için gayret edenleri güzel bir son beklemektedir. Allah’ın arzı geniştir ve elbette sıkıntılara göğüs gerenlere mükâfatları hesapsız verilecektir!”

Bir şiirinde, “Önce gelin burada, bir kez soyunun arının. Sonra düşün yoluna, Hazreti Mevlâna’nın” diye seslenen, gönüllerin aydınlığı Hasan Dede, selâm olsun üzerine, bakın ne güzel söyler: “Gönül sunulmadığı zaman beden kapısı açılmaz ve güzellikler o bedene yansıma yapmaz. Ne zaman gönül sunulursa, o zaman o kapı açılır, gönül verilen yer o kapıdan girer, vücutta varlığını gösterir, işte o zaman insan huzur içinde olur.

Halk arasında, ‘Gönül gözünün kapalı olması’ diye bir tâbir vardır. Bu çok doğru bir sözdür. Neden? Çünkü o gönülde konuk olan dünyadır. Eğer insan dünya ehliyse, o kişinin gönül gözü kördür. Ama sıdk-ı bütün bir imanla, iman ettiği yerde yokluğa bürünürse insan ve gönlünde en güzel yeri O’na verirse, işte o zaman o kişinin gözlerinden seyreden iman ettiği yer olur ve dünya o kişinin gözünde basit bir varlık hâline gelir. Ve artık insan o Sevgili’den bir an dahî olsun ayrılmak istemez.”

Kasîde:

“Yeni bir iş yapmaya başlasam; bana emir veren, yaptırtan odur. Ben gönül aramaya kalkışsam, benim gönlümü alan dilber odur. 

Ben barış arasam, bana barış sağlayan odur. Savaşa girişsem, düşmanı öldürmek için hançerim o olur. 

Eğlenmek için aşıklar meclisine gitsem, mecliste o bana şarap olur, meze olur. Gül bahçesine gitsem, o bana yasemin olur. 

Bir maden ocağına insem, o madeni baştan başa akîk hâline getirir, akîk olarak karşıma çıkar, denize girsem, denizin incisi olur, avucuma düşer. 

Bir ovaya gitsem, bir bahçe olur gelir beni bulur. Gökyüzüne yükselsem, bu defa bir yıldız olur, karşımda parlar durur. 

Başıma gelen bir belâya sabretmek için bir köşeye çekilsem, bana minder olur, üstüne oturtur; gamdan, kederden yanıp yakılsam, beni içine alır, buhûrdanım olur. 

Neşe zamanında, âşıklar arasına katılsam, gelir, hem sakî olur, bana şarap sunmaya başlar, hem mutrîb olur, güzel nağmelerle beni büyüler, hem bana şarap sunduğu kadeh olur, şarap içerken kendini bana öptürür. 

Uzakta bulunan dostlara mektup yazmak istesem, bana kağıt olur, kalem olur, mürekkep olur. 

Ben, uykudan uyanınca, benim aklım olur, düşüncem olur, gelir beni bulur. Uykum gelip de uyusam, bu defa gelir, rüyâma girer.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXI

“Âşık Hasan bu yolda sana yoldaştır, Mevlâna âşıka eşsiz bir baştır, Mevlâna sevgisi nefse savaştır, unutan yoksula umuttur Mevlâna.” Hasan Dede

Çalgıcı bir hayli ihtiyarlayıp zayıflayınca kazançsızlıktan bir parçacık yufka ekmeğine bile muhtaç bir hâle geldi.

Dedi ki: “Tanrım, bana çok ömür ve mühlet verdin, hakîr bir kişiye karşı lütuflarda bulundun.

2080. Yetmiş yıldır isyân edip durdum. Benden bir gün bile ihsânını kesmedin.

Bugün kazanç yok, senin konuğunum. Çengi sana çalacağım, gayrı seninim.”

Çengi omuzlayıp Tanrı’yı aramaya yola düştü; âh ederek Medîne mezarlığına doğru yollandı.

“Tanrı’dan kiriş parası isteyeceğim. Çünkü o, kendisine karşı hâlis olan kalplere kerem ihsân eder” dedi.

Bir hayli çeng çalıp ağladı ve başını yere koydu, çengi yastık yaptı bir mezara yaslandı.

2085. Çalgıcıyı uyku bastırdı, can kuşu kafesten kurtuldu; çalgıyı da, çalgıcıyı da bırakıp sıçradı.

Saf bir âleme, can sahrâsına vararak tenden ve cihan mihnetinden kurtuldu.

Canı, orada macerasını şöyle terennüm etmekteydi: Beni burada bıraksalardı…

Canım bu bahçede, bu bahar çağında ne hoş bir hâle gelir, bu ovanın bu gayb lâleliğinin sarhoşu olurdu.

Başsız, ayaksız seferler eder, dişsiz, dudaksız şekerler yerdim.

2090. Felek sâkinleriyle zahmetsiz, mihnetsiz zikre, dimağsız fikre dalar, onlarla lâtifeler ederdim.

Gözleri kapalı olarak bir âlem görür; elsiz, avuçsuz güller, reyhânlar devşirirdim…

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, Dîvân-ı Kebîr’indeki bir beyitinde buyurur ki: “Sonunda gayb âlemi gelir yetişir. Seni şu içinde yaşadığın suret âleminden çeker, çıkarır. Fakat, sen yine de bu yolda rahatça yürümen için, yürürken eteğini çekmen gerek. Çünkü yürüdüğün yol, âşıkların kanları ile bulanmıştır.”

Bu dünya yaşamında bazen sevinçlere, bazen de sıkıntılara düştük; çektiğimiz sıkıntıların sebebini gördük, ders aldık veya görsek de görmemezlikten geldik; dünya nimetleriyle oyalandık, çokça sevindik, aslımızdan uzaklaştık. Oysa dünya, gerek sevinçleriyle gerek sıkıntılarıyla bir imtihan yeri; bir diğer vech ile, o güzel Yaratıcı’nın kullarını Kendisine çekiş yeri… Hasan Dede’nin, selâm olsun üzerine, bir şiirinde, “Önce gelin burada, bir kez soyunun arının. Sonra düşün yoluna, Hazreti Mevlâna’nın” diye söylediği üzere, bir arınma yeri.

“Dünya nedir? İmtihan yeri” der Hasan Dede ve şöyle devam eder: “Allah’ın kulunu imtihan edişi, o kula kendi hâlini bildirmek içindir. Kullar, yâni insanlar çocuk gibidirler; kendi hâllerini bilmezler. Kul bu imtihanı kazanırsa, yâni başına gelen felâketlerden ibret alabilirse, Allah’ın lütfuna mazhâr olur, zevke dalar; ibret alamazsa azâba düşer.

O kadar incedir ki bu yol, dünya varlıklarının hepsinden temizlenmen gerekir, hattâ evlâdının, eşinin, dostunun, akrabanın bile yeri yoktur orada. O, senin gönlünde kendisinden başka hiçbir varlığın olmasını istemez. Bu derece büyük bir sevgi ister bizlerden. Ancak bütün bunlar yerine geldiği zaman, O, gösterir yüzünü.

Evet, Allah’ı taşımak kolay değildir. Allah’ın gücüne, kuvvetine nâil olmak ağır bir iştir. Eğer ebedî bir yaşam istiyorsan, o zaman nefsini zorlayacaksın. Gülmek kolay, ağlamak zordur; ama o ‘Kudret’ için taklitsiz, riyâsız ağlamak lâzım. Ağlayan aşıkları ağlatan kudreti görebilseydik, o zaman derdi verenin dermân olduğunu bilebilirdik.”

Yunus Emre, selâm üzerine olsun, bakın bir menkîbede nasıl bir dil sarfediyor:

“Bir gece Yunus Emre bir mânâ (rüyâ) görüyor. Mânâsında sonsuz güzellikte öyle bir yere geliyor ki, dünya güzellikleri bu güzelliklerin yanında çok sönük kalıyor.

Hayranlık içinde dönüp orada bulunanlara, ‘Burası neresidir?’ diye soruyor.

Ona, ‘Burası cennet-i âlâdır’ diye cevap veriyorlar. 

Bunun üzerine Yunus hemen, ‘Peki o zaman buranın sahibi nerededir?’ diye soruyor. 

O zaman Yunus’a diyorlar ki: ‘Sen daha ölmedin, ey Yunus! Sevgilinin yüzünü göremezsin.’ 

İşte Yunus bu cevabı duyar duymaz feryâd ediyor: ‘Beni buradan çıkarın. Yedi denizi cehennem hâline getirin, beni oraya koyun. Buraya aldığınız zaman beni Sevgiliyle alın’…”

Kasîde:

“Maddî yönden sen fakirsin, fakirsin, fakir oğlu fakirsin ama, mânevî yönden, taşıdığın ilâhî emânet sebebiyle büyüksün, büyüksün, büyük oğlu büyüksün.

Ey şekle bürünmüş, beden elbisesini giymiş can! Sen kat kat tâlihsin. devletsin. Aslında sen ne topraktansın, ne suretsin, ne göktensin; sen ezelden, göklerin bile ötesinden gelmişsin. 

Sen o gizli ezel şehrindensin, varlığımızı da o gizli şehre çeker, götürürsün. Sen ne şey’e aldanırsın, ne de birinin özrünü kabul edersin. 

Sen baştanbaşa âb-ı hayatsın, baştanbaşa şekersin, şeker kamışısın. Herkese şükürsün, kurtuluşsun, ne mahmûrsun ne de mahmûrluk verirsin.

Değersiz, küçük bir kurda, bir böceğe ipekler, atlaslar dokutursun, sana hiç bir kimse ziyân vermez. Şükredersin, şükürlerde bulunursun. 

Yokluğa baktım da dertlerden, elemlerden kurtulmuş, senin aşk kanadınla uçan zerreler gördüm. 

Ateş seni görse, ateşliğini bırakır, erir, tatlı su olur. İnkâr eden seni görse, İnkârından kurtulur, mümin, inanan bir kişi olur.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLX

Çalgıcı hikâyesinin söylenmedik kısmı ve çalgıcının kurtuluşu.

O, öyle bir çalgıcıydı ki âlem, onun yüzünden neşeyle dolmuştu. Dinleyenler sesinden garip garip hayallere dalıyorlar, şaşılacak hâllere düşüyorlardı.

2070. Gönül kuşu, onun nağmesiyle uçmakta; canın aklı, sesine hayran olmaktaydı.

Fakat zaman geçip ihtiyarlayınca evvelce doğan kuşu gibi olan canı, âcizlikten sinek avlamaya başladı.

Sırtı, küp sırtı gibi eğrildi, kamburlaştı. Gözlerinin üstünde kaşlar, âdeta eyer kuskununa döndü.

Onun cana can katan lâtif sesi, kart eşeğin sesine benzedi.

Zaten hangi hoş vardır ki nâhoş olmamıştır? Yâhut hangi tavan vardır ki yıkılmamış, yere serilmemiştir.

2075. Ancak sûrun üfürülmesi, nefeslerinin aksinden ibâret olan yüce azîzlerin sesleri, bundan müstesnâdır; onların sesleri bâkîdir.

Onların gönülleri, öyle bir gönüldür ki gönüller, ondan sarhoştur. Yoklukları öyle yokluktur ki bizim varlıklarımız, o yokluktan var olmuşlardır.

Her fikrin, her sesin kehribârı o gönüldür. İlhâm, vahîy ve sır lezzeti yine o gönülden ibârettir.

Hasan Dede’nin, selâm olsun üzerine, sohbetlerinde birçok defa dile getirdiği bir şiiri vardır, şöyle seslenir:

“Az yaşa çok yaşa, âkibet bir gün gelecek başa. 

Bu dünya bir değirmen taşıdır, dâim döner. 

İnsanoğlu bir fenerdir, bir gün gelir söner. 

Ehl-i iman sahibi, iman ettiği yer ile, 

Dünya durdukça yaşam sürer.”

Ve gençlik ve zaman hakkında, “Bozulmayan, çürümeyen ve rengi değişmeyen, daima genç ve ter ü taze olan bir şey varsa, o da Allah’tır” diye buyurur ve şöyle devam eder: “Bir dost dedi ki: Ali’den başka genç yoktur. Çünkü vasî ve velî olan O’dur. Genç, ilm-i sırra sahiptir. Kendini genç gören ve iddia eden genç değildir. Genç dediğin, Hakk’la konuşan olandır… Bu, çok yerinde söylenmiş bir sözdür. Allah’tan daha genç yoktur ve hiçbir zaman da yaşlılık sıfatına girmez, ama yaşlıdan da daha yüce bir akıla sahiptir. 

Peygamber Efendimize bir soru sordular: ‘Yâ Resulallah, kâinat henüz yaratılmamışken Allah ne idi ve nerede idi?’ 

Peygamber Efendimiz cevap olarak şöyle buyurdu: ‘Allah vardı ve bu kâinat henüz ortada yokken yine vardı; kâinat yaratılmamışken bile onu gören ve bilen bir Allah vardı.’ 

Cenâb-ı Ali Keremallahu Veche Efendimiz de, ‘Aynen şu anda da böyledir’ dedi. 

Allah dışında hiçbir varlık yoktur. Bizden de dile gelen kendisidir. Allah, her zaman kemâlatıyla çıkar, olgunluğuyla çıkar ve kiminle dile gelir? Bir insan-ı kâmille dile gelir. 

Bu kâinat henüz yok iken Allah vardı. Kâinatı yarattı ve o kâinatta yine kendisi vardı; yâni insanı yarattı. İnsanda kendisini yarattı, insan gözüyle bütün yarattıklarını seyredip, isimlendirdi. Kendi ismini de yine insandan aldı. Allah, her zaman vardı ve varolmaya devam edecek. Kâinat, O’nunla var oldu. Bu kâinat insansız ne işe yarar? Hiçbir işe yaramaz.”

Kâinat her gün kendisini yeniler durur. Fakat aşka gelince; âşıkta zaman mevhûmu yoktur. Çünkü âşık kendinden geçmiştir, onun her zerresini iman ettiği yer, yâni sevgilisi sarmıştır. Onun için gündüz olmuş, gece olmuş farketmez, her anında her nefesinde sevgilisiyle birliktedir. Sevgilisiyle öyle güzelliklere dalmıştır ki, bir an dahî o güzelliklerin dışına çıkmak istemez. İsmi âşıktır, fakat mâşukta yokolup gitmiştir. Aslında gönül âleminde ne âşık vardır ne mâşuk, sadece aşk vardır. Aşk ise ölümsüzdür, dâima gençtir.

Hazreti Muhammed Efendimizin mîracını örnek verecek olursak; Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, mîraçtan indikten sonra, ona “Allah’ı nasıl gördün?” diye sordular; Hazreti Peygamber Efendimiz, “Allah’ı nâmütenâhi bir güzellikte, şâbb-i emred sıfatında, yâni genç bir çocuk sıfatında gördüm; yaşı onyedi idi” diye cevap vermiştir.

‘Onların gönülleri, öyle bir gönüldür ki gönüller, ondan sarhoştur. Yoklukları öyle yokluktur ki bizim varlıklarımız, o yokluktan var olmuşlardır.’

Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, şöyle der: “Genç ve ter ü taze tâlihe Pîr adını taktım. Fakat o, halk tarafından Pîr olmuştur, günlerin geçmesiyle değil. O öyle bir Pîrdir ki ibtidâsı yoktur, ezelîdir. Öyle tek ve eşsiz inciye eş yoktur. Eski şarap esâsen kuvvetlidir, hele ‘Min ledün’ şarabı olursa…”

Kasîde:

“Şu anda öyle mestim, öyle kendimden geçmişim ki, Havvâ’yı Âdem’den ayırdedemiyorum. 

Deniz, benim coşkunluğumdan dalgalandı, köpürdü. Dünya, beni mest bir hâlde görünce o da mest oldu. 

İçtiğim şarap nasıl bir şaraptır ki, cellat onu içince mest olmuş, kendinden geçmiş, insan başı kesemez olmuş da dünya artık yastan, mâtemden kurtulmuş. 

Bu şarap haram değildir. Helâl içinde helâldir. Helâlin ta kendisidir. Allah küpünden verilen şarap haram olamaz. 

İhtiyar felek, bu genç şaraptan içseydi beli bükülmezdi. 

Eğer yeryüzü bu şaraptan içseydi, bulutlardan yağmur dilenmezdi. 

Eğer dünyada sır saklayan mahrem bir dost bulunsaydı, akılsız gönül, bu sırrı ona açıklardı. 

Eğer ayağınız sağlam olsaydı, bu şarap sizi balçıktan çeker, çıkarırdı.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLIX

Sıddıkâ’nın -Tanrı ondan razı olsun- “Bugünkü yağmurun sırrı neydi?” diye sorması.

Sıddıkâ’nın aşkı coşup edebe riâyetle Peygamber’e sordu:

“Ey şu varlığın hülâsâsı, vücudun zübdesi! Bugünkü yağmurun hikmeti neydi?

Bu yağmur, rahmet yağmurlarından mıydı, yoksa tehdit için mi yağıyordu, pek yüce, pek azâmetli Tanrı’nın adâletinden miydi?

Bu yağmur, bahara ait lütuflardan mıydı, yoksa âfetlerle dolu güz yağmuru muydu?”

2060. Peygamber dedi ki: “Bu yağmur musîbetler yüzünden insanın gönlüne çöken gamı yatıştırmak için yağıyordu.”

Eğer âdemoğlu, o keder ateşi içinde kalıp duraydı ziyâdesiyle harâb olur, eksikliğe düşerdi.

O anda bu dünya harâb olurdu, insanların içlerinde hırs kalmazdı.

Ey can, bu âlemin direği gaflettir. Akıllılık, uyanıklık, bu dünya için âfettir.

Akıllılık o âlemdendir, gâlib gelirse bu âlem alçalır.

2065. Akıllılık güneştir, hırs ise buzdur. Akıllılık sudur, bu âlem kirdir.

Dünyada hırs ve hased kükremesin diye o âlemden akıllılık, ancak sızar, sızıntı hâlinde gelir.

Gayb âleminden çok sızarsa bu dünyada ne hüner kalır, ne de ayıp.

Bu bahsin sonu yoktur. Başlamış olduğun söze dön, tekrar çalgıcının hikâyesine devam et!

Hasan Dedemiz, selâm olsun üzerine, şöyle bir menkîbe dile getirir:

“Bir gün Hazreti Musa çıkıyor Tûr-i Sînâ’ya, Allah’a niyâz ediyor, ‘Allah’ım sen benim ümmetimin umutlarını al.’ Cenâb-ı Allah, Hazreti Musa’nın bu niyâzını kabul ediyor ve Hazreti Musa ertesi gün uyandığında bir de bakıyor ki, tüm halk mezarlarını kazmışlar, hepsi kendi mezarının başında oturmakta, ölümü beklemekte. Hazreti Musa bunu görünce telaşlanıyor, hemen koşuyor Tûr-i Sînâ’ya, yalvarıyor Allah’a, ‘Allah’ım’ diyor, ‘senden niyâzda bulunmuştum, ümmetimin umutlarını al, demiştim; ama gördüm ki bütün halk umutsuzluk içinde akıllarını kaybetmişler. Hepsi mezarlarını kazmış, mezarları başında oturuyorlar, hiçbiri çalışmıyor, hepsi birân evvel sana gelmek için ölümü bekliyorlar. İyisi mi sen tekrar ümmetimin umutlarını geri ver.’

Ertesi sabah Hazreti Musa uyandığında görüyor ki, bütün halk tekrar işe güce koyulmuş, hepsi bir umut peşine düşmüş. Musa bunu görünce rahatlıyor, ‘Allah’ım’ diyor, ‘senin her işin yerli yerindedir.’”

‘Ey can, bu âlemin direği gaflettir. Akıllılık, uyanıklık, bu dünya için âfettir.’

Aslında dinimizde her şeyin ortasını bulmak daha makbûldür. Zîrâ çalışmak da ibâdetten sayılır, çünkü çalışan insanın hem kendisine hem de çevresine faydası dokunur. Önemli olan, bizlere bahşedilmiş olan ömrümüzde, dünya üzerinde yürürken, dünyayı gönüle koymamaktır. Asıl gaflet insanın kendi içindeki kudretten, yâni içindeki Rabbinden haberdâr olmamasıdır. 

Yine Hasan Dede’den bir menkîbe dile getireyim:

“Hasan-ı Basrî, çok çalışkan. Hep Peygamber Efendimizin meclisinde bulunuyor. Kardeşi ise beş vakit namazla meşgul oluyor, çalışmıyor. Hasan-ı Basrî hem kardeşine bakıyor, hem kardeşinin çocuklarına bakıyor ve çok da üstü başı temiz geliyor meclise. 

Hazreti Ali Efendimizle de çok dostlukları vardı. Tasavvufun Pîri Hazreti Ali Efendimizdir, Hasan-ı Basrî de ikinci Pîr sayılır.

Hasan-ı Basrî düşünmüş taşınmış, ben çalışıyorum bu kadar demiş, ölüm var, ölüp gideceğim, hayatım hep dünyalıkla geçiyor, âhireti kaybedeceğim. Ben de bırakayım işi, kardeşimin havasına gireyim, beş vakit namaz kılayım. Başlamış bütün gününü ibâdetle geçirmeye. 

İyi ama, şimdi kardeşini de aç bırakıyor, çalışmıyor ya gönderemiyor dünyalık oraya. Sonra geliyor meclise, üstü başı tozlu, eski.

Hazreti Resulallah soruyor, ‘Hasan-ı Basrî, bu hâlin nedir?’

‘Düşündüm taşındım kardeşimi daha haklı gördüm, bıraktım işi, ibâdetle meşgul oluyorum yâ Resulallah.’

Peygamber Efendimiz, ‘Derhâl’ diyor, ‘işine sarıl, ibâdetle uğraşma. Senin işin, çalışman da ibâdet sayılır, çünkü senin kazancından çok kişi faydalanıyor. O faydalanan kişiler daima sana Allah’tan rıza kılıyorlar.’

Hazreti Resulallah Efendimiz, Hasan-ı Basrî’yi böyle tekrar işe yönlendirmiştir. Çünkü çalışmak her şeyin üstündedir, her şeyin üstünde. Eğer çalışmak her şeyin üstünde olmasaydı, Peygamber Efendimizin bir adı da Muhammed Cabbar olmazdı. Cabbar ne demektir? Çalışkan…

Elin dünyada olacak, ama dünyayı gönlüne koymacaksın. Kazandıklarınla da yine insanlara hizmete çıkacaksın. Çünkü Hazreti Muhammed Efendimizin ahlâkı ile ahlâklanmak bunu gerektirir. O demiştir: ‘Benim dinim ahlâktır. Bir insan hiçbir ilme sahip olmasa bile, insan toplumu için yararlı fikirler üretirse, bu kişi ahlâk sahibidir, bendendir. Bir kişi de ne kadar bilgi sahibi olursa olsun insanlığı ikiliğe, fesada, kavgaya sürüklerse, o benden değildir…’ 

İnsan, bu âlemde Allah’ın halîfesidir. Allah, insana bu kadar güzellikler verdi, hatta kendisini de verdi. Dünyayı insanın ayakları altına serdi. O hâlde bizlerin vazîfesi Hakk’a lâyık bir yaşam sürmeye gayret ederek, Hazreti Muhammed’in ahlâkıyla ahlâklanmak olmalıdır.”

Kasîde:

“Neşeyle sözleştik, neşe benim olacaktır. Sevgiliyle sözleştik, sevgili de benim olacaktır. 

Padişah bana, kendi eliyle yazılmış bir fermân verdi. Baht baht oldukça, taht da taht oldukça o benim padişahım olacak. 

Ayık da olsam, mest de olsam, ondan başkası benim elimden tutmayacaktır. Ben, kazayla elimi yaralarsam, ancak o bana dermân olacaktır. 

Kederin, düşüncenin haddine mi düşmüştür ki, benim şehrimin çevresinde dönüp dolaşsın; hakanım o oldukça kim benim mülkümü, saltanâtımı elimden almaya kalkışır. 

Ayın cübbesini yırtarım, padişahın kadehini dökerim, yırtıp döktüğümü bana ödetmeye kalkışırsa, o benim yerime öder. 

Ne sevinilecek şeydir ki, o her yerde hazır ve nâzırdır. Güzel koruyucudur, hoş yardım edicidir. Yarattığı şeylerde, delil olarak kendi varlığını, birliğini, gücünü, kudretini, sanatını gösterdikçe, ben onu inkâr edenleri kolaylıkla yola getiririm. 

Dünyada bir can vardır ki, o şekle bürünmekten utanmada, çekinmededir. Ama insan şekline bürünmede, benim insanım olmada, benim tanıdığım ilâhî sanatlara hâiz ‘insan-ı kâmil’ şekline bürünmede.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLVIII

“Bahar serinliğini ganîmet bilip istifâde edin. Çünkü o, ağaçlarınıza ne yaparsa bedenlerinize de onu yapar” hadîsinin mânâsı.

Peygamber, “Dostlar, bahar serinliğinden sakın vücudunuzu örtmeyin.

Çünkü bahar rüzgârı, ağaçlara nasıl tesîr ederse sizin hayatınıza da öyle tesîr eder.

Fakat güz serinliğinden kaçının. Çünkü o, bağa ve çubuklara ne yaparsa sizin vücudunuza da onu yapar” dedi.

2045. Bu hadîsi rivâyet edenler, zâhirî mânâsını vermişler ve yalnız zâhirî mânâsıyla kanaat etmişlerdir.

Onların, hâlden haberleri yoktur. Dağı görmüşler de dağdaki mâdeni görmemişlerdir.

Tanrı’ya göre güz, nefs ve hevâdır. Akılla cansa baharın ebedîliğinin ta kendisidir.

Eğer senin gizli ve cüzî bir aklın varsa cihanda bir kâmil akıl sahibini ara!

Senin cüzî aklın, onun küllî aklı yüzünden küllî olur. Çünkü aklı küll, nefse zincir gibidir.

2050. Binâenâleyh hadîsin mânâsı tevîlle şöyle olur: Pak nefesler bahar gibidir, yaprakların ve filizlerin hayatıdır.

Velîlerin sözlerinden, yumuşak olsun, sert olsun, vücudunu örtme, çünkü o sözler, dirinin zâhiridir.

Sıcak da söylese, soğuk da söylese hoş gör ki sıcaktan, soğuktan ve cehennem azâbından kurtulasın.

Onun sıcağı, hayatın ilkbaharıdır. Doğruluğun, yakînin ve kulluğun sermâyesidir.

Çünkü can bahçeleri, onun sözüyle diridir. Gönül denizi, bu cevherlerle doludur.

2055. Eğer gönlün bahçesinden cüzî bir zevk ve hâl eksilse aklı başında olan kişinin gönlünü, binlerce gam kaplar.

Makalât’ta, “Mevlâna’da, ledûn ilminden sözler vardır… Ama benim çocukluğumdan beri Allah ilhâmı olan bir hâlim vardır. Birini sözle terbiye edersem kendi benliğinden kurtulur, daha fazla ilerler” diye buyuran Hazreti Şems, selâm olsun üzerine, Mevlâna’yı sayısız sefer imtihana tutmuştur. Hattâ belki, Mevlâna’nın gönlüne hoş gelmeyecek sözler de sarfetmiştir. Fakat Şems her ne söylerse söylesin, her nasıl söylerse söylesin, Mevlâna, Şems’ten yüz çevirmemiştir ve, “Şems’i niye bu kadar büyütüyorsun, putlaştırıyorsun? Dinde insanı putlaştırma yoktur” dediklerinde Mevlâna, “Şükürler olsun o puta! O put olmasaydı, bu güzelliklere kavuşamazdım. Allah’ın nurunu o putta gördüm” diye cevap vermiştir. Çünkü Mevlâna, Tanrı’yı Şems’de görmüş ve bir an dahî Şems’in dışına çıkmamıştır ve bu yüzden hep korkusuz konuşmuştur.

Hazreti Şems, yine Makalât’ta, kemâl mertebesinin tamamen lütuftan ibâret olmadığını şöyle izâh eder: “Bir alay öğrencilerim vardı, onlara sevgi ve öğüt verme yolu ile ağır sözler söylüyordum. O zaman, biz onun çocuklarıyız, o size sövmüyor, ama belki de sevdalıdır, diyorlardı. Benim de onlara karşı beslediğim sevgi azalıyordu. Çok kuvvetli bir ihtimalle, Allah’ın has kulları onlardı… Bazı şeyler var ki, söyleyemem. Bunların üçte birini söylesem işi büyütür, falan adam hep lütuftur, safî lütuftur, derler. Sanırlar ki, kemâl mertebesi hep lütuf hâlinde olmaktır. Hâlbuki iş öyle değildir. Hep lütuftan ibâret olan kimse eksiktir. Hattâ Allah hakkında da safî lütuftur demek yaraşmaz. Çünkü ondan kahır sıfatını kaldırmış olursun. Belki hem lütuf gerektir hem kahır, işte bu sıfatlar tam yerli yerinde olmalı. Bilgisizler için kahır da, lütuf da lâzımdır. Ancak yersiz, yolsuz olmamalı.”

Mürşid-i kâmillerin, Allah’ın ruhânî hekimleri olduğunu söyleyen Hasan Dede, selâm üzerine olsun, şöyle buyurur: “Mevlana, ‘Hayalî Allah’ı sevmek kolay, Allah’ın elçisini sevmek zordur’ der. Peki elçiyi sevmek neden zor? Çünkü Hakk insan suretine bürünmüş, elçi sıfatına girmiştir. Oradan yüzünü gösterir, senin ne yaptığını görüp ikâz eder. O, ikâz eden Allah’tır, ondan gören Allah’tır. Seni menfaatsiz seven, doğruluğa kavuşturan O’dur. Elçi, tebliğ eder, reçete verir. Tanrı’ya yakın olmak için bunları uygula, der. Onları yapmak kişinin işine gelmediğinden uygulamak istemez, oraya kulak asmaz, nefsini sever, nefsinde yaşar, bu yüzden sonunu getiremez. Ama burası boşluk kabul etmez. Tövbe kapısı, ikrârdan sonra kapanmıştır. Bu ne kadar zahmetli bir yol ise de, bilin ki sonu rahmettir.”

Kasîde:

“Yaşayışın rahatı, huzuru o güzelle beraber bulunmadadır. Ondan ayrı düşersen, o güzel rahatı da, huzuru da alır götürür. Sen de rahattan ve huzurdan ayrı düşersin. 

Senin sevgin eteğimi tutmuş da bana diyor ki: ‘Benim bu sevgim, o sevgilinin sevgisinden; aslında bu sevgi benim sevgim değil, gerçek sevgilinin sevgisidir.’ Sana bu sevgiyi lütfettiği için ona şükret! 

Yeni yeni ateşlere düşen, yanan yakılan benim, artık o eski dostlarla ne alış verişim var? Gönlüm de sevgilinin canı gibi kararsız bir hâlde feryâd edip duruyor. 

Can, aşktan kendisinin de yaralı olduğunu, gönlüne diken battığını bilmez de sevdiği hâlde seni hırpalar, yaralar, onu hoş gör! Çünkü o da bir aşk hastasıdır. 

Sen aşk ırmağına dalmışsın, orada bulunan, kendisini göstermeyen gizli bir diken seni yaralamaktadır.

Sen o dikenden kaç, güle git, gül bahçesine git! Gül de, gül bahçesi de Tebrizli Şems’in gönlündedir. Çünkü Tebrizli Şems baştanbaşa bir bahardır.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLVII

Hâkim Senaî’nin “Can elinde cihan göklerine iş buyuran gökler var. Can yolunda nice inişler, nice yokuşlar, nice yüksek dağlar ve denizler var” beyitlerinin tefsîri.

Gayb âleminin başka bir bulutu, başka bir yağmuru, başka bir göğü, başka bir güneşi vardır.

Fakat o, ancak havassa görünür, diğerleri “Öldükten sonra tekrar yaratılıp diriltileceklerinden şüphe ederler.”

Yağmur vardır, âlemi beslemek için yağar. Yağmur vardır âlemi perişan etmek için yağar.

Bahar yağmurlarının faydası, şaşılacak bir derecededir. Güz yağmuruysa, bağa sıtma gibidir.

2035. Bahar yağmuru, bağı nâz ü nâim ile besler, yetiştirir. Güz yağmuruysa bozar, sarartır.

Kış, yel ve güneş de böyledir; bunların tesîrleri de zamana göre ve ayrı ayrıdır. Bunu böyle bil, ipin ucunu yakala!

Tıpkı bunun gibi gayb âleminde de bu çeşitlilik vardır. Bazısı zararlıdır, bazısı faydalı. Bazı yağmurlar berekettir, bazıları ziyân.

Abdalın bu nefesi de işte o bahardandır. Canda ve gönülde bu nefes yüzünden yüzlerce güzel şeyler biter.

Onların nefesleri, tâlihli kişilere bahar yağmurlarının ağaca yaptığı tesîri yapar.

2040. Fakat bir yerde kuru bir ağaç bulunsa cana can katan rüzgârı ayıplama!

Rüzgâr, işini yaptı, esti. Canı olan da, rüzgârın tesîrini candan kabul etti.

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurur: “Müminler ölmez, bir evden bir eve taşınır.” 

Evden maksat vücutlardır. Mümin, Allah’ın isimlerindendir. Velhâsıl, kimliğini bulmuş olan iman sahipleri, gün gelir bu vücuttan çıkar, başka bir vücutta varlığını gösterir ve yine oradan Allah’ı dile getirmeye devam eder.

Onların sözleri, Yüce Pîrimizin buyurduğu üzere, bahar yağmuru gibidir; yağdığı gönüllere hayat bağışlar.

Fakat kendini bilmeyen, Allah’ı kendinde bulamamış kişilerin de sözleri, güz yağmuru gibidir, gönülleri diriltmek bir yana, akılları da mahveder.

Bakın Yunus Emre, selâm üzerine olsun, bizlere nasıl bir seslenişte bulunur: 

“Ey yârenler işidin: Aşk bir güneşe benzer! 

Âşık olmayan gönül, misâl-i taşa benzer. 

Taş gönülde ne biter, dilinde ağû tüter. 

Nice yumuşak söylese, sözü savaşa benzer. 

Aşkı olan gönül yanar, yumuşanır muma döner. 

Taş gönüller, kararmış, sarp, katı kışa benzer. 

Ol Sultan kapısında, Hazretin tapusunda, 

Âşıkların yıldızı, her dem çavuşa benzer. 

Geç Yunus endişeden, gerekse bu pişeden, 

Ere aşk gerek önce, sonra dervişe benzer…”

Hasan Dedemiz, selâm üzerine olsun, çok güzel söyler: “Cenneti görmek isterseniz, bahar ile yaza bakın. Bahar, yazı müjdeler. Âşıkların dilinden sevgi, birlik, coşku dile geldiği için onların muhabbetlerinin sureti bahar ile yaz mevsimi gibidir, cenneti andırır. Çünkü aşıklar hep Sevgiliden konuşurlar. Küfürbâzların da sohbeti sonbahar ile kışa benzer, cehennemi andırır. Çünkü onlar da hep dünyadan konuşurlar. 

Bu âlemde herkes sevgisini nereye vermişse, oradan dil döker ve öldükten sonra oraya gider. Birbirlerini büyük bir imanla sevenler, öldükten sonra yine birbirleriyle buluşurlar. Fakat kim sevgisinde sahî değilse, dili ile söylemiş ama kalbinde sevgilisine yer vermemişse, o kişinin gideceği yer, yalancılar mahallesidir. Doğru olan budur, kim bunun aksini söylerse yalan söylemiş olur.”

Mevlâna’mız da, selâm olsun üzerine, buyurur der ki: “Diken ekersen, gül devşiririm mi dersin? Gül dikmezsen, hiçbir fidan gül vermez sana. Dereler buğdaydır âdetâ, bu dünya ise değirmen; fakat değirmene kerpiç götürürsen ancak toprak elde edersin.”

‘Bir yerde kuru bir ağaç bulunsa cana can katan rüzgârı ayıplama! Rüzgâr, işini yaptı, esti. Canı olan da, rüzgârın tesîrini candan kabul etti.’

Kasîde:

“Sen, hem mumsun, eriyorsun, yanıyorsun, ağlıyorsun ama, çevreni aydınlatıyorsun! Sen, hem gönül alıcı bir güzelsin, hem de güzelliğin ile insanları sarhoş eden bir şarapsın, kış ortasında bir bahar gibisin! 

Her taraf, aşkından yanmış yakılmış; güneş ve güneş gibi yüzbinlerce varlık da, senin ateşinle yanmış, kül olmuş! 

Senin ateşin, dâima kuru kamışlara düşer ve onları cayır cayır yakar! Şeker bu hâli görmüş de, senin ateşinle yanmak arzusu ile gelip kamışın içine girmiş, gizlenmiş!

Aşkın ile, yüzbinlerce kişinin başını kestin! Hiçbir can, cesaret edip de ‘Hey! beni niye kesiyorsun, ben ne suç işledim?’ diyemedi! 

İnsanın aşkını artırarak, onu Hakk’a ulaştırmayan bilgiden beter işkence yoktur! ‘İyi, kötü’ diye insanları ayıranlara, ayrı görenlere yazıklar olsun! 

Mısır’daki kadınlar, Yusuf Aleyhisselâmın güzelliğini gördüler de, kendilerinden geçtiler, ellerini doğradılar ve; ‘Of!’ bile diyemediler! 

Mîraç gecesinde Peygamber Efendimiz, ilâhî aşk ile kendinden geçti de yüzbinlerce yıllık yolu aşıverdi! 

Ey Tebrizli Şems; sen de bizi aşkla yok et! Çünkü, sen bir güneşsin; biz de gölgeleriz!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLVI

“Ayağının tozuna cihanı verseler, almam yâ Resûlallah. Saçının bir teline, yedi kat göğü değişmem yâ Resûlallah. Senin teşrîfinin, tertemiz sulbünden geleceğini duyunca Hazreti Âdem; bir habbeye, cennetleri değişti yâ Resûlallah.” Şems-i Tebrizî

Peygamber, mezarlıktan dönünce Sıddıkâ’nın yanına giderek konuşup görüşmeye başladı.

Sıddıkâ’nın gözü, Peygamber’in yüzüne ilişince önüne gelip elini onun üstüne,

2025. Sarığına, yüzüne, saçına, yakasına, göğsüne, kollarına sürdü.

Peygamber, “Böyle acele acele ne arıyorsun?” dedi. Ayşe, “Bugün hava bulutluydu, yağmur yağdı.

Elbisende yağmurun eserini arıyorum. Gariptir ki üstünü, başını yağmurdan ıslanmamış görmekteyim” dedi.

Peygamber, “O sırada başına ne örtmüştün, baş örtün neydi?” diye sordu. Ayşe, “Senin ridânı başıma örtmüştüm” dedi.

Peygamber dedi ki: “Ey yeni yakası tertemiz hâtun! Tanrı onun için temiz gözüne gayb yağmurunu gösterdi.”

2030. O yağmur, sizin bu bulutunuzdan değildir. Başka bir buluttan, başka bir göktendir.

Ridâ, hırka demektir ve dervişliğin sembolüdür ki, Yüce Pîr Mevlâna’nın, “Bir an derviş ol! Dervişlik hırkasına bürün de gönülleri diri olan velîleri gör. O zaman üstündeki atlas elbiseleri atarsın da bizimle beraber hırka giyersin. Tohum yere düşünce, toprak da canlanır; biter, boy atar, bir fidan olur. Bu remzi, bu ince sözü anlarsan, sen de bize uyarsın, sen de gururu, benliği bırakır, bizimle beraber yerlere düşer, topraklara karışırsın” diye buyurduğu üzere, yokluğa bürünmek mânâsına gelir.

Yüce Pîr Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir kasîdesinde, Hazreti Muhammed Efendimize şöyle hitâb eder: “O, öyle bir varlıktır ki, varlığının güneşi balçık doğusundan doğmadan önce ışığının parıltıları sabah gibi âlemi nura gark etmişti.” 

Bir menkîbede, “El fakru fahrî” hitâbının mazhârı Hazreti Muhammed Efendimizin henüz çocuk yaşlarındayken gösterdiği yüce keremleri şöyle anlatılır:

Kâinatın nuru, iki cihanın serveri Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm üzerine olsun, henüz peygamber değilken, daha çocuk yaşlarında iken, Mekke’de bir kıtlık meydana gelmişti. 

Halk, “Birisi gerek ki rahmet kapısının halkasını oynatsın, kazâ ve kader kapısını çalsın ki, üzerimizden bu felâket kalksın, bu kıtlık halkın tozunu savurdu, ne hayvan kaldı, ne bitki, ne de insan. Yaşayış bitmek tükenmek üzere, ne yapalım, ne edelim?” diye Abdülmuttalib’in kapısına gelmişti. 

Abdülmuttalib, selâm olsun üzerine, onlara, “Benim ne gökyüzüne yüz tutup yalvaracak yüzüm var, ne de yeryüzüne” diye cevap verdi ve “Ancak Muhammed’in alnında öyle bir nur parlamaktadır ki, O’nu getirin de O’nun hürmetine Tanrı’ya dua edelim, dileğimizi dileyelim. Belki o zaman O’nun yüzü hürmetine Allah’ın rahmetine nâil olur da bu dertten kurtuluruz” diye seslendi. 

Bu söz üzerine Hazreti Muhammed’i getirdiler. Abdülmuttalib, O’nu görünce ayağa kalktı, O’nu alıp bağrına bastı, şefkatle okşadı, dizlerine oturttu ve sonra O’nun alnında parlamakta olan nuru öperek, “Yâ Rabbi” dedi, “Bu senin kulun Muhammed’dir” diye devam etti fakat kendisini tutamayarak ağlamaya başladı. 

Hazreti Muhammed, nurlu yüzünü gökyüzüne çevirerek nazâr edince, lütuf padişahı merhamete geldi. Rahmet denizi coşup köpürdü. Yerden bir dumandır koptu ve göğe ağdı. Bulutun yüzüne vardı ve yağmur yağmaya başladı. Çevredeki bütün kuyular, çukurlar doldu. Bitkiler suya kandı. Ölmüş âlem dirildi. O’nun kutlu zâtı yüzünden, puta tapan inkârcılar da belâdan kurtuldular. 

Bu kıyâmet şefaatçisi henüz çocuk yaşta rahmet denizini böylesine coşturuyorsa, şefaat kemerini beline kuşanıp şefaate girişince o sonu olmayan, sınırları bulunmayan rahmet nasıl olur da iman edenleri dertte, belâda bırakır!..

Gönüllerimizin nuru Hasan Dede, selâm üzerine olsun, bakın bir şiirinde Hazreti Muhammed Efendimize nasıl bir seslenişte bulunuyor…

“İki cihanın serveri, kâinatın nuru, 

Nebîler nebîsi, âhir zaman Nebî’si, Sensin yâ Resûlallah… 

Duydum Seni bilmeyenlere bile, hayatsın yâ Resûlallah… 

İki cihanda mücrime, berâtsın yâ Resûlallah… 

Vücudun eşref-i mahlûktur, çünkü levlâke levlâksın, 

Hem herşeyin evvelisin, hem mûcib-i eflaksın, 

Hem ‘El fakru fahrî’ dedin, hem Hakk’ler içre Hakk’sın, 

Anlaşılmaz bir muamma suretsin yâ Resûlallah… 

Sendedir cümle vâridat, hem Sendedir feyzi necât, 

Sen şefaatkânîsin, Sensin âlemlere hayat, 

Seni seven aşıklara, hiç erer mi mevt u memât, 

Onlar için bir mücellâ mîraçsın yâ Resûlallah… 

Eşin yok ins ü melekte, hep felekler hayran Sana, 

Yedinci kat gökler oldu, serbeser seyrân Sana, 

Şu aşıklar eylemez mi, canlarını kurban Sana, 

Önlerinde bir emsâlsiz sırâtsın yâ Resûlallah… 

Sen mahrûm etme, şefaat kıl bu zayıf ümmetine, 

Çünkü aldanıp kaldık biz, bu dünya zinnetine, 

Dede der, cüdâ etme, Ehlibeyt’in hürmetine, 

Sen maksûd-u muradsın, yâ Resûlallah…”