MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXIII

Hâtif’in rüyâda Ömer’e “Beytülmâlden şu kadar mal al, mezarlıkta yatan o adama ver” demesi.

2100. O sırada Hakk, Ömer’e bir uyku verdi ki kendini uykudan alamadı.

“Bu mutâd bir şey değildi. Bu uyku, gayb âleminden geldi. Sebepsiz olamaz” diye taaccüpte kaldı. Başını koydu, uyudu. Rüyâsında Hakk tarafından bir ses geldi, bu sesi ruhu duydu.

O ses, öyle bir sesti ki her sesin, nağmenin aslıdır. Asıl ses odur, o sesten başka sesler, aks-i sedâdır.

Türk, Kürt, Zenci, Acem, Arap bütün milletler kulağa, dudağa muhtaç olmadan bu sesi anlamışlardır.

Hattâ Türk, Acem ve Zenci şöyle dursun… o sesi dağlar, taşlar bile işitmiştir.

2105. Her demde Tanrı’dan “Elestü” sesi gelir, cevherle arâzlar da o sesten var olmaktadırlar.

Gerçi bunlardan zâhiren “Belî” sesi gelmezse de onların yokluktan gelmeleri, var olmaları “Belî” demeleridir.

Ağacın, taşın anlayışını söyledim ya. Hemen şimdicik bunu anlatan şu hikâyeyi dinle!

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, Dîvân-ı Kebîr’deki bir beyitinde şöyle buyurur: “Akıl almaz yaratma gücüne sahip olan o padişahlar padişahı, yokluğa şöyle bir baktı, ‘Kûn’ ol emri verdi de yokluk canlandı, varlığa kavuştu. Lütuf ve ihsân gölgeleri üstünlük güneşi ile birleşince bütün birbirine zıd olan unsurlar biraraya geldiler, birbirleri ile barıştılar. Böylece, aşkının olgunluğu, merhameti birbirine düşman olan zıtların dost olarak birleşmelerini sağladı.”

Kur’ân-ı Kerîm’de de şöyle buyrulmaktadır:

“Hani Rabbin ezelde Âdemoğullarının sulblerinden zürrîyetlerini almış, onları kendilerine karşı şâhit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da, ‘Evet, şâhit olduk ki Rabbimizsin’ demişlerdi. Böyle yapmamız kıyâmet günü, ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir.” (A’raf, 172)

“Sonra Allah, duman hâlinde bulunan göğe yöneldi; ona ve yeryüzüne, ‘İsteyerek veya istemeyerek gelin’ dedi. İkisi de, ‘İsteyerek geldik’ dediler.” (Fussilet, 11)

Ruhlarımız aslında tertemizdiler, fakat ne zaman suret giyip zâhir olduk, o zaman suretler ruhlarımızı kirletti. Bazılarımız arınma yollarını aramaya koyuldu, bazılarımız ise bundan hiç rahatsız olmadı. Bazıları da vardı ki, onlar zaten hiç kirlenmediler. Hâlbuki o tertemiz Yaratıcı’nın sesi her dâim bizimleydi, kalbimizdeydi.

Ruhların hâlleri ve kalbin sesi hakkında Hasan Dede şöyle anlatır: “Ruhlar üç kısımdır. Birinci ruh, ne zaman suret giydi, ona soruldu, ‘Sen kimsin?’ Hemen cevap verdi Yaratan’a, ‘Sen sensin, ben de benim’ dedi ve daha surete bürünür bürünmez Allah’ı inkâr etti. 

İkinci ruh, surete bürününce, ona da aynı soruyu sordular. O da şöyle cevap verdi, ‘Ben senin tarafından yaratıldım Allah’ım, varlıklarına meylettim, sana arka çevirdim, ama anladım ki varlıklar beni sonsuz güzelliğe ulaştırmıyor, nâdim oldum, sana döndüm Allah’ım.’ Bu ruhlar da bizleriz, yâni gün geliyor, 30-40 yaşından sonra arayışa düşerek, bir mürşid-i kâmilin huzurunda yeniden doğarak kurtuluşa ulaşıyoruz. 

Üçüncü ruhlar ise suret bulunca, onlara soruldu, ‘Sen kimsin?’ Üçüncü ruh başını secdeye vurdu ve ‘Ben yokum Allah’ım, sen varsın. Ben ancak senin emrinle ayağa kalkarım, senin emrinle konuşurum, senin emrinle yaşarım. Senden emir almadan benim saçımın bir teli dahi oynamaz.’ Bunlar da Nebîler ve doğuştan velîler, yâni Pîrân’dır. 

Pîrân Efendilerimizin hepsi bende-i Resul’dür. Eğer öyle olmasalardı, o tebessümlü yüzler, o güzel sözler onlardan dile gelemezdi, bu kadar sevgi dolu ve birleyici olamazlardı. Onlar hiç mezheplerde gezmemişlerdir. Onların dini de, imanı da mezhebi de Resulallah Efendimizdir. Onlar, Resulallah’a gönül verdiler, O’nun huylarıyla huylandılar ve hepsi ‘Bir’ oldular, ‘Bir okundular, ’Bir’den konuştular.

Hakîkatte o sevgili dışımızda değil, içimizdedir. Çünkü Allah’ı zikretmesen bile, kalb her saniye, Allah… Allah… Allah… diye zikirde, devamlı Allah diye zikrediyor. O’nunla diriyiz ama eğilmiyoruz. Bir an kalbimizi dinleyelim, kalbimiz bir saniye bile sahibini bırakmıyor, biz nasıl O’nun dışına çıkabiliriz. O’na dört elle sarılmak, O’nun dışına çıkmamak lazım.”

Allah’ın dili ayrı değildir. Allah’ın dili birdir. O, bu Türk, şu Arap, öbürü Acem demez, her dilden konuşur. Misâl olarak bir Türk, rüyâsında Hazreti Peygamberi görse, Hazreti Peygamber onunla Arapça konuşmaz, Türkçe konuşur. Dinler, diller, yollar ayrı gibi görünseler de, aslında hepsinin varoldukları yer ‘Bir’di ve varacakları yer yine ‘Bir’ olan Allah’tır. 

Ne güzel söyler Hasan Dede…

“Allah’a hiç güçlük yoktur. Yeter ki sende iman olsun, inanç olsun, sevgi olsun. Yetmişiki dilden konuşan O’dur.”

Ruhu şâd olsun, Hatayî de şöyle seslenir…

“İbtidâdan yol sorarsan,

Yol, Muhammed Ali’nindir.

Yetmişiki dil sorarsan,

Dil, Muhammed Ali’nindir…”