“Âdemoğlu dediğin, dünya sandığına konmuş bir arslandır. Sandık kapanmış, kilitlenmiştir. O da kendisini yorgun ve bitkin göstermektedir. Ama günün birinde bir coştu, bir kükredi de sandığı kırıp parçaladı mı nelere gücü yettiğini, ne işler edeceğini o vakit görürsün.” Mevlâna
Arşın sonsuz bir büyüklüğü var, fakat mânâya karşı suret nedir ki?
2655. Her melek diyordu ki: ‘Bizim bundan önce yeryüzüyle ülfetimiz vardı.
Hizmet ve ibâdet tohumunu yere ekiyorduk. Yere olan bu meylimize, bu alâkamıza da şaşmaktaydık.
Gökten yaratıldığımız hâlde yeryüzüne bu alâkamız nedir?
Biz nurlarız, karanlıklarla ülfetimiz neden? Nur, zulmetlerle yaşayabilir mi?
Ey Âdem! O ülfet, senin kokundanmış. Çünkü cisminin nesci yeryüzü.
2660. Topraktan olan cismini yeryüzünde dokudular; pak nurunu burada buldular.
Şimdi canımızın ruhundan bulduğu ülfet, bundan önce cisminin yoğrulduğu topraktan parlıyordu.
Yeryüzündeydik ama yerden gâfildik, orada gömülü olan defineden haberimiz yoktu.
Tanrı da bize oradan göklere sefer etmeyi emredince, bu yurt değiştirme, acı geldi.
O yüzden Tanrı’ya deliller getirerek ‘Ey Tanrı! Bizim yerimize kim gelecek?
2665. Bu teşbîh ve tehlîlin nurunu, dedikoduya satıyorsun’ dedik.
Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir kasîdesinde şöyle seslenir:
“Ne mutlu o kimseye ki, bizim gibi o da tamamiyle Allah’a teslim olarak onun verdiği her şeye razı oldu. Böylece cefâdan, gamdan gussadan, kurtuldu. Baştan başa neşe vefâ oldu.
Ne mutlu neşe kaynağı olana, şarapla aklını, fikrini dağıtana, aşka, deliliğe rehin olarak mânâ denizinde inci olana.
Onun bakışı ay oldu, güneş oldu. Toprak onun bakışıyla altın kesildi. Kerem de incilerle dolu bir deniz hâline geldi. Yürüyüşte seher rüzgârı oldu.
Aşk padişahı, onu çekti bağrına bastı. Böylece o da bütün halktan kurtulmuş oldu. Aşk bakışı onu seçti de bütün dilekleri yerine geldi.
Yürüyüşte tıpkı, gökteki ‘ay’ gibi oldu. Geceleyin ayın ondördüne döndü. İlâhî bakışla bir anda nerelere ulaştı, nerelere gitti!
O yeryüzü gibiydi, gökyüzü oldu. Baştan başa tat, tuz kesildi. İnsan, melek oldu; sinek de zümrüd-i ankâ.”
Melekler, insan dışında değildir… Bu hakîkati ne güzel dile getirir Hasan Dede, selâm olsun üzerine ve şöyle buyurur:
“İnsan, melekleri aramasın kendi dışında. Peki neden aramayacağız kendi dışımızda? Çünkü Cebrâil insanın emrinde, Mikâil insanın emrinde, İsrâfil insanın emrinde, Azrâil insanın emrinde; e diğer melekler de çoktan bizim emrimizde… Allah insandan dile geliyor, insandan konuşuyor, senden yine sana sesleniyor; yok ki insandan başka biri Allah’ı dile getiren. Ama sen yine onu bırakıp başka yerlerde arıyorsun.”
İşte Yüce Pîr yine şöyle seslenir…
“Allah’ı isteyenler kendinize geliniz, istemeye hâcet niye? İstediğiniz zaten sizsiniz, siz… Sizden bir şey kaybolmadı ki, neden arıyorsunuz? Sizden başka kimse yok ki, nerede neyi arıyorsunuz? Evde oturun, kapı kapı dolaşmayın artık. Zîrâ ev de evsahibi de sizsiniz. Siz zât’sınız, sıfatsınız, bazen gök, bazen yersiniz. Bilin ki, ‘O’ sizsiniz. Kötülüklerden arındırılmış durumdasınız. Siz harfsiniz, harflersiniz. Allah’ın kelâmı, kitabı, melekleri ve peygamberlerisiniz…”
Kasîde:
“Bu can bir kadehtir. Fakat kadeh, kendisinin can olduğunu nereden bilecek? Tertemiz birisi bu kadehi doldurmada, o da içine doldurulanı topraktan yaratılmış insana ulaştırmadadır.
Bu can kadehi, huzur, karar bırakmayan aşkı ile kendini işe vermiş, her şeyden alıyor, ferşe yâni yeryüzüne saçıyor.
Onun saçtığı yerden haberi olmuyor, ama ne olurdu keşke, aldığı yerden birkere olsun haberi olsaydı?
Canların saçtıklarından, toprak, madenler gibi parlıyor. Toprağın dilleri olsaydı da bize bu konuya ait bir nükte söyleseydi.
Dilleri olsaydı da o ormandan, o ebedî ormandan, o ormanın bizim canlarımıza neler hazırladığından bahsetseydi ne olurdu?
Burada kaplan da, ceylân da; ‘Yâ Hu, Yâ Allah!’ diye nârâlar atıyorlar. ‘Âh’ın da sığındığı bir varlık bizi çekip götürüyor.
Bir arslan var ki, varlığımıza, kendi sütünden başka bir şey vermiyor. Bir arslan ki, varlığımızı varlıktan kurtarıyor, bizi kendimizden halâs ediyor.”