MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXVIII

Kuyumcuyu öldürme ve zehirlemenin Tanrı emriyle olup padişahın isteğiyle olmadığı.

222. O adamın, hekimin eliyle öldürülmesi, ne ümit içindi, ne korkudan dolayı.

223. Tanrı’nın emri ve ilhamı gelmedikçe hekim, onu padişahın hatırı için öldürmedi.

224. Hızır’ın, o çocuğun boğazını kesmesindeki sırrı halkın avam kısmı anlayamaz.

225. Tanrı tarafından vahiy ve cevaba nâil olan kişi her ne buyurursa o buyruk, doğrunun ta kendisidir.

226. Can bağışlayan kişi öldürse de câizdir. O, naiptir, eli Tanrı elidir.

227. İsmail gibi onun önüne baş koy. Kılıcının önünde sevinerek, gülerek can ver.

228. Ki Ahmed’in pak canı, Ahad’la nasıl ebedîyse senin canın da ebede kadar sevinçli ve gülümser bir hâlde kalsın.

229. Aşıklar, ferâh kadehini, güzellerin elleriyle öldürüldükleri vakit içerler.

Pîrimiz Mevlâna’nın, 222. beyitte, Kur’an-ı Kerim’in bazı âyetlerine işaret ettiğini belirten Abdülbâki Gölpınarlı şu açıklamayı yapıyor: “Bakara sûresinin 38. âyetinde, Allah’ın hidâyetine uyanların, Allah tarafından gönderilen Peygamberin izinde yürüyenlerin korkudan, hüzünden emîn oldukları beyân buyrulmaktadır. Korku ve hüzün, umduğunu elde edememekten, elde edemeyeceğini sanmaktan meydana gelir. İstediğini elde edeceği kendisine müjdelenen, inanan ve iyi işlerde bulunansa korkudan da emîn olur, hüzünden de.”

224. beyitteyse, Kehf sûresinde geçen Musa ile Hızır kıssasına işaret eder Mevlâna. 

Yine Abdülbâki Gölpınarlı’nın anlatımına göre, “Bu kıssada Musa Peygamber, genç arkadaşına, ‘Ben iki denizin kavuştuğu yere kadar durmadan gideceğim; yahut da bu uğurda yıllarca uğraşacağım’ der ve iki denizin kavuştuğu yere varırlar; fakat yiyecekleri balığı unutmuşlardır. Balık dirilir, suya atlar; bir müddet iz bırakarak gider, sonra denizde görünmez olur. Balığın dirilmesine sebep, oradaki bir kaynağın suyundan bir katrenin balığa damlamasıdır. Bu su, ‘Ab-ı Hayat’tır. Musa Peygamber de zâten bu belirtiyi bekliyormuş. İşte buydu aradığımız der ve geri döner. Derken Tanrı’nın, kendi katından bilgi bellettiği bir kulu bulur; bu kul Hızır’dır. Musa, ondan, Tanrı’nın bellettiği bilgiden kendisine de belletmesini ister. Hızır, sen dayanamazsın buna der. Musa dayanacağını söyler; bunun üzerine Hızır, ben sana bildirmedikçe benden göreceğin şeyleri sorma deyip vaad alır Musa’dan. Yola düşerler; bir gemiye binerler; gemi sahibi bunlardan para-pul istememiştir. Hızır, gemi yol alıp giderken gemiyi delmeye koyulur. Musa, ne diye deliyorsun gemiyi, içindekileri boğacaksın deyince, Hızır, dayanamazsın demedim mi sana der. Musa, bir daha bir şey söylemem deyip susar. Varacakları yere varırlar ve gemiden çıkarlar. Hızır, yolda oynayan çocuklardan birini tutar, öldürür. Musa, kimseyi öldürmemiş, hem de ergenlik çağına bile gelmemiş bir çocuğa ne diye kıydın der. Hızır yine, sana dayanamzsın demedim mi deyince Musa tekrar özür getirir; bundan böyle bir şey dersem arkadaş etme beni kendine der. Bir köye varırlar; köylülerden yiyecek isterler; köylüler vermezler. Giderlerken yıkılmak üzere olan bir duvarı eliyle sıvazlar, düzeltir Hızır. Musa bunu parayla yapsaydın da bir şey alıp yeseydik deyince Hızır, artık ayrılık der; ancak yaptığım şeylerin hikmetini anlatayım sana: 

İlerde zâlim bir padişah var; yeni, kusursuz gemileri zaptediyor. Gemiyi zaptetmesin diye deldim. O çocuk, yaşarsa kâfir olacaktı; azgın olacaktı; anası babası mümindi. Onu öldürdüm, suçtan kurtardım; Allah o anaya babaya hayırlı bir evlât verecek. Duvar, yetim iki oğlanın bahçe duvarıydı; babaları temiz bir kişiydi. Duvarın dibine, onlar için para gömmüştü. Duvar yıkılsaydı paralar meydana çıkacaktı, çocukların hakları eller eline geçecekti; duvarı da bunun için düzelttim.”

Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde, efendisi Hazreti Şems’e hitâben şöyle buyurur: “Sen baştan başa cansın, yâhut zamanın Hızır’ı, yâhut da ab-ı hayat. Onun için de halktan gizlenmedesin.”

Nitekim bu anlatımlara göre, Hızır, mürşid-i kâmili temsîl etmektedir ki, Hasan Dedemiz, kâmil bir mürşidin her sözünün Hakk olduğunu ve onun canlı Kur’an olduğunu belirtir ve şöyle der: “Hazreti Muhammed Efendimizin bendesi olan ve onun hâline bürünmüş olan mürşid-i kâmil kitâbî konuşmaz, hitâbî konuşur; yâni ezbere konuşmaz, onun bütün vücudunu Sevgilisi sarmıştır ve içinden ne doğarsa, yolcusuna onu sunar. Yolcusunun cemâline bakar, gönlünü okur ve ona göre konuşur. Kur’an onunla dile geldiği için o, canlı Kur’an’dır. Kalbi yani gönlü, Allah’ın evidir. Onu seyretmek Hakk’ı seyretmektir, Hakk’ı dinlemektir. İşte Allah, o elçiden dile geliyor. Oradan tebliğler sunuyor, ama o tebliğler sana ağır geliyor, kaçıyorsun. Kaçma! O tebliğleri yerine getir ki, Hakk senden de yüzünü göstersin.”

Velhâsıl, Hazreti Mevlâna da, ‘Tanrı tarafından vahiy ve cevaba nâil olan kişi her ne buyurursa o buyruk, doğrunun ta kendisidir’ diyor ve ‘Can bağışlayan kişi öldürse de câizdir. O, naiptir, eli Tanrı elidir. İsmail gibi onun önüne baş koy. Kılıcının önünde sevinerek, gülerek can ver. Ki Ahmed’in pak canı, Ahad’la nasıl ebedîyse senin canın da ebede kadar sevinçli ve gülümser bir hâlde kalsın’ diyerek bizlere nasihatte bulunuyor.

229. beyitte ise, Mevlâna, aşıkların, ferâh kadehini, güzellerin elleriyle öldürüldükleri vakit içtiklerini dile getiriyor ki, bu beyit fakire, Feridun bin Ahmed-i Sipehsâlâr’ın Mevlâna hakkındaki şu anlatımını hatırlattı:

“Bu âciz kul, kırk yıl boyunca, her biri asrın ileri geleni, dehrin kendisine uyulanı, zâhir ve bâtın bilgilerinde dünyanın eşi benzeri olmayanlarından olan, verâ ve takvâda eşleri bulunmayan önder ve aşıklarla birlikte Mevlâna’nın huzurunda geceyi gündüze, gündüzü geceye kattık ve yedi seyyâre gibi kendi kutbu etrafında başsız ve ayaksız bir vaziyette döndük. Hayret odur ki: Benim gibi ikibin aşıkı derdinden öldürdü de parmakları kimsenin kanından kirlenmedi.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXVII

“Dünyanın kirini ancak aşk yıkar, temizler.” Hasan Çıkar Dede

207. Kuyumcunun gözünden ırmak gibi kanlar aktı, yüzü canına düşman kesildi.

208. Tavus kuşunun kanadı, kendisine düşmandır. Nice padişahlar vardır ki kuvvet ve azametleri helâklerine sebep olmuştur.

209. Kuyumcu, “Ben o ahuyum ki göbeğimin miskinden dolayı bu avcı, benim saf kanımı dökmüştür.

210. Ah, ben o sahra tilkisiyim ki postum için beni tuzağa düşürüp tuttular, başımı kestiler.

211. Ah, ben o filim ki dişimi elde etmek için filci benim kanımı döktü.

212. Beni, benden aşağı birisi için öldüren, kanımı döken; bilmiyor mu ki benim kanım uyumaz!

213. Bugün bana ise yarın onadır. Böyle benim gibi bir adamın kanı nasıl zâyî olur?

214. Duvar gerçi uzun bir gölge düşürür; fakat o gölge, gölgeyi meydana getirene avdet eder.

215. Bu cihan dağdır, bizim yaptıklarımız ses. Seslerin aksi yine bizim semtimize gelir” dedi.

216. Kuyumcu, bu sözleri söyledi ve hemen toprak altına gitti. O câriyecik de aşktan ve hastalıktan arındı, tertemiz oldu.

217. Çünkü ölülerin aşkı ebedî değildir, çünkü ölü, tekrar bize gelmez.

218. Diri aşk, ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan daha taze olur durur.

219. O dirinin aşkını seç ki bakîdir ve canına can katan şaraptan sana sakîlik eder.

220. Onun aşkını seç ki bütün peygamberler, onun aşkıyla kuvvet ve kudret buldular, iş güç sahibi oldular.

221. Sen “Bize o padişahın huzuruna varmaya izin yoktur” deme. Kerîm olan kişilere, hiçbir iş güç değildir.

Hasan Dedemiz, “Her kim, dünya üzerinde kibirle başı dik olarak yürüyorsa, bilsin ki hakikatte yerin bin kat altındadır; her kim de, dünya üzerinde tevazû ile başı eğik olarak yürüyorsa, bilsin ki hakikatte gökyüzünün de üstündedir” diye buyurur.

Abdülbâki Gölpınarlı, 208. beyitte geçen tavus kuşu teşbihi ile ilgili olarak şu açıklamayı yapar: “Bir halk inanışına göre tavus kuşu, yılanla beraber cennet bekçisiymiş. Şeytan cennete bunları sokmuş. Şeytan da önce Havvâ’yı, onun vasıtasıyla da Âdem Peygamber’i kandırıp yenmemesi buyurulan ağacın meyvesini yedirmiş. Tanrı, yılana, ölümün insan elinden olsun; insanlar topukları ile başını ezsinler demiş. Tavus kuşunun da ayaklarını çıplak bırakmış; ayaklarını görünce eski hâlini hatırla da feryâd et demiş; bu ikisini, Âdem ve Havvâ ile beraber cennetten sürmüş. Şimdi her tarafı süslü püslü olan tavus, güzelliğiyle övünür, salınırken gözleri ayaklarına değince ‘Ah’ der, feryâd edermiş.”

Bu dünya yaşamımızda, sadece insanlara değil, dünya üzerindeki tüm varlıklara, ne ikrâm edersek dönüp bize geri geleceğini ve dünyanın hakikatte bir sırat köprüsü olduğunu belirten Hasan Dedemiz, “Bizler sırat köprüsünü devamlı geçmekteyiz” der, “Hakikatte kıldan ince, kılıçtan keskin denilen; kırk sene düzlük, kırk sene yokuş, kırk sene inişli sırat köprüsü, bu dünyadır. İnsan, isterse Tanrı’ya uyar, isterse İblis’e uyar. İkisi de insana aittir. Peki bunlardan hangisi huzur verir? Elbette Tanrı’ya uymak huzur verir. Açıkça bilinsin ki, zulüm yüklenen mutlaka hüsrâna uğramıştır.”

İnsan, tevhîd bilincine ulaştığı takdirde; Mevlâna’nın, 214. beyitte, ‘Duvar gerçi uzun bir gölge düşürür; fakat o gölge, gölgeyi meydana getirene avdet eder’ diye buyurduğu üzere, bütün suretlerin ardında zuhurunu gösteren o kudretin Yaratıcı olduğunu görür, anlar ve ona göre bir yaşam sürmeye gayret eder. Kimseyi incitmemeye, kimseyi hor görmemeye, kimsenin hakkına girmemeye özen gösterir. Çünkü o incittiğimiz de, hor gördüğümüz de, hakkına girdiğimiz de hakikatte Allah’tır. 

Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de Bakara sûresinin 156. âyetinde, “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn – Biz Allah’ınız, yine gerisin geriye ona döneceğiz” diye buyrulmaktadır.

Pîrimiz Mevlâna’nın babası Sultan’ül Ulemâ Hazretlerine, “Yolculuk nereye?” diye sorduklarında, şu cevabı vermiş: “Allah’tan geldik, Allah’a gidiyoruz. Âdem’den geldik, Âdem’e gidiyoruz.”

Hasan Dedemiz şöyle der: “Bizim yolculuğumuz insandan insanadır. Hazreti Muhammed’imizin yolu sevgi yoludur, aşk yoludur. İnsandan insana yol alalım, insana layık bir yaşam sürelim. Kalplerin mumlarını yakalım!”

Velhâsıl, ’Ölülerin aşkı ebedî değildir, çünkü ölü, tekrar bize gelmez. Diri aşk, ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan daha taze olur durur’ diyor Mevlâna ve daima aşkı seçmemizi ve aşkta yaşamamızı tavsiye ederek şöyle buyuruyor, ‘O dirinin aşkını seç ki bakîdir ve canına can katan şaraptan sana sakîlik eder. Onun aşkını seç ki bütün peygamberler, onun aşkıyla kuvvet ve kudret buldular, iş güç sahibi oldular. Sen ‘Bize o padişahın huzuruna varmaya izin yoktur’ deme. Kerîm olan kişilere, hiçbir iş güç değildir.’

Rubai:

“Aşk geldi, kan gibi damarlarıma, derime doldu. 

Beni benden aldı, varlığımı sevgiliyle doldurdu. 

Kısaca; bana benden kalan bir ad; ancak ötesi hep o…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXVI

“O seçilmiş erin ayak bastığı toprağı gözüne sürme gibi çek; o toprak, gözünü hem yakar, hem aydınlatır.” Mevlâna

195. O garip kişi (kuyumcu) yoldan gelince, hekim, onu padişahın huzuruna götürdü.

196. Tarâz mumunun başı ucunda yanıp yakılması için onu, padişahın yanına izzet ve ikrâmla iletti.

197. Padişah, onu görünce pek ağırladı, altın hazinesini ona teslim etti.

198. Sonra hekim dedi ki: “Ey büyük sultan, o câriyeciği bu tacire ver;

199. Ki visâliyle iyileşsin, visâlinin suyu o ateşi gidersin.”

200. Padişah, o ay yüzlüyü kuyumcuya bahşetti, o iki sohbet müştâkını birbirine çift etti.

201. Altı ay kadar murat alıp murat verdiler. Bu suretle kız da tamamiyle iyileşti.

202. Ondan sonra hekim, kuyumcuya bir şerbet yaptı, kuyumcu içti, kızın karşısında erimeye başladı.

203. Hastalık yüzünden kuyumcunun güzelliği kalmayınca kızın canı, onun derdinden âzâd oldu, ondan vazgeçti.

204. Kuyumcu, çirkinleşip hastalanınca, yüzü sararıp solunca kızın gönlü de yavaş yavaş ondan soğudu.

205. Ancak zâhirî güzelliğe ait bulunan aşklar aşk değildir, Onlar nihâyet bir âr olur.

206. Keşke kuyumcu baştan başa ayıp ve âr olsaydı, tamamiyle çirkin bulunsaydı da başına bu kötü hâl gelmeseydi.

Abdülbâki Gölpınarlı, 196. beyitte geçen Tarâz mumu ile ilgili şu bilgiyi vermektedir: “Tarâz, Çin sınırlarında bir şehir ve Bedâhşan’da bir il adıdır. Hem o şehrin, hem bu ilin güzelleri pek çok olduğundan doğu klâsik edebiyatında güzeller, çevreyi ışıtan Tarâz mumuna benzetilir. Aynı zamanda misk’in en makbûlünün de Tarâz’dan geldiği söylenir.”

Mevlâna, “Eğer sen Hakk yolunda yürürsen, senin yolunu açarlar, kolaylaştırırlar. Eğer Hakk’ın varlığında yok olursan, seni gerçek varlığa döndürürler. Benlikten kurtulur, alçak gönüllü olursan, o kadar büyürsün ki âleme sığmazsın. İşte o zaman seni, sensiz, sen olmaksızın sana gösterirler” diye buyurur.

Hekimin, yâni kâmil mürşidin de maksadı, aslen Tarâz mumu gibi olan müridin özündeki gerçek varlığını göstermekti. Fakat müridin bunu görebilmesi için dünyevî heves ve isteklerden arınması gerekmekteydi.

Hasan Dedemizin, “Nefsle karışık aşk insanı zillete, Allah’la karışık olan aşk, devlete götürür” diye buyurduğu gibi; Pîrimiz Mevlâna da bizlere şöyle seslenir: “Ruhların aşağılanması, bedenler yüzündendir. Bedenlerin yüceliği, ruhlardandır!.. Ey aşıklar, arı-duru şarap sizindir, size sunulur. Bakî olan sizsiniz, bekâ sizindir! Ey yüreklerinde aşk derdi olmayanlar! Kalkın aşık olun… İşte Yusuf’un kokusu gelmekte, hemen koklayın, o kokuyu alın!”

Kâmil mürşidin mucizevî nefesi, yâni sohbetleri, Yusuf’un gömleğinin kokusu gibidir; o kokuyu alan müridin gözlerinden körlük gider; o koku, müridin gönlüne hayat gibi tesir eder, gözünü bağlayan tüm hayallerden kurtulur.

Nitekim hikâyede, ‘hekim, kuyumcuya bir şerbet yaptı; kuyumcu içti, kızın karşısında erimeye başladı. Hastalık yüzünden kuyumcunun güzelliği kalmayınca kızın canı, onun derdinden âzâd oldu, ondan vazgeçti. Kuyumcu, çirkinleşip hastalanınca, yüzü sararıp solunca kızın gönlü de yavaş yavaş ondan soğudu.’

Abdülbâki Gölpınarlı, 205. beyitin tefsirinde buyuruyor ki: “Bir renk ucundan meydana gelen aşk, geçici aşktır; gerçek aşka dönüşmezse, sevgilinin güzelliğinin geçmesi, yaşlanması, çirkinleşmesi yüzünden o aşk da söner gider; yahut sevilen kişiyle buluşma yüzünden sahibine bir ayıp, bir suç olur ve o da geçer gider, vebâli kalır.”

“Şekle dayanan her şey, bir gün şeklini kaybeder. İki dünyada da kurtuluş sevgiyle olur, aşkla olur” der Hasan Dedemiz.

Mevlânamızın da buyurduğu gibi… “Çalış da taşlığın azalsın, la’l ol da taşın nurlansın. Savaşmada, zahmet çekmede sabırlı ol da anbean yoklukta varlık bul. Sendeki taşlık sıfatı azalsın, la’l sıfatı kuvvetlensin. Bedenden varlık sıfatı gitsin, başındaki sarhoşluk çoğalsın. Kulak gibi tamamiyle kulak ol da sana la’l küpe takılsın.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXV

O velînin, halayığın hastalığını anlaması ve padişaha arz etmesi.

182. Ondan sonra hekim, kalkıp padişahın huzuruna gitti, padişahı bu meseleden birazcık haberdâr etti.

183. Dedi ki: “Çare şundan ibaret: Bu derdin iyileşmesi için o adamı getirelim.

184. Kuyumcuyu o uzak şehirden çağır, onu altınla, elbiseyle aldat!”

Padişah, hekimde bu sözü duyunca nasihatini, candan gönülden kabul etti.

185. O tarafa ehliyetli, kifâyetli, âdil bir iki kişiyi elçi olarak gönderdi.

Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde, “Ey insan! Bana yaklaş da seni bundan daha güzel bir hâle getireyim. Kâmil bir insan hâline getireyim. Ben gussayı, derdi neşe hâline getiririm, yolunu şaşırmışları doğru yola götürürüm. Ben kurdu Yusuf yaparım, zehiri şeker hâline sokarım. Ey gül bahçesi, ey gül bahçesi! Reyhanları, nilüferlere arkadaş ederim. Gel benim bahçeme de benden gül al!” diye buyurur.

“Kâmil mürşid, hakikaten Allah’ın bütün kuvvet ve kudretlerine sahiptir; fakat bu kudreti, şuna buna kerâmet göstermek için kötüye kullanmaz, yeri geldiğinde, yerinde sarfeder” der Hasan Dedemiz, ”Kâmil insan, büyük bir enerji kaynağı gibidir. Ona sevgiyle temas eder etmez, ondaki lütûf enerjisi haberimiz olmadan bize geçmeye başlar. Bu lütûf enerjisi, ahlâkımızda bize yaramayacak, ne gibi kirler varsa, onları yavaş yavaş, hattâ haberimiz olmadan temizler. Biz o kudreti annemiz olarak tanıyıp, onun kucağına atıldıktan sonra, o da bizi elbette evlat olarak bağrına basar ve yüzümüzdeki, gözümüzdeki kirleri, bir anne şefkati ile, hattâ ondan da daha hudutsuz bir şefkatle temizler.”

Nitekim, hikâyenin bu bölümünde, kâmil mürşid olan hekim, halayığın derdini iyileştirmek, yâni müridin nefsindeki kirleri temizlemek ve gönlünü kaptırdığı dünyevî heveslerden vazgeçirmek üzere, padişahtan kuyumcuyu Semerkand’dan çağırmasını isteyince padişah, onun bu nasihatini candan gönülden kabul etti ve ehliyetli, kifâyetli ve âdil iki elçiyi Semerkand’a gönderdi.

Padişahın, kuyumcuyu getirmek üzere Semerkand’a elçiler yollaması.

186. O iki bey, kuyumcuya padişahtan muştucu olarak Semerkand’a kadar geldiler.

187. Dediler ki: “Ey lütûf sahibi üstâd, ey marifette kâmil kişi! Övülmen şehirlere yayılmıştır.

188. İşte filân padişah, kuyumcubaşılık için seni seçti. Zirâ pek büyüksün, pek kâmilsin.

189. Şimdicek şu elbiseyi, altını ve gümüşü al da gelince de padişahın havassından ve nedîmlerinden olursun.”

190. Adam; çok malı, çok parayı görünce gururlandı, şehirden çoluk çocuktan ayrıldı.

191. Adam, neşeli bir hâlde yola düştü. Haberi yoktu ki padişah, canına kastetmişti.

192. Arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı!

193. Ey yüzlerce râzılıkla sefere düşen ve bizzât kendi ayağıyla kötü bir kazaya giden!

194. Hayalinde mülk, şeref ve ululuk. Fakat Azrâil “Git, evet, muradına erişirsin” demekte!

İki elçi, müjdeyi vermek üzere Semerkand’a geldiler, kuyumcuyu buldular ve onu türlü övgülerle yücelttiler, gururunu okşadılar. Zirâ, övülmek ve yüceltilmek nefsin hoşuna giden şeylerdendir; fakat bir diğer taraftan da insanı gurura ve benliğe sürükleyebilir.

Nitekim, bir kudsî hadîste, “Sizi övenlerin suratlarına toprak saçın” diye buyrulmaktadır.

“Bu iki dadı, mal ve mevki, deriyi şişirir, yağla etle, kibirle, benlikle doldurur. Mal yılana benzer mevki ise ejderhadır. Tanrı erlerinin gölgesi bu ikisine de zümrüttür. Yılanın o zümrütten gözü kamaşır, kör olur; yolcu da kurtulur” der Hazreti Mevlâna, ve “Dünyadaki yaşayışımız, bazen tatlıdır, hoştur, bazen de kederlerle doludur, hoş değildir! Aklını başına al da sen, daima hoş yaşama mülkünü bağışlayana gönlünü ver; fanî dünyaya değil, ebedî hayat lütfedene aşık ol!..” diye buyurur.

Velhâsıl, elçiler, kuyumcuya ‘Şimdicek şu elbiseyi, altını ve gümüşü al da gelince de padişahın havassından ve nedîmlerinden olursun’ dediler. Kuyumcu, onların vaad ettikleri makama, altına ve gümüşe tamah edince, aldandı ve ‘arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı!’

Mevlânamız yine der ki: “Tamahkâr adamın gözünün önünde makam ve altın hayali, gözdeki kıl gibidir. Tamah, huyu fitne olan bir hırsızdır; hayal gibi her an bir surete bürünür. Onun hilesini Allah’tan başkası bilemez. Allah’a sığın da o alçaktan kurtul!”

Hasan Dedemiz bir şiirinde bakın nasıl sesleniyor bizlere…

“Bu can tenden gitmeden, kendi kendini seçmek gerek. 

Karanlık gelip çökmeden, gönül ışığını açmak gerek. 

Yalanla Allah’a varılmaz, benlikle menzil alınmaz, 

Riyâyla gerçek bulunmaz, bütün varlıklarından geçmek gerek. 

Bilerek söyle sözünü, aşk ateşiyle yak özünü, 

Açmak için can gözünü, gerçek eri seçmek gerek. 

Hakk’a giden yolu tanı, ara da bul ârif canı, 

Muhabbet gülü gülşânı, gonca iken biçmek gerek. 

Aşık Hakk’ı bilir, ilham mürşitten gelir, 

Vurursan kapı açılır, çalışıp da açmak gerek…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXIV

“Bizden vazgeçmeyin, bizi gönülden çıkarmayın, Biz emîn kişileriz.

Bak, nefesimiz, o gülden esip gelen yel, diyor. Biz böyleyiz işte…” Hasan Çıkar Dede

169. O hekim, hastadan bu sırrı elde edip o dert ve belânın aslına erişince:

170. “Onun semti hangi mahallede?” diye sordu. Kız, “Köprü başında, Gatfer Mahallesi’nde” dedi.

171. Hekim, “Hastalığının ne olduğunu hemen anladım. Seni tedavi hususunda sihirler göstereceğim;

172. Sevin, ilişik etme, emîn ol ki yağmur çimenlere ne yaparsa ben de sana onu yapacağım;

173. Ben, senin gamını çekmekteyim, sen gam yeme; ben sana yüz babadan daha şefkatliyim;

174. Aman, sakın ha, bu sırrı kimseye söyleme; padişah senden bunu ne kadar sorup soruştursa da yine sakla;

175. Sırların gönülde gizli kalırsa o muradın çabucak hâsıl olur” dedi.

176. Peygamber demiştir ki: “Her kim sırrını saklarsa çabucak muradına erişir.”

177. Tohumun toprak içinde gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesiyle neticelenir.

178. Altın ve gümüş gizli olmasaydı… madende nasıl musaffa olur, nasıl altın ve gümüş hâline gelirdi?

179. O hekimin vaatleri ve lütûfları hastayı korkudan emîn etti.

180. Hakiki olan vaatleri gönül kabul eder, içten gelmeyen vaatler ise insanı ıstırâba sokar.

181. Kerem ehlinin vaatleri akıp duran, eseri daima görünen hazinedir. Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların vaatleri ise gönül azâbıdır.

“Derdini, hazmedemeyene söyleme, hazmedene söyle. ‘Toprak’, her şeyi hazmeder. Size sıkıntı veren her şeyi bize havale edin, korkmayın; üzülmeyin de…” der Hasan Dedemiz

Pîrimiz Mevlâna’nın da şöyle bir sözü vardır: “Ey insan, kendini toprağa benzet. Toprağı herkes çiğner, basar. Gün gelir o toprakta türlü çiçekler yetişir, âdemoğlu başına taç yapar.”

Hakk’a tâlib olan mürid, bir mürşid-i kâmilin huzuruna geldi mi, ona imanla bakmalı, tam bir teslimiyetle hizmetinde bulunmalı ve onun vereceği terbiyeyle, ahlâkındaki kötü hâllerden ve hoş olmayan huylardan arınıp insanî huylarla güzelleşeceğinden emîn olmalıdır.

“Çünkü hakikatte insan, yaratılmışların en şereflisidir” diye buyuran Hasan Dedemiz, Mevlâna’nın bakışında insanın, düşünen ve her şeye anlam veren bir varlık olduğunu; hepsinden önemlisi insanın, nefsini dizginleyerek Hakk’a ulaşmak için onda yok olma şerefine ulaşabilen bir varlık olduğunu belirtir.

Pîrimiz Mevlâna bizlere şöyle seslenir…

“Allah’la düş kalk, onun huylarıyla huylan da emânetlerin zâyî olmaktan da emîn olsun, eksilmekten de. Huyları yaratanın huyuyla huylan, peygamberlerin ahlâkını yetiştirip besleyen Allah’ın ahlâkına bürün. Yalnız teni tanıyanlar, bizi çabucak kaybederler… Su içenler, tulumu da bırakırlar, küpü de! Fakat canı tanıyanların sayılarla işleri yoktur. Onlar, keyfîyetsiz ve kemîyetsiz olan denize gark olmuşlardır! Can ol da can yoluyla canı tanı! Görüş dostu ol, kıyas oğlanı değil!.. Ne zamana kadar, imansızlığa doğru geri gideceksin? Küfre varma, ileriye gel artık, dine, imana gel. Sen zehri şifâlı bir şerbet gibi gör; bu yüzden zehre sarıl! Sonunda sen, nereden geldiğini düşün de aslının aslına gel! Maddî varlığınla, bedeninle yeryüzüne bağlısın, burada dünyaya geldin doğdun. Burada yiyor, içiyor, dolaşıyorsun. Sen, yeryüzünde yaşıyorsun, ama mânâ bakımından gökyüzünde yaşayanlardansın. Gerçek inancın incilerinin dizildiği iplik gibisin. Bütün güzellikler, hoşluklar, üstünlükler sende mevcuttur. Hakk’ın nur mahzeni sana verilmiş, sana emânet edilmiştir. Sen, ne olduğunu nereden geldiğini düşün de, aslının aslına gel!..”

Aslını arayıp bulan mürid de, yağmurun çimenleri besleyip büyüttüğü gibi, kâmil mürşidin rahmet dolu sözleriyle beslenip yetişir ve kalbi zamanla yumuşar; rüzgarla dalgalanan çimenler gibi Hakk’ın huzurunda eğilir ve eğildikçe, yâni yokluğa erdikçe olgunlaşır kemâlât bulur.

Nitekim, Hazreti Şems de bakın nasıl buyurmaktadır…

“And olsun ki, Mevlâna’nın yüzünü görmek, bizim için mutluluktur. Hazreti Muhammed’i görmek dileyen, gitsin Mevlâna’yı görsün. Rüzgârla dalgalanan çimenler gibi, kendini zorlamadan onun önünde eğilsin. Bunun aksine davranmak isteyen de, dilediği gibi yaşar. Mevlâna’yı bulana ne mutludur! Ben kimim? Ben bir kere buldum, ben de mutluyum. Eğer inancından kuşkun varsa, o, en kestirme yoldan kuşkularını giderir. Biz şüphemizden dolayı bunu istiyoruz ki, bir zaman ondan hoşlanasın; bir zaman da, sana soğukluk gelsin. Bu bir iş hesabı değildir, dostluk hesabı da değildir. Bu yol o tarafa giden kestirme yoldur. Bugün mânâ denizinin dalgıcı Mevlâna’dır. Ben ise tacirim. Yani o incileri alıcıyım. Dostluk, Mevlâna’yı gördükten sonra nefsini öldürmektir. Tâ ki, onu bir daha bulamadık, öldü desinler.”

“Allah’a yaklaşabilmek için gereken kalb temizliği kalbin cilâlanması, hem uzun hem de emek isteyen bir yoldur” der Hasan Dedemiz, “Bu yolda yolcunun rehberi mürşid-i kâmillerdir. Mürşidine inançla, imanla bakmak onda Hazreti Muhammed Efendimizin nurunu görmek, güzelliğini görmek gerekir. Bu şekilde bakılır, o inançla yola koyulunursa kapılar açılır. İnsan, Bir’i buldu mu bütün sayıları bulmuş olur. Bir’i bulamadı mı bu kişi boşluktadır. İman kimseye verilmez. Bu âleme güzellik saçan, tüm sorularınıza cevap veren, yükünüzü üzerinizden alan, size huzur veren birini bulduğunuzda ona iman edersiniz. Biz her zaman ne diyoruz; her şeyin üstünde imandır!..”

Nitekim, Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de Peygamber Efendimizin dilinden şöyle seslenmektedir…

“Andolsun, size kendi içinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, o size çok düşkündür. O, çok şefkatlidir, merhametlidir.” (Tevbe, 128)

Mademki, onun şefkati ve merhametiyle, ’tohumun toprak içinde gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesiyle neticelenir’ ve yokluktan varlığa kavuşur; o halde bu sır tohumunun yeşillenip büyümesi için daima yoklukta durmak gerektir.

Pîrimiz Mevlâna’nın şu kasîdesine kulak verelim…

“Toprak emîndir; ona her ne ekersen ihânet görmeksizin onun cinsini toplar, devşirirsin. Toprak bu emînliği o emînlikten bulmuştur, çünkü adâlet güneşi ona nur saçmıştır. İlkbahar, Hakk fermânı getirmedikçe, toprak sırrını nice açığa vurur? O, öyle bir cömert ve vericidir ki bu haberleri, bu emînliği ve bu doğruluğu bir cemâda, kuru yeryüzüne vermiştir. Fazıl ve ihsanı, kuru toprağı haberdâr eder, kahır ve celâli de akıllı insanları kör eyler. Canda, gönülde o coşmaya tâkât yoktur. Kime söyliyeyim? Cihanda bir tek kulak yok!.. Nerede bir kulak varsa; onun yüzünden, göz oldu. Nerede bir taş varsa; onun lütfûyla yeşim taşına döndü. Kimyâyı meydana getiren odur, kimyâ ne oluyor ki? Mucize bağışlayıcıdır, simyâ ne oluyor ki? Benim bu övüşüm, övmeyi terk etmenin tâ kendisidir; çünkü bu övüş, varlık delilidir, varlık ise hatadır. Onun varlığına karşı yok olmak gerektir; onun huzurunda varlık nedir? Mânâsız bir şeyden ibarettir!..”

Nitekim halayık da, o hekimin hakiki olan vaatleri ve lütûflarıyla korkudan emîn oldu ve o vaatleri gönlü kabul etti. Zirâ, ‘içten gelmeyen vaatler insanı ıstırâba sokar. Kerem ehlinin vaatleri akıp duran, eseri daima görünen hazinedir. Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların vaatleri ise gönül azâbıdır.’

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXII

O velînin, halayığın hastalığını anlamak için padişahtan halayıkla halvet olmayı dilemesi.

144. (Hekim) dedi ki: “Ey Padişah, evi halvet et, yakını da uzaklaştır.

145. Köşeden, bucaktan kimse kulak vermesin de ben bu câriyecikten bir şeyler sorayım.”

146. Oda boşaldı, hekim ile hastadan başka kimsecikler kalmadı.

147. Hekim tatlılıkla, yumuşak yumuşak dedi ki: “Memleketin neresi? Çünkü her memleket halkının ilacı başka başkadır.

148. O memlekette akrabandan kimler var? Kime yakınsınız; neye bağlısın?”

149. Elini kızın nabzına koyup birer birer felekten çektiği cevir ve meşakkati soruyordu.

150. Bir adamın ayağına diken batınca ayağını dizi üstüne kor.

151. İğne ucu ile diken başını arar durur, bulamazsa orasını dudağıyla ıslatır.

152. Ayağa batan dikeni bulmak, bu derece müşkül olursa yüreğe batan diken nicedir? Cevabını sen ver!

153. Her çer çöp gönül dikenini göreydi gamlar, kederler; herkese el uzatabilir miydi?

154. Bir kişi, eşeğin kuyruğu altına diken kor. Eşek onu oradan çıkarmasını bilmez, boyuna çifte atar.

155. Zıplar, zıpladıkça da diken daha kuvvetli batar. Dikeni çıkarmak için akıllı bir adam lâzım.

156. Eşek, dikeni çıkarabilmek için can acısıyla çifte atar durur ve yüz yerini daha yaralar.

Hazreti Mevlâna, bir şiirinde şöyle sesleniyor bizlere…

“O kapıyı kapa.

Gayret kemerini kuşan.

Bize can şarabını sun.

Bu meyhâneye aşık kişileriz biz,

hem çok uzaklardan geliyoruz bak,

çok uzaklardan.

O kapıyı kapa.

Gel sen asıl bizi gör,

gör hâlimizi, acı.

Bir başka kapı aç,

işte na şurda,

bir gizli kapı.

Bir büyük sağrak bul getir bize.

Sonra doldur şarabı,

eski dostluğumuzun şerefine.

O kapıyı kapa.

Gel bizi yıka, arıt.

Hani bir gün, bilmem unuttun mu,

biz hepimiz uykudaydık.

Sen bir tekme atmıştın bize,

derken bir, bir daha.

Sıçramış uyanmıştık uykudan.

Oturup şarap içmiştik sonra.

Şarap başımıza vurmuştu.

O zaman olmuştu işte ne olduysa.

Denizleri yüksük gibi gören timsahlarız artık,

tirit, mercimek, aş erleri değil.

Haydi inadı falan bırak,

inadı bırak da kendine gel,

bize şarap ver, şarap…”

Gönül hekimi olan velî (kâmil mürşid), padişaha, yâni gönlü hasta olan müride, evi boşaltmasını ve kapıyı kapamasını istedi.

Hasan Dedemiz, “Dolu olan bir kap boşaltılmadıkça tekrar doldurulamaz. Ancak boşaldığı miktar kadar dolar” der, “Hakk ve hakîkatin bilgisi ile dolmak isteyen insan, önce mevcut bilgi ve kabullerinden kurtulmalıdır. Eski giysiler çıkartılmadıkça yenileri giyilemez, giyilse de insanın üzerine oturmaz, sıkıp rahatsız eder.”

Hakk yoluna giren mürid ile yolun kılavuzu olan kâmil mürşid arasında hiçbir yabancı duygu ve düşünce bulunmamalıdır ve mürid bu yolda ilerleyebilmek için tam bir teslimiyet içinde olmalıdır.

Nitekim, Hasan Dedemiz şöyle buyurur: “Mürşid-i kâmilin, bizi sevk ve idâre edebilmesi için, bizim ona nedensiz, niçinsiz bir teslimiyetle tâbi olmamız şarttır. Asıl tasavvuf, asıl manevî ve ilahî bilgi, işte bu teslimiyettir. Bu manevî yolda muvaffak olmak için, mürşid-i kâmile tam bir teslimiyetle teslim olmak ve onun her sözünü dinlemek, yâni kabul etmek lâzımdır. Fakat o sözleri dinleyip kabul edebilmek için de pamuk gibi olmak gerekir; taş gibi değil. Taş hiç suyu çekebilir mi? Tabii ki çekemez.”

Hikâyede de, hekimin istediği gibi, oda boşaldı, hekim ile hastadan başka kimsecikler kalmadı. Hekim tatlılıkla ve yumuşaklıkla hasta gönüllü halayığa, yâni müride, hastalığın sebeplerini öğrenmek için sorular sormaya ve bir yandan da elini halayığın nabzına koyarak birer birer felekten çektiği cevir ve meşakkati öğrenmeye koyuldu.

‘Tatlılık ve yumuşaklık’tan maksat, hilimdir. Mevlâna, hilim hakkında şöyle buyurur: “Hilim kılıcı, demir kılıçtan daha keskin, hatta yüzlerce ordudan daha gâlib, daha üstündür. Sen demirden kılıç gibi olma; sen, hilim sahibi ol, kalbi kırık, mahzûn kişilerin evlerine ışık ol!”

Hazreti Ali Efendimiz, Bana kimlerle dostluk ettiğini anlat, sana nasıl bir insan olduğunu söyleyeyim” diye buyurur.

Her hastalığın devâsı ayrıdır. Hasan Dedemiz, bununla ilgili olarak, “Bir hekim, nasıl hastasının iyileşmesi için reçete yazarsa, mürşid-i kâmillerin öğütleri ve sözleri de hasta gönüllere şifâ verir. Mürşid-i kâmiller kimin gönlünde nasıl bir hastalık var, daha ilk bakışta anlarlar ve ona göre sohbet açarlar, öğütler verirler. Fakat söylenen bu öğütleri ve sözleri aşka temas etmeden anlamak mümkün değildir” der.

Hikâyenin devamında Mevlâna, “Bir adamın ayağına diken batınca ayağını dizi üstüne kor. İğne ucu ile diken başını arar durur, bulamazsa orasını dudağıyla ıslatır. Ayağa batan dikeni bulmak, bu derece müşkül olursa yüreğe batan diken nicedir?.. Cevabını sen ver!” diyor.

Ayağına diken batan kimse, görünmeyen dikeni çıkarmaya çalışırken zorlanır; dikeni bulup çıkaramadığı takdirde yolda yürürken çok acılar çeker. Ayağına batan dikeni çıkarmak bu kadar meşakkatli olursa, gönüle batan dikenleri çıkarmak kimin harcı olabilir?.. ‘Dikeni çıkarmak için akıllı bir adam lâzım.’

İşte Mevlâna şöyle sesleniyor bizlere… 

“Ulu Tanrı, bulanmış, bir başka renge girmiş küçük sular, onlara karıştı mı, bulanıklıklarından kurtulsunlar, o eğreti renklerden temizlensinler diye peygamberleri, erenleri, arı-duru ulu sular gibi gönderdi.”

Rubaî:

“Eğer sevgiliye kavuştun ise, bağlı, bahçeli cennet budur. Eğer, ayrı düştün ise, cehennem ve ateş budur. 

Aşk, kadîmdir, ondan önce hiç bir şey yoktur, fakat aşk cihanda örtülmüş, bir sır olarak kalmıştır. 

Ne gariptir ki örtülü olan, kendini örteni meydana çıkarıyor. Aşk, Allah’ı buluyor, oyun, şaka işte budur.”