Hasan Dedemizin lütfu, feyizleri ve keremleriyle Pirimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’nın, insanı insana söyleyen, yüce mânâlarla dolu, ölümsüz eseri Mesnevi’nin ilk hikâyesi olan “Padişah ve Halayık”la yolculuğumuza devam ediyoruz.
Bu hikâyenin baş kahramanları, bir Padişah, bir halayık (câriye), kuyumcu ve Lokman hekim…
Hasan-ı Zarîfî’nin şerhine göre, Padişahtan maksat, Allah yolunu isteyen gerçek sâlikin (müridin) kalbi; halayıktan maksat, onun kuyumcuya, yani dünyevî isteklere tâbî olan nefsi; Lokman hekimden maksat ise müridin nefsini terbiye edecek olan manevî rehber, yani mürşid-i kâmildir.
Abdülbâki Gölpınarlı’nın şerhine göre, “Bu hikâyede anlatılmak istenen Mevlâna ile Şems’in buluşmasıdır.
Hikâyede geçen ilahî hekimin gelişi, Padişahla buluşması, Tebrizli Şemseddin’in Konya’ya gelip, Mevlâna ile buluşmasını hatırlatır. Esasen hikâyenin 143. beyiti, “Fitneyi, kargaşalığı ve kan dökücülüğü araştırma, Şems-i Tebrizi’den bundan fazla bahsetme” diyerek Şemseddin’i birinci planda tutar. Hikâyenin 123. beyitinde, “Şemseddin’in sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi başını çekti, gizlendi” ve 142. beyitinde de, “Bu âlemi aydınlatan güneş” ithâfıyla Şemseddin’in adı geçer.
Hikâyede Mevlâna âdetâ, Şems gelince geçici aşktan gerçek aşka, zahitlikten ârifliğe, maddeden mânâya, ilimden irfâna, aşıklıktan maşukluğa ulaştığını ve vehme dayalı olan bağımlı varlığının yok olduğunu anlatmaktadır.”
Hasan Dedemiz bir sohbetinde, “Hüdâvendigâr Mevlâna, Peygamber Efendimiz gibi ümmî değildi, bir çok bilgilere sahipti. Fakat Şems-i Tebrizi’yle buluşunca bütün bilgilerini bir kenara bıraktı” der ve “Hüdâvendigâr Mevlâna, babası Sultan’ül Ulemâ’dan zahiri bilgileri, ilk şeyhi Seyyid Burhaneddin Efendi’den batınî bilgileri öğrenmişti. Şems-i Tebrizi’yle buluşunca ondan ledünnî bilgileri elde etti ve artık zahirî ilme el atmadı, her yere içinden gelen ilhamlarla, o güzel duygularla baktı, sevgiyle aşkla ortaya çıktı. Mevlâna, Şems’i bulana kadar ümmî değildi, ama Şems’i bulduktan sonra ümmî oldu… Hüdâvendigâr Mevlâna, zahirî ilmi bırakıp aşk ilmine geçince, câmiden, medreseden uzaklaştı, artık aşk âleminde yaşamaya başladı” diye anlatır.
Hikâye
Padişahın bir halayığa aşık olup satın alması, halayığın hastalanması, onu iyi etmek için tedbîri!
35. Ey dostlar! Bu hikâyeyi dinleyiniz. Hakikatte o bizim bugünkü hâlimizdir.
36. Bundan evvelki bir zamanda bir Padişah vardı. Hem dünya, hem din saltanatına malikti.
37. Padişah, bir gün hususî adamlarıyla av için hayvana binmiş, gidiyordu.
38. Ana caddede bir halayık gördü, o halayığın kölesi oldu.
39. Can kuşu kafeste çırpınmaya başladı. Mal verdi, o halayığı satın aldı.
40. Onu alıp arzusuna nâil oldu. Fakat kazârâ o halayık hastalandı.
Hasan Dedemiz, “Her gün aslında bugündür” der, “dün ve yarın diye bir şey yoktur, dünü bugünü tâyin eden güneştir. Batmayan güneşi bulanlar için, zaman diye bir şey kalmaz.”
“Bu hikâye temsil yoluyla anlatılmıştır, onu gönül kulağıyla dinlemek gerekir, inkâr edenlerin kulağıyla değil” diyor Hasan-ı Zarîfî ve ekliyor, “Ey ilahî sırlara tâlip olan, sonsuz makamları arayan kişi! Bu hikâye senin tarîkat yolunun anlatılışıdır. Bil ki bu, velîlerin tarîkat yolunun açıklanmasının temiz hikâyesinden başka bir şey değildir.”
Tekrar hatırlayalım… Padişahtan maksat, Allah yolunu isteyen gerçek müridin kalbiydi.
Bu kalb, evvelki bir zamanda, ruhun vücud bulmadan önceki hâli gibi tertemizdi, hem dünya hem din saltanatına sahipti.
Hasan Dedemiz der ki: “Ruh, bedene intikâl etmeden önce berrak suyu andırırdı. Suyu bir kaba döktüğünüz zaman, kap ne renkteyse su da o rengi alır. İnsanların da içinde nasıl bir düşünce, nasıl bir muhabbet varsa, ruh da o düşünce ve muhabbetle kendi özünü kaybeder veya bulur.”
Nitekim, Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerifinde, “İnsanoğlunun bedeninde bir et parçası vardır. O et sağlıklı olunca bütün beden sağlıklı olur, hastalanınca bütün beden hastalanır. Dikkat edin, o et parçası kalptir” diye buyurur.
Hasan-ı Zarîfî, 37. beyitte geçen padişahın ‘hususî adamlarıyla, av için’ tanımlamaları hakkında, hem zahirî özellik ve kuvvetlerle hem de batınî hisler ve kuvvetlerle, kutsal ilhamları ve gözlemlenen tecellîleri avlamak olduğunu vurguluyor, ki Hasan Dedemiz de, insandaki nefsin, gönlü maddî isteklere ve arzulara doğru çektiğini; gönlün ise asıl yurduna iştiyâk duyduğunu, mânâya doğru aktığını söyler ve insanın göstermesi gereken asıl gayretin mahîyeti ile ilgili şöyle misâl verir: “Asıl gayret, Allah’a kavuşabilmek için gösterdiğiniz gayrettir. Bu neye benzer; sen türlü yollarla elinden geleni yapıyorsun, çapa elinde denize yol açıyorsun. İnsan gerçekte sudur, ancak testi olduğunu zannediyor… Yolu açan kişinin bedeni bir testi, bir gün gelecek o testi kırılacak. Testideki su, yani ruhun, açılan yola dökülecek. Yol açıksa denize kavuşacak, aslını bulacak. Açılamamışsa o su toprağa gidecek, toprak olacak…”
Nitekim, padişah da doğru yolda giderken, yolda bir halayığa rastladı ve onun kölesi oldu; yani dünyevî isteklere tâbî olan nefsine uydu, hakikatinden uzaklaştı.
Hasan Dedemiz, bedenleri bir kafese benzetir ve “Eğer kendimizi, ruhaniyeti zenginleştiren davranışlarla, hizmetlerle beslersek, kafesimiz türlü güzellikte kuşlarla süslenir. Ama gayretlerimiz hep dünya ve dünya kazançları için olursa, kafesimiz bize zindan olur, bizi güzelliklerden uzaklaştırır. İnsan aslını arayıp bulursa en büyük zenginliğe kavuşur ama aslını bulamazsa ömrünü boşuna geçirmiş olur” der.
Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de, “Kendilerine ilahî kelâmı emanet ettiklerimizden bilgili kimseler önce onu gerçek mânâda anlayarak gönüllerine indirerek okurlar. İşte ona iman edenler onlardır. Her kim de onu inkâr ederse, onlar da zarara uğrayanların kendileridir” (Bakara, 121) diye buyrulmaktadır.
Padişah da nefsinin arzusunu yerine getirince, halayığın hasta olduğunu gördü, mal verdi fakat karşılığında zarara uğradı.
Hasan Dedemizin buyurduğu gibi, “Maddî âlemde yaşayan bir vücud, gıda alamayınca nasıl hastalanır ve ölürse, bizdeki manevî varlık da, aşk gıdası alamayınca hastalanır ve ölür.”
Beyit:
“Peygamberlerin tâcirleri kazanç elde ettiler; renk ve koku tâcirleriyse ziyân! Yılan, güzel mal gibi görünür. İki gözünü de oğuştur da iyice bak! Bu alışverişe gıpta ile bakma, Firavun’la Semud kavminin ziyânını gör!”