MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXXII

“Mutlak büyü nedir, gözlerinden öğrendim; aşkından, can mumunu yaktım, parlattım…” Mevlâna

278. Musa ile savaşan sihirbazlar, inatlarından ellerine onun asâsı gibi birer asâ aldılar.

279. Bu asâ ile o asâ arasında pek çok fark var, bu işle o işin arasında pek büyük bir yol var.

280. Bu işin ardında Tanrı lâneti var, o işe karşılık da vaade vefâ olarak Tanrı rahmeti var.

281. Kâfirler inatlaşmada maymun tabîatlıdırlar. Tabîat, içte, gönülde bir âfettir.

282. İnsan ne yaparsa maymun da yapar; maymun, her zaman insandan gördüğünü yapıp durur.

283. O, “Ben de onun gibi yaptım” sanır. O inatçı mahlûk aradaki farkı nereden bilecek?

284. Bu, emirden dolayı yapar, o, inat ve savaş için. İnatçı kişilerin başlarına toprak saç!

285. O münâfık; muvâfıkla beraber, inat ve taklide uyup namaza durur; niyâz ve tazarrû için değil.

286. Müminler; namazda, oruçta, hacda, zekâtta münâfıkla kazanıp kaybetmektedirler.

287. Müminler için nihâyet kazanç vardır, münâfıka da ahirette mat olma.

288. İkisi de bir oyun başındaysa da birbirlerine nispetle aralarında ne kadar fark var; biri Merv’li, öbürü Rey’li!

289. Her biri kendi makâmına gider, her biri kendi adına uygun olarak yürür.

290. Onu mümin diye çağırırlar, ruhu hoşlanır. Münâfık derlerse sertleşir, ateş kesilir.

291. Onun adı, zâtı yüzünden sevgilidir. Bunu adının sevilmemesi, âfetleri yüzünden, nîfakla sıfatlanmış olan zâtından dolayıdır.

292. Mim, vav, mim ve nun harflerinde bir yücelik yoktur. Mümin sözü ancak târif içindir.

293. Ona münâfık dersen… o aşağılık ad, içini akrep gibi dağlar.

294. Bu ad, cehennemden ayrılmış ve kopmuş değilse onda niçin cehennem tadı var?

295. O kötü adın çirkinliği harften değildir. O deniz suyunun acılığı “kap”tan değildir.

296. Harf kaptır, ondaki mânâ su gibidir. Mânâ denizi de “ümmü’l-kitab” yanında bulunan, kendisinde olan zâttır.

Abdülbâki Gölpınarlı, 278. ve 279. beyitlerde geçen Musa’nın asâsı ile ilgili olarak şu bilgileri verir: “Musa Peygamber, Allah’ın emriyle sopasını yere atınca sopa, büyük bir yılan şekline giriyor; kuyruğundan tutunca tekrar sopa kesiliyor. Elini koynuna sokup çıkarınca eli bembeyaz oluyor, parıl parıl parlıyor; tekrar koynuna sokup çıkarınca eski hâline geliyor. Musa, bu mucizeleri Firavun’a gösteriyor; ancak Musa’nın emriyle sopayı atan Harun’dur. Büyücüler de sopalarını atmışlar, onların ki de yılan olmuş, fakat Harun’un attığı sopa, onların sopalarını yutmuştur.”

Hazreti Mevlâna, Fihî Mâ-Fiîh isimli eserinde, doğruluğu, gerçekliği, Musa’nın sopasına benzetir ve der ki: “Doğruluk, Musa’nın sopasına benzer; eğrilikse büyüler gibidir. Doğruluk geldi mi, hepsini yer gider.”

Ahmed Eflâki, Âriflerin Menkîbeleri isimli eserinde şu rivâyeti dile getirir: “Bir gün, ulu kişiler, Mevlâna Hazretlerinin ziyâretine gitmişti. O gün, Mevlâna bilgiler saçtığı sırada Musa’nın asâsını anlatıyordu: Musa’nın asâsı o dinsiz sihirbazların sapıklıklarının ve bâtıl hayallerinin eseri olup yetmiş deve yükü tutan ve dağları, sahraları dolduran sihir aletlerini celâl sahibi Tanrı’nın inâyetiyle öyle yuttu ki bunlardan hiçbir eser kalmadı. Bunların hepsini yuttuğu halde asânın kendisinde ne bir şey arttı, ne de bir şey eksildi. Ben şimdi bu benzeri olmıyan olayı nasıl anlatayım ki halkın zihnine girebilsin ve halk bunu anlıyabilsin, dedikten sonra zekâ ve ferâsetiyle daima babasının teveccühüne mazhâr olan Sultan Veled’e dönerek: ‘Bahâeddin bunu sen söyle,’ dedi. Sultan Veled baş koyduktan sonra: ‘Bu tıpkı şuna benzer: birinin büyük ve yüce bir sarayı olsa ve son derecede de bir gece karanlığı içinde bulunsa, birdenbire o sarayın içine bir mum getirseler, o mumun ışığı o kadar karanlığı öyle bir yutup yok eder ki hiçbir şey kalmaz ve bu kadar karanlığı yutmaktan kendisinde ne bir şey artar, ne de bir şey eksilir,’ diye anlattı. Bunun üzerine Mevlâna, hemen kalkıp Sultan Veled’i kucakladı, yüzünü gözünü öptü, dualar etti ve, ‘Aferin Bahâeddin! Aferin! Çok güzel söyledin, çok nâdir bir inci deldin,’ buyurdular.”

Şiir:

“Musa’nın asâsı, bu kadar sihirbazlıkları bir lokma yapıp yuttu. Bu dünya gece ile kaplıydı, sabah onu yutup yok etti. 

Sabahın mumu, bu yutmaktan ne eksildi, ne de arttı. O yine eskiden olduğu gibi kaldı.”

Hasan Dede, “Bizim işimiz taklit değil, hakikattir” der, “Hakikat ayân beyân ortadadır, Cenab-ı Hakk her an bize müjde vermektedir. O ezelî ve ebedî güneşin hâlinde değişiklik yoktur; değişiklik bizim hâlimizdedir. Arkamızı güneşe dönersek, elbette karanlıkta kalırız. Allah, ‘Kulum bana bir karış gelirse, ben ona bir arşın giderim’ diyor. Bu bir söz değil, bir hâldir; giden bilir.”

Abdülbâki Gölpınarlı, 285’den 296. beyitlere kadar olan bölümü şöyle tefsîr ediyor ve buyuruyor ki: “Nifâk, inanmadığı hâlde inanır görünmek, şerîata bir kapısından girip öbür kapısından çıkmaktır. Münâfık, nifâk sahibi olan, inanmadığı hâlde kendisini inanmış gösteren iki yüzlü kişiye denir. Âli İmrân sûresinin 167. âyetinde münâfıkların özlerinde olmayan sözler söyledikleri, savaşa katılmamak için bahaneler düzdükleri; Nisâ sûresinin 88. âyetinde, kendileri imana çağrılınca Peygamber’den uzaklaştıkları, küfre döndükleri; 142. âyetinde, Allah’ı aldatmak istedikleri, namaza üşenerek ve gösteriş için kalktıkları; 143. âyetinde, imanla küfür arasında oldukları, ne imana gelenlerden, ne de kâfirlerden olmayıp ikisi arasında bulundukları; Tevbe sûresinin 64-68. âyetlerinde, münâfıkların yüreklerinde gizlediklerini açıklayan bir âyet inince ürktükleri, fakat yine de alay ettikleri, bunu anlayanlara da şaka yapıyoruz dedikleri anlatılır. Ayrıca Münâfıkûn sûresinde de, münâfıkların yalancı oldukları, yeminlerini kalkan edindikleri, Allah yolundan saptıkları, kötü işlerde bulundukları, her bağrışı, kendi aleyhlerinde sandıkları, onlardan çekinmek gerektiği, Peygamber size yarlıganma dilesin denince başlarını sallayıp alay ettikleri, ululuk sattıkları, hidâyetten uzak oldukları, inananlara bir şey vermeyin de dağılıp gitsinler dedikleri açıklanır.”

Velhâsıl, Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlâna’nın, bu beyitlerde, yukarıdaki âyetlerin meâllerini vermekte olduğunu ve bilhassa 285. beyitte, Nisâ sûresinin 142. âyetine işaret ettiğini söyler. Ayrıca, 288. beyitteki Mervli’yle Rey’li benzetmesini, iki zıddı anlatmak için kullandığını açıklar. Nitekim Merv, İran’ın doğusunda, Rey ise batısındadır.

Yine Abdülbâki Gölpınarlı, 296. beyitte, Mevlâna’nın harfleri kaba, mânâyı ise suya benzettiğini ifâde eder ve şöyle der: “Mevlâna, mânânın, harflerle, yâni sözle ifâde edildiğini; kap, nasıl su için lâzımsa harflerin de mânâ için lâzım olduğunu bildirmektedir. ‘Mânâ denizi de, ‘ümmü’l-kitab’ yanında bulunan, kendisinde olan zâttır’ demekle, ‘Allah dilediğini bozar, dilediğini yazar ve kitabın aslı, onun katındadır’ (Râd, 39) meâlindeki âyete işaret etmektedir. Âyetteki ‘Ümmü’l Kitab’ diye geçen ve Türkçeye kitabın aslı, esası diye çevrilebilen sözden maksat, Allah’ın her şeyi, her hükmü, hikmeti nasıl gerekirse ve ne vakit gerekse o çeşit ve o zaman yaratması, hüküm ve irâde buyurması, bozulması, hikmetine uygunsa, zamanında da onu bozmasıdır ki Allah’ın hükmü, takdîri, ilmi ve hikmeti mânâsını ihtivâ eder. Teşrî âleminde ‘Nesh’ nasıl hikmete dayanıyorsa, Tekvîn âleminde de ‘Mahv ve İsbât’ hikmete dayanır; bu hikmeti, nesh, mahv ve isbâtın tarzını, zamanını Allah bilir ve onun katında mukadderdir ki, ‘Ümmü’l Kitab’ budur.”

Hasan Dede de, harflerin ve sözlerin bu hâli anlatabilmesi için yeterli olamayacağını söyler ve der ki…

“Sözler, söylenirken sese, yazılırken de harfe tâbîdir. Hâlbuki, bu hâli anlatmak için söz kâfî gelmez. İşte bu, büyük bir sırdır. Orada ses ve söz yoktur, sadece hâl vardır. Bir kişide iman ve teslimiyet yoksa derinlere dalamaz. Aynı şekilde bir kişi yüzmeyi bilmiyorsa o da derinlere dalamaz. Ama eğer yüzmeyi biliyorsa, su isterse yüzlerce metre derinlikte olsun, isterse sadece bir metre derinlikte olsun, suyun üzerinde durur.”

Şiir:

“Altıbinaltıyüzaltmışaltı âyet ile, 

Kitab olmuş Kur’an-ı Kerim. 

Söz Kur’an’da, özü sensin, 

Ey güzel insan Efendim! 

Ol âyeti beyânatla örülmüş, 

Acep bir muamma cansın, 

Ey insan Efendim! 

Bu mazhârı gören göze hayrânım, 

Fark edeli beri mest oldu canım, 

Hep bütün Kur’an’dır benim seyrânım, 

Ne et, ne kemik, ne de kansın, 

Ey insan Efendim! 

Nurdan kılıf giyip meydana çıktın, 

Ey insan Efendim! 

Kendi gözün ile kendine baktın, 

Dede der ki ezel ebed mutlaktın, 

Bildim ki hep varlık sensin, 

Ey insan Efendim!..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXXI

“Şeytan bile aşık olsa topu çeler; bir Cebrâil kesilir, şeytanlığı ölür.” Mevlâna

265. Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler; velîleri de kendileri gibi sandılar.

266. Dediler ki: “İşte biz de insanız, onlar da insan. Biz de uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da.”

267. Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilmediler.

268. Her iki çeşit arı, bir yerden yedi. Fakat bundan zehir hâsıl oldu, ondan bal.

269. Her iki çeşit geyik otladı, su içti. Birinden fışkı zuhur etti, öbüründen hâlis misk.

270. Her iki kamış da bir sulaktan içti. Biri bomboş, öbürü şekerle dopdolu.

271. Böyle yüzbinlerce birbirine benzer şey var, aralarında bulunan yetmiş yıllık yol farkını sen gör!

272. Bu yerden pislik çıkar… o yer, kâmilden Tanrı nuru olur.

273. Bu yer; ondan tamamiyle hasislik ve haset zuhur eder… o yer; ondan tamamiyle tek Tanrı’nın nuru hûsûle gelir.

274. Bu temiz yerdir, o çorak ve pis yer. Bu temiz melektir, o şeytan ve canavar!

275. Her iki suretin birbirine benzemesi câizdir, acı su da, tatlı su da berraktır.

276. Zevk sahibinden başka kim anlayabilir? Onu bul! Tatlı su ile acı suyun farkını işte o anlar.

277. Zevk sahibi olmayan, sihri, mucizeyle mukayese ederek her ikisinin de esası hiledir sanır.

Mevlâna, bu beyitlerinde Kur’an-ı Kerim’de geçen birçok âyete işaret etmektedir; öyle ki:

“Peygamberleri, Allah’tan şüphe edilir mi dediler; gökleri ve yeryüzünü yaratandır o; suçlarınızı örtmek ve muayyen vakte dek size mühlet vermek için çağırmada sizi. Onlarsa, siz de dediler, bizim gibi insansınız, ancak, bizi atalarımızın taptıklarından vazgeçirmek istiyorsunuz; öyleyse apaçık bir delil gösterin bize.” (İbrâhim, 10)

“Bu ne biçim Peygamber, yemek yiyor, sokaklarda geziyor, ona bir melek indirilseydi de yanında bir korkutucu olsaydı.” (Furkân, 7)

“Kalpleri de oyuna dalmıştır da o zâlimler, fısıltıyla konuşarak bu da sizin gibi bir insandan başka bir mahlûk mu ki, göz göre göre büyüye mi kapılacaksınız derler.” (Enbiyâ, 3)

“Kavminin ileri gelenlerinden kâfir olanlar, bu dediler, sizin gibi bir insandan başka bir şey değil, size üstün olmayı dilemekte ve Allah isteseydi melekleri indirirdi, fakat bizden önce gelip geçen atalarımız zamanında da böyle bir şey olduğunu duymadık biz.” (Müminûn, 24)

“Bu da, peygamberlerinin, apaçık delillerle onlara geldikleri hâlde onların, bir insan mı bize doğru yolu gösterecek deyip de kâfir olmalarından ve yüz çevirmelerindendir ve Allah da onlardan müstağni olduğunu göstermiştir ve Allah, müstağnidir ve hamde layık, odur.” (Tegâbun, 6)

“Onlar, siz demişlerdi, ancak bizim gibi insansınız ve rahman da hiçbir şey indirmemiştir, siz, ancak yalan söylemektesiniz.” (Yâsîn, 15)

İşte Mevlâna şöyle buyurur: “Ey yolcu, ne kaybettin, ne arıyorsun? Allah’ı mı kaybettin? Allah’ı mı arıyorsun? O, sensin…”

Şems-i Tebrizî de, “Musa, İsa, İbrahim, Nuh, Havva, Asiya, Hıdır, İlyas, Firavun, Nemrut ve başkaları hep sendedir. Sen sonsuz bir âlemsin yerlerin göklerin ne yeri var? Allah buyurmadı mı: ‘Göklerim ve yerlerim beni kapsayamaz, ben belki mümin bir kulumun kalbine sığarım.’ Yani beni semâlarda bulamazsın, arş üzerinde bulamazsın! Ben, insan-ı kâmilin gönlündeyim” der.

Hasan Dede de diyor ki: “Aklı olan, Allah’ı kendinde arar. Allah’ı aramak için kendi dışında bir adım atarsa kâfir olur. Çünkü Allah bizden ayrı değildir. Allah, ‘Ben size şah damarınızdan daha yakınım’ demiyor mu? Allah’ın zâtı insandadır. Ama hangi insanda? Tabî ki, kâmil insanda.”

Nitekim, Mevlâna bir hikâyeyle bizlere şöyle bir misâl verir ve der ki: “Allah nuru, seni tamamiyle senden alır… sen aşağılarsın, onun sözü üstün olur. Kur’an, gerçi Peygamber’in dudağından çıkar ama kim Allah söylemedi derse kâfirdir. Kendinden geçiş hümâsı uçmaya başlayınca Bayezid söze koyuldu. Aklı, şaşkınlık seli kaptı götürdü… o sözü evvelce söylediğinden daha zorlu söyledi. ‘Hırkamda, varlığımda Allah’tan başka bir şey yok… yerde gökte nice bir arayıp durursun?’ dedi. Dervişler deli divâne oldular… bıçaklarını tertemiz bedenine sapladılar. Her biri Girdekûh mülhitleri gibi pervâsızca Pîrlerine bıçak saplamaya koyuldular. Fakat şeyhe kılıç vuranın kılıcı, tersine dönüyor kendisini yaralıyordu. O hünerli şeyhin vücudunda bir eser bile görünmüyordu. Fakat dervişler perişan oldular, kanlara battılar. Boynuna bıçak saplayanın kendi boynu kesildi, ağlaya inleye yıkılıp öldü. Göğsünü yaralayanın göğsü yarıldı, ebedî bir surette geberip gitti. O sahipkıranın mertebesini bilen ise onu yaralamaya hiç yeltenmedi, böyle şeye gönül vermedi. Yarı aklı onun elini bağladı; canını kurtardı… yoksa o da kendisini perişan ederdi.”

İşte bu yüzden, ‘acı su da, tatlı su da berraktır; zevk sahibinden başka kim anlayabilir? Onu bul! Tatlı su ile acı suyun farkını işte o anlar.’

Rubâi:

“Allah’ı kim tanır?.. İnkârdan kurtulan kimse. 

İnkârdan kim kurtulmuştur?.. Elest meclisinde, Hakk’a karşı ruh zerrelerinin ‘Evet, Rabbimizsin’ cevabının özünü gören aşık…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXX

Bakkal ve dudunun hikâyesi, dudunun dükkândaki gülyağlarını dökmesi.

247. Bir bakkal vardı, onun bir de dudusu vardı. Yeşil, güzel sesli ve söyler bir duduydu.

248. Dükkânda dükkân bekçiliği yapar; bütün alışveriş edenlere hoş nükteler söyler, latîfeler ederdi.

249. İnsanlara hitâb ederken insan gibi konuşurdu dudu gibi ötmede de mahâreti vardı.

* Efendisi, bir gün evine gitmişti. Dudu, dükkânı gözetiyordu.

* Ansızın fare tutmak için bir kedi, dükkâna sıçradı. Duducağız can korkusundan,

250. Dükkânın başköşesinden atıldı, bir tarafa kaçtı; gülyağı şişesini de döktü.

251. Sahibi, evden çıkageldi. Tâcircesine huzuru kalple dükkâna geçti oturdu.

252. Bir de baktı ki dükkân yağ içinde, elbisesi yağa bulaşmış. Dudunun başına bir vurdu; dudunun dili tutuldu, başı kel oldu.

253. Dudu, birkaç günceğiz sesini kesti, söylemedi. Bakkal nedâmetten ah etmeye başladı.

254. Sakalını yolmakta, “Eyvah” demekteydi; “nimet güneşim bulut altına girdi;

255. O zaman keşke elim kırılsaydı; o güzel sözlünün başına nasıl oldu da vurdum?”

256. Kuşu, yine konuşsun diye yoksullara sadakalar vermekteydi.

257. Üç gün, üç gece sonra şaşkın ve meyûs, ümitsiz bir hâlde dükkânda otururken,

258. Ve binlerce gussaya, gama eş olup bu kuş acaba ne vakit konuşacak; diye düşünüp dururken,

259. Ansızın tas ve leğen dibi gibi tüysüz kafasıyla bir Cevlâkî geçiyordu.

260. Dudu, hemencecik dile gelip akıllılar gibi dervişe bağırdı:

261. “Ey kel, neden kellere karıştın; yoksa sen de şişeden gülyağı mı döktün?”

262. Onun bu kıyasına halk gülmeye başladı. Çünkü dudu, hırka sahibini kendisi gibi sanmıştı.

263. Temiz kişilerin işini kendinden kıyas tutma, gerçi yazıda şîr, şîre benzer.

264. Bütün âlem bu sebepten yol azıttılar. Tanrı abdallarından az kişi âgâh oldu.

Abdülbâki Gölpınarlı, Mesnevi’nin bu ikinci hikâyesi hakkında, “İlk hikâye münâsebetiyle anlatılan bu hikâye, hekimin kuyumcuyu öldürmesinin bir ilhâm neticesi olduğunu, görünüşte kötü olan bazı şeylerin gerçekte doğru ve yerinde bulunduğunu bildirmek için söylenmiştir. Mevlâna, akla dayanan kıyasın karşısındadır; ileride buna ait daha birçok hikâyeler gelecek ve bu inanç açıklanacaktır. Gülyağı şişelerini döken dudu kuşunun başına vurulunca kel oluşu, dilsiz bir hâle gelişi, bir müddet sonra bir Kalenderî’yi, onun usturayla traş edilmiş başını görünce, kendisinin başına vurulduğunu hatırlayıp, sen de gül şişelerini mi döktün, demesi, kuşun, kendi aklınca bir kıyas yapmasıdır. Kıyas herkesin görgüsüne, bilgisine, çevresine göre değişebilir; bu bakımdan gerçeği tam olarak izhâr edemez” diye buyurur.

Ve ayrıca hikâyede geçen Cevlâkî ile ilgili de şu bilgileri verir: “Cevlâkî, Kalender, Kalenderî demektir. Calk, Arapçada baş traş etmek mânâsındadır. Cavlak, Arapça ve Farsçada hurç ve heybe yapılan palasa denir; cuvâlık, ipten, kıldan dokunan abaya verilen isimdir ki, bu libası, Kalenderîler giyerler. Kalenderîlerin şiârı, çehâr-darb (dört vuruş) olmak, yâni saçlarını, sakallarını, bıyıklarını, kaşlarını usturayla traş etmektir.” 

Mevlâna, bir gün traş olurken, berberin kendisine, “Sakalını nasıl keseyim?” diye sorması üzerine, “Erkekle kadın farkedilinceye kadar” diye cevap vermiş ve şu sözleri söylemiştir:

“Kalenderîlere gıpta ederim; hiç sakalları yoktur. İnsanın sakalının az oluşu, kutluluğuna delâlet eder; sakal erkeğin ziynetidir ama uzun ve çok oluşu da insana benlik verir; buysa adamı helâk eden şeylerdendir.”

Nitekim, hikâyede de Mevlâna, dudu kuşunun yeşil tüyleri ve sesinin güzelliği ile böbürlenerek, aklının (fare), hayallere (kedi) kapılması sonucunda gülyağı şişesini (muhabbet) kırmasını; bunun neticesinde dükkân sahibinden yediği tokatla dilinin tutulmasını ve kel kalmasını; sonrasında ise bu hâliyle kendisini, Hakk’ta fânî olmuş Cevlâkî’ye (derviş) benzeterek kıyas edişini dile getirmektedir. 

Hasan Dede, bu hikâyede Mevlâna’nın üzerinde durduğu ‘kıyas’la ilgili olarak şöyle bir misâl verir…

“Âdem sıfatında hem Hazreti Muhammed, hem Ebu Cehil var. Nasıl belli olacak? Biri benlikte, küfürde; öbürü hep tevazûda, lütûftadır; buradan anlaşılır. Allah erleri daima tevazûdadır, yokluktadır. Onların her sözü bilinçlidir, irşâttır. Allah’ı insanın dışında tutmaz, daima Allah’la insanı birleştirir. Allah hep rahmettir. O’nun rahmeti Hazreti Muhammed’de tecelli etmiştir. Siz düşünün, eğer kötü huylarınız varsa, onları yavaşa yavaş Hakk’ın bir dostuyla, onun güzel huylarıyla güzelleştirin.”

Nitekim, Hazreti Muhammed Efendimiz bir hadîsinde, “Bir kişinin Allah’tan korkması ilim olarak ve nefsini beğenmesi de, cehil alâmeti olmak üzere, kendisine yeter” diye buyurmaktadır.

Zamanın birinde adamın çok âsî bir oğlu varmış. Adam oğlunun bu hâline üzülür, “Sen adam olamazsın” dermiş. 

Çocuk, büyümüş, tahsilini tamamlamış, gün gelmiş şehrin vâlisi olmuş. Babasını yanına çağırtıp, “Bak baba, bana adam olamazsın, derdin hep. Bak işte ben vâli oldum” demiş. 

Babası oğluna şöyle bir bakmış ve, “Evet” demiş, “Vâli olmuşsun ama mâlesef adam olamamışsın.” 

“Bütün dâvâ, edebîyete yönelmek, insanlık terbiyesi alarak, insan gibi yaşamak, insan gibi konuşmak, insan gibi bu âlemden göç ettikten sonra, rahmetle anılır olmaktır” der Hasan Dede.

‘Şîr’, hem arslan hem de süt anlamına gelir, fakat isimlerin aynı olması mânâlarının da aynı olması demek değildir.

“Hazreti Muhammed Efendimiz de toplumda bir beşer gibi görünüyordu, oysa o, iç âlemi sonsuz güzelliklerle dolu bambaşka bir varlıktı. Mâlesef insanlar onun sadece dış suretine baktılar, iç âleminin derinliklerine inmediler” der Hasan Dede, “Toplumumuz onu iyi tanısa kimseye fiske vurmaz, kimseye kötü bakmaz, incitmez, hor hakîr görmez, tam mânâsı ile Muhammedî olur. Allah hiçbir zaman insanlığa kötülük ihsan etmez. Fakat insan Allah’a yüz tutmadığı için, yâni onun habîbi Hazreti Muhammed’e yüz tutmadığı için, kendisini kötülüklere atar ve Allah buna üzülür, nasıl üzülür, Peygamberi üzüldüğü için üzülür… Çok çalışmamız, uykudan uyanmamız lazım. Gözler açık ama uyuyoruz. Hazreti Muhammed, Ehlibeyt, Hazreti Mevlâna ve bütün Evliyâullah gözümüzü açmaya, bizleri uyandırmaya, aydınlığa sürüklemeye geldiler. Aklını kullanmadan, kör gibi yaşamak bizim suçumuz.”

Ne güzel söyler Hazreti Muhammed Efendimiz…

“Gâfiller arasında Allah’ı bilerek zikreden; kuru ağaçlar arasında bulunan yeşil fidana, ölüler arasında canlı olana ve harpte kaçanlar arasında arslan gibi savaşana benzer.”

İşte Mevlâna da buyuruyor… ‘Bütün âlem bu sebepten yol azıttılar. Tanrı abdallarından az kişi âgâh oldu.’

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXIX

“Biz, Allah’a gönül vermişiz. O, bize ne kadar acılar da verse, biz yine, Allah deriz, başka bir şey demeyiz.” Hasan Çıkar Dede

230. Padişah o kanı şehvet uğrunda dökmedi. Sûizanda bulunma, münâkaşayı bırak!

231. Sen onun hakkında kötü ve pis iş işledi deyip fenâ bir zanda bulundun. Su süzülüp durulunca, berrak bir hâle gelince bu berraklıkta bulanıklık ve tortu kalır mı, süzülüş suda tortu bırakır mı?

232. Bu riyâzetler, bu cefâ çekmeler, ocağın posayı gümüşten çıkarması içindir.

233. İyinin, kötünün imtihanı, altının kaynayıp tortusunun üste çıkması içindir.

234. Eğer işi Tanrı ilhâmı olmasaydı o, yırtıcı bir köpek olurdu, padişah olmazdı.

235. Şehvetten de tertemizdi, hırstan da, nefs isteğinden de. Güzel bir iş yaptı, fakat zâhiren kötü görünüyordu.

236. Hızır, denizde gemiyi deldiyse de onun bu delişinde yüzlerce sağlamlık var.

237. O kadar nur ve hünerle beraber Musa’nın vehmi, ondan mahcuptu; artık sen kanatsız uçmaya kalkışma!

238. O, kırmızı güldür, sen ona kan deme. O, akıl sarhoşudur, sen ona deli adını takma!

239. Onun muradı Müslüman kanı dökmek olsaydı kâfirim, onun adını ağzıma alırsam!

240. Arş kötü kişinin övülmesinden titrer; suçlardan ve şüpheli şeylerden korunan kişi de kötü methedilince, metheden kişi hakkında fenâ bir zanna düşer.

241. O padişahtı, hem de çok uyanık bir padişah. Has bir zâttı, hem de Tanrı hası.

242. Bir kişiyi böyle bir padişah öldürürse onu, iyi bir bahta eriştirir, en iyi bir makâma çeker, yüceltir.

243. Eğer onu kahretmede yine onun için bir fayda görmeseydi; o mutlak lütûf, nasıl olur da kahretmeyi isterdi?

244. Çocuk, hacamatçının neşterinden titrer durur, esirgeyen ana ise onun gamından sevinçlidir.

245. Yarı can alır, yüz can bağışlar. Senin vehmine gelmeyen o şey yok mu? Onu verir.

246. Sen kendince aklından bir kıyas yapmaktasın ama çok, pek çok uzaklara düşmüşsün; iyice bak!

“Bazen maşuk, aşığa oyun eder, türlü türlü yollarla sınar. Bunun sebebi gerçek aşıkla, aşık olmayanı birbirinden ayırmak içindir. Çünkü o, has aşıklar ister. Her rüzgârda savrulan yaprak gibi olanı uzaklaştırır” der Hasan Dede.

Hazreti Şems de, Mevlâna’nın putlarını kırmak için onu türlü imtihanlara tâbî tutmuştur. Bu imtihanların başında; Hazreti Şems’in Mevlâna’yı meyhâneye göndermesi ve bir testi şarap almasını istemesi gelir; hikâye şöyle gelişir…

Bir gün Hazreti Şems, Mevlâna’dan meydandaki meyhâneye gitmesini ve kendisine bir testi şarap alıp getirmesini ister. Hazreti Mevlâna o güne kadar hiçbir meyhâneye girmemiş, şarap da ağzına koymamış; ama diğer taraftan Şems’e de ikrâr vermiş, gitmese olmaz. 

Böylelikle Mevlâna meyhânenin yolunu tutar ve meyhâneye girer. 

Meyhâneci karşısında Mevlâna’yı görünce çok şaşırır, “Buyrun Mevlâna Hazretleri, bir şey mi istediniz?” diye sorar. 

Hazreti Mevlâna, “Bir testi şarap isteyecektim” diye sıkılarak cevap verir.

Meyhâneci, afallamış bir hâlde bir testi şarabı Hazreti Mevlâna’ya ikrâm eder. Mevlâna şarabı alır ve meyhâneden çıkar; sokakta kimse elindeki şarabı görmesin diye de şarabı cübbesinin altına saklar. Fakat, tam kalabalık halkın arasından geçerken, testi kayar, yere düşer ve kırılır. Her yer şarap olur. Etraftaki halk da bunu görünce aralarında söylenmeye ve ileri geri konuşmaya başlarlar. Biri der, “Mevlâna şarap mı içiyormuş”, öbürü der, “Yazıklar olsun, biz kime inanmışız, kime iman edip sözlerini dinlemişiz!”

Mevlâna’nın canı bu duyduklarına çok sıkılır. Eve dönünce, üzüntüden sakalları titreyerek çıkar Şems’in karşısına. Hazreti Şems, Mevlâna’nın bu hâlini görünce gülerek sorar, “Hayırdır Mevlâna nedir bu hâlin?” 

Hazreti Mevlâna başına gelenleri olduğu gibi anlatır. Tabî ki Şems Hazretlerine her şey malûm, “O şişeyi gayb âleminden ben düşürdüm” der, “Şimdi söyle bana, seni halkın mı sevmesini istersin, yoksa Hakk’ın mı?” 

Mevlâna, “Hakk’ın sevmesini isterim” diye yanıt verir. Bunun üzerine Hazreti Şems, “Ben de bunu seni halktan uzak etmek için yaptım” der. 

Hazreti Şems, Mevlâna’yı buna benzer daha birçok imtihanlara tutmuştur. 

Hasan Dede der ki: “Mevlâna, ‘Beni öldüren bende dirildi’ diye buyurur; bu çok mânâ dolu bir sözdür. Çünkü Şems olmak kolay değildir, herkes Şems’i taşıyamaz. Bir insan putlarını kırmadıktan sonra hakiki kimliğine ulaşamaz. Mevlâna, Hazreti Şems’in elinde piştikten sonra varlığı tamamiyle Şems oldu ve bir güneş gibi parladı… İnsanlık yolu, çok ince bir yoldur ve bu yolda nefsimiz bizim en büyük düşmanımızdır. Evet, düşmanımızdır ama, eğer biz ona uymazsak, o bize uymak zorunda kalır; en sonunda tamamiyle tertemiz ve güzel bir hâle gelir, dirilişe ulaşır.”

Rubaî:

“Güzelim aşkın, kan dökmeye kasdetti mi, canım, beden kafesinden uçar gider…

Şekerlere benzeyen dudaklarını öpme suçunu işlemeye imkân bulan, bu günâha girmezse kâfir olur.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXVIII

Kuyumcuyu öldürme ve zehirlemenin Tanrı emriyle olup padişahın isteğiyle olmadığı.

222. O adamın, hekimin eliyle öldürülmesi, ne ümit içindi, ne korkudan dolayı.

223. Tanrı’nın emri ve ilhamı gelmedikçe hekim, onu padişahın hatırı için öldürmedi.

224. Hızır’ın, o çocuğun boğazını kesmesindeki sırrı halkın avam kısmı anlayamaz.

225. Tanrı tarafından vahiy ve cevaba nâil olan kişi her ne buyurursa o buyruk, doğrunun ta kendisidir.

226. Can bağışlayan kişi öldürse de câizdir. O, naiptir, eli Tanrı elidir.

227. İsmail gibi onun önüne baş koy. Kılıcının önünde sevinerek, gülerek can ver.

228. Ki Ahmed’in pak canı, Ahad’la nasıl ebedîyse senin canın da ebede kadar sevinçli ve gülümser bir hâlde kalsın.

229. Aşıklar, ferâh kadehini, güzellerin elleriyle öldürüldükleri vakit içerler.

Pîrimiz Mevlâna’nın, 222. beyitte, Kur’an-ı Kerim’in bazı âyetlerine işaret ettiğini belirten Abdülbâki Gölpınarlı şu açıklamayı yapıyor: “Bakara sûresinin 38. âyetinde, Allah’ın hidâyetine uyanların, Allah tarafından gönderilen Peygamberin izinde yürüyenlerin korkudan, hüzünden emîn oldukları beyân buyrulmaktadır. Korku ve hüzün, umduğunu elde edememekten, elde edemeyeceğini sanmaktan meydana gelir. İstediğini elde edeceği kendisine müjdelenen, inanan ve iyi işlerde bulunansa korkudan da emîn olur, hüzünden de.”

224. beyitteyse, Kehf sûresinde geçen Musa ile Hızır kıssasına işaret eder Mevlâna. 

Yine Abdülbâki Gölpınarlı’nın anlatımına göre, “Bu kıssada Musa Peygamber, genç arkadaşına, ‘Ben iki denizin kavuştuğu yere kadar durmadan gideceğim; yahut da bu uğurda yıllarca uğraşacağım’ der ve iki denizin kavuştuğu yere varırlar; fakat yiyecekleri balığı unutmuşlardır. Balık dirilir, suya atlar; bir müddet iz bırakarak gider, sonra denizde görünmez olur. Balığın dirilmesine sebep, oradaki bir kaynağın suyundan bir katrenin balığa damlamasıdır. Bu su, ‘Ab-ı Hayat’tır. Musa Peygamber de zâten bu belirtiyi bekliyormuş. İşte buydu aradığımız der ve geri döner. Derken Tanrı’nın, kendi katından bilgi bellettiği bir kulu bulur; bu kul Hızır’dır. Musa, ondan, Tanrı’nın bellettiği bilgiden kendisine de belletmesini ister. Hızır, sen dayanamazsın buna der. Musa dayanacağını söyler; bunun üzerine Hızır, ben sana bildirmedikçe benden göreceğin şeyleri sorma deyip vaad alır Musa’dan. Yola düşerler; bir gemiye binerler; gemi sahibi bunlardan para-pul istememiştir. Hızır, gemi yol alıp giderken gemiyi delmeye koyulur. Musa, ne diye deliyorsun gemiyi, içindekileri boğacaksın deyince, Hızır, dayanamazsın demedim mi sana der. Musa, bir daha bir şey söylemem deyip susar. Varacakları yere varırlar ve gemiden çıkarlar. Hızır, yolda oynayan çocuklardan birini tutar, öldürür. Musa, kimseyi öldürmemiş, hem de ergenlik çağına bile gelmemiş bir çocuğa ne diye kıydın der. Hızır yine, sana dayanamzsın demedim mi deyince Musa tekrar özür getirir; bundan böyle bir şey dersem arkadaş etme beni kendine der. Bir köye varırlar; köylülerden yiyecek isterler; köylüler vermezler. Giderlerken yıkılmak üzere olan bir duvarı eliyle sıvazlar, düzeltir Hızır. Musa bunu parayla yapsaydın da bir şey alıp yeseydik deyince Hızır, artık ayrılık der; ancak yaptığım şeylerin hikmetini anlatayım sana: 

İlerde zâlim bir padişah var; yeni, kusursuz gemileri zaptediyor. Gemiyi zaptetmesin diye deldim. O çocuk, yaşarsa kâfir olacaktı; azgın olacaktı; anası babası mümindi. Onu öldürdüm, suçtan kurtardım; Allah o anaya babaya hayırlı bir evlât verecek. Duvar, yetim iki oğlanın bahçe duvarıydı; babaları temiz bir kişiydi. Duvarın dibine, onlar için para gömmüştü. Duvar yıkılsaydı paralar meydana çıkacaktı, çocukların hakları eller eline geçecekti; duvarı da bunun için düzelttim.”

Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde, efendisi Hazreti Şems’e hitâben şöyle buyurur: “Sen baştan başa cansın, yâhut zamanın Hızır’ı, yâhut da ab-ı hayat. Onun için de halktan gizlenmedesin.”

Nitekim bu anlatımlara göre, Hızır, mürşid-i kâmili temsîl etmektedir ki, Hasan Dedemiz, kâmil bir mürşidin her sözünün Hakk olduğunu ve onun canlı Kur’an olduğunu belirtir ve şöyle der: “Hazreti Muhammed Efendimizin bendesi olan ve onun hâline bürünmüş olan mürşid-i kâmil kitâbî konuşmaz, hitâbî konuşur; yâni ezbere konuşmaz, onun bütün vücudunu Sevgilisi sarmıştır ve içinden ne doğarsa, yolcusuna onu sunar. Yolcusunun cemâline bakar, gönlünü okur ve ona göre konuşur. Kur’an onunla dile geldiği için o, canlı Kur’an’dır. Kalbi yani gönlü, Allah’ın evidir. Onu seyretmek Hakk’ı seyretmektir, Hakk’ı dinlemektir. İşte Allah, o elçiden dile geliyor. Oradan tebliğler sunuyor, ama o tebliğler sana ağır geliyor, kaçıyorsun. Kaçma! O tebliğleri yerine getir ki, Hakk senden de yüzünü göstersin.”

Velhâsıl, Hazreti Mevlâna da, ‘Tanrı tarafından vahiy ve cevaba nâil olan kişi her ne buyurursa o buyruk, doğrunun ta kendisidir’ diyor ve ‘Can bağışlayan kişi öldürse de câizdir. O, naiptir, eli Tanrı elidir. İsmail gibi onun önüne baş koy. Kılıcının önünde sevinerek, gülerek can ver. Ki Ahmed’in pak canı, Ahad’la nasıl ebedîyse senin canın da ebede kadar sevinçli ve gülümser bir hâlde kalsın’ diyerek bizlere nasihatte bulunuyor.

229. beyitte ise, Mevlâna, aşıkların, ferâh kadehini, güzellerin elleriyle öldürüldükleri vakit içtiklerini dile getiriyor ki, bu beyit fakire, Feridun bin Ahmed-i Sipehsâlâr’ın Mevlâna hakkındaki şu anlatımını hatırlattı:

“Bu âciz kul, kırk yıl boyunca, her biri asrın ileri geleni, dehrin kendisine uyulanı, zâhir ve bâtın bilgilerinde dünyanın eşi benzeri olmayanlarından olan, verâ ve takvâda eşleri bulunmayan önder ve aşıklarla birlikte Mevlâna’nın huzurunda geceyi gündüze, gündüzü geceye kattık ve yedi seyyâre gibi kendi kutbu etrafında başsız ve ayaksız bir vaziyette döndük. Hayret odur ki: Benim gibi ikibin aşıkı derdinden öldürdü de parmakları kimsenin kanından kirlenmedi.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXVII

“Dünyanın kirini ancak aşk yıkar, temizler.” Hasan Çıkar Dede

207. Kuyumcunun gözünden ırmak gibi kanlar aktı, yüzü canına düşman kesildi.

208. Tavus kuşunun kanadı, kendisine düşmandır. Nice padişahlar vardır ki kuvvet ve azametleri helâklerine sebep olmuştur.

209. Kuyumcu, “Ben o ahuyum ki göbeğimin miskinden dolayı bu avcı, benim saf kanımı dökmüştür.

210. Ah, ben o sahra tilkisiyim ki postum için beni tuzağa düşürüp tuttular, başımı kestiler.

211. Ah, ben o filim ki dişimi elde etmek için filci benim kanımı döktü.

212. Beni, benden aşağı birisi için öldüren, kanımı döken; bilmiyor mu ki benim kanım uyumaz!

213. Bugün bana ise yarın onadır. Böyle benim gibi bir adamın kanı nasıl zâyî olur?

214. Duvar gerçi uzun bir gölge düşürür; fakat o gölge, gölgeyi meydana getirene avdet eder.

215. Bu cihan dağdır, bizim yaptıklarımız ses. Seslerin aksi yine bizim semtimize gelir” dedi.

216. Kuyumcu, bu sözleri söyledi ve hemen toprak altına gitti. O câriyecik de aşktan ve hastalıktan arındı, tertemiz oldu.

217. Çünkü ölülerin aşkı ebedî değildir, çünkü ölü, tekrar bize gelmez.

218. Diri aşk, ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan daha taze olur durur.

219. O dirinin aşkını seç ki bakîdir ve canına can katan şaraptan sana sakîlik eder.

220. Onun aşkını seç ki bütün peygamberler, onun aşkıyla kuvvet ve kudret buldular, iş güç sahibi oldular.

221. Sen “Bize o padişahın huzuruna varmaya izin yoktur” deme. Kerîm olan kişilere, hiçbir iş güç değildir.

Hasan Dedemiz, “Her kim, dünya üzerinde kibirle başı dik olarak yürüyorsa, bilsin ki hakikatte yerin bin kat altındadır; her kim de, dünya üzerinde tevazû ile başı eğik olarak yürüyorsa, bilsin ki hakikatte gökyüzünün de üstündedir” diye buyurur.

Abdülbâki Gölpınarlı, 208. beyitte geçen tavus kuşu teşbihi ile ilgili olarak şu açıklamayı yapar: “Bir halk inanışına göre tavus kuşu, yılanla beraber cennet bekçisiymiş. Şeytan cennete bunları sokmuş. Şeytan da önce Havvâ’yı, onun vasıtasıyla da Âdem Peygamber’i kandırıp yenmemesi buyurulan ağacın meyvesini yedirmiş. Tanrı, yılana, ölümün insan elinden olsun; insanlar topukları ile başını ezsinler demiş. Tavus kuşunun da ayaklarını çıplak bırakmış; ayaklarını görünce eski hâlini hatırla da feryâd et demiş; bu ikisini, Âdem ve Havvâ ile beraber cennetten sürmüş. Şimdi her tarafı süslü püslü olan tavus, güzelliğiyle övünür, salınırken gözleri ayaklarına değince ‘Ah’ der, feryâd edermiş.”

Bu dünya yaşamımızda, sadece insanlara değil, dünya üzerindeki tüm varlıklara, ne ikrâm edersek dönüp bize geri geleceğini ve dünyanın hakikatte bir sırat köprüsü olduğunu belirten Hasan Dedemiz, “Bizler sırat köprüsünü devamlı geçmekteyiz” der, “Hakikatte kıldan ince, kılıçtan keskin denilen; kırk sene düzlük, kırk sene yokuş, kırk sene inişli sırat köprüsü, bu dünyadır. İnsan, isterse Tanrı’ya uyar, isterse İblis’e uyar. İkisi de insana aittir. Peki bunlardan hangisi huzur verir? Elbette Tanrı’ya uymak huzur verir. Açıkça bilinsin ki, zulüm yüklenen mutlaka hüsrâna uğramıştır.”

İnsan, tevhîd bilincine ulaştığı takdirde; Mevlâna’nın, 214. beyitte, ‘Duvar gerçi uzun bir gölge düşürür; fakat o gölge, gölgeyi meydana getirene avdet eder’ diye buyurduğu üzere, bütün suretlerin ardında zuhurunu gösteren o kudretin Yaratıcı olduğunu görür, anlar ve ona göre bir yaşam sürmeye gayret eder. Kimseyi incitmemeye, kimseyi hor görmemeye, kimsenin hakkına girmemeye özen gösterir. Çünkü o incittiğimiz de, hor gördüğümüz de, hakkına girdiğimiz de hakikatte Allah’tır. 

Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de Bakara sûresinin 156. âyetinde, “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn – Biz Allah’ınız, yine gerisin geriye ona döneceğiz” diye buyrulmaktadır.

Pîrimiz Mevlâna’nın babası Sultan’ül Ulemâ Hazretlerine, “Yolculuk nereye?” diye sorduklarında, şu cevabı vermiş: “Allah’tan geldik, Allah’a gidiyoruz. Âdem’den geldik, Âdem’e gidiyoruz.”

Hasan Dedemiz şöyle der: “Bizim yolculuğumuz insandan insanadır. Hazreti Muhammed’imizin yolu sevgi yoludur, aşk yoludur. İnsandan insana yol alalım, insana layık bir yaşam sürelim. Kalplerin mumlarını yakalım!”

Velhâsıl, ’Ölülerin aşkı ebedî değildir, çünkü ölü, tekrar bize gelmez. Diri aşk, ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan daha taze olur durur’ diyor Mevlâna ve daima aşkı seçmemizi ve aşkta yaşamamızı tavsiye ederek şöyle buyuruyor, ‘O dirinin aşkını seç ki bakîdir ve canına can katan şaraptan sana sakîlik eder. Onun aşkını seç ki bütün peygamberler, onun aşkıyla kuvvet ve kudret buldular, iş güç sahibi oldular. Sen ‘Bize o padişahın huzuruna varmaya izin yoktur’ deme. Kerîm olan kişilere, hiçbir iş güç değildir.’

Rubai:

“Aşk geldi, kan gibi damarlarıma, derime doldu. 

Beni benden aldı, varlığımı sevgiliyle doldurdu. 

Kısaca; bana benden kalan bir ad; ancak ötesi hep o…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXVI

“O seçilmiş erin ayak bastığı toprağı gözüne sürme gibi çek; o toprak, gözünü hem yakar, hem aydınlatır.” Mevlâna

195. O garip kişi (kuyumcu) yoldan gelince, hekim, onu padişahın huzuruna götürdü.

196. Tarâz mumunun başı ucunda yanıp yakılması için onu, padişahın yanına izzet ve ikrâmla iletti.

197. Padişah, onu görünce pek ağırladı, altın hazinesini ona teslim etti.

198. Sonra hekim dedi ki: “Ey büyük sultan, o câriyeciği bu tacire ver;

199. Ki visâliyle iyileşsin, visâlinin suyu o ateşi gidersin.”

200. Padişah, o ay yüzlüyü kuyumcuya bahşetti, o iki sohbet müştâkını birbirine çift etti.

201. Altı ay kadar murat alıp murat verdiler. Bu suretle kız da tamamiyle iyileşti.

202. Ondan sonra hekim, kuyumcuya bir şerbet yaptı, kuyumcu içti, kızın karşısında erimeye başladı.

203. Hastalık yüzünden kuyumcunun güzelliği kalmayınca kızın canı, onun derdinden âzâd oldu, ondan vazgeçti.

204. Kuyumcu, çirkinleşip hastalanınca, yüzü sararıp solunca kızın gönlü de yavaş yavaş ondan soğudu.

205. Ancak zâhirî güzelliğe ait bulunan aşklar aşk değildir, Onlar nihâyet bir âr olur.

206. Keşke kuyumcu baştan başa ayıp ve âr olsaydı, tamamiyle çirkin bulunsaydı da başına bu kötü hâl gelmeseydi.

Abdülbâki Gölpınarlı, 196. beyitte geçen Tarâz mumu ile ilgili şu bilgiyi vermektedir: “Tarâz, Çin sınırlarında bir şehir ve Bedâhşan’da bir il adıdır. Hem o şehrin, hem bu ilin güzelleri pek çok olduğundan doğu klâsik edebiyatında güzeller, çevreyi ışıtan Tarâz mumuna benzetilir. Aynı zamanda misk’in en makbûlünün de Tarâz’dan geldiği söylenir.”

Mevlâna, “Eğer sen Hakk yolunda yürürsen, senin yolunu açarlar, kolaylaştırırlar. Eğer Hakk’ın varlığında yok olursan, seni gerçek varlığa döndürürler. Benlikten kurtulur, alçak gönüllü olursan, o kadar büyürsün ki âleme sığmazsın. İşte o zaman seni, sensiz, sen olmaksızın sana gösterirler” diye buyurur.

Hekimin, yâni kâmil mürşidin de maksadı, aslen Tarâz mumu gibi olan müridin özündeki gerçek varlığını göstermekti. Fakat müridin bunu görebilmesi için dünyevî heves ve isteklerden arınması gerekmekteydi.

Hasan Dedemizin, “Nefsle karışık aşk insanı zillete, Allah’la karışık olan aşk, devlete götürür” diye buyurduğu gibi; Pîrimiz Mevlâna da bizlere şöyle seslenir: “Ruhların aşağılanması, bedenler yüzündendir. Bedenlerin yüceliği, ruhlardandır!.. Ey aşıklar, arı-duru şarap sizindir, size sunulur. Bakî olan sizsiniz, bekâ sizindir! Ey yüreklerinde aşk derdi olmayanlar! Kalkın aşık olun… İşte Yusuf’un kokusu gelmekte, hemen koklayın, o kokuyu alın!”

Kâmil mürşidin mucizevî nefesi, yâni sohbetleri, Yusuf’un gömleğinin kokusu gibidir; o kokuyu alan müridin gözlerinden körlük gider; o koku, müridin gönlüne hayat gibi tesir eder, gözünü bağlayan tüm hayallerden kurtulur.

Nitekim hikâyede, ‘hekim, kuyumcuya bir şerbet yaptı; kuyumcu içti, kızın karşısında erimeye başladı. Hastalık yüzünden kuyumcunun güzelliği kalmayınca kızın canı, onun derdinden âzâd oldu, ondan vazgeçti. Kuyumcu, çirkinleşip hastalanınca, yüzü sararıp solunca kızın gönlü de yavaş yavaş ondan soğudu.’

Abdülbâki Gölpınarlı, 205. beyitin tefsirinde buyuruyor ki: “Bir renk ucundan meydana gelen aşk, geçici aşktır; gerçek aşka dönüşmezse, sevgilinin güzelliğinin geçmesi, yaşlanması, çirkinleşmesi yüzünden o aşk da söner gider; yahut sevilen kişiyle buluşma yüzünden sahibine bir ayıp, bir suç olur ve o da geçer gider, vebâli kalır.”

“Şekle dayanan her şey, bir gün şeklini kaybeder. İki dünyada da kurtuluş sevgiyle olur, aşkla olur” der Hasan Dedemiz.

Mevlânamızın da buyurduğu gibi… “Çalış da taşlığın azalsın, la’l ol da taşın nurlansın. Savaşmada, zahmet çekmede sabırlı ol da anbean yoklukta varlık bul. Sendeki taşlık sıfatı azalsın, la’l sıfatı kuvvetlensin. Bedenden varlık sıfatı gitsin, başındaki sarhoşluk çoğalsın. Kulak gibi tamamiyle kulak ol da sana la’l küpe takılsın.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXV

O velînin, halayığın hastalığını anlaması ve padişaha arz etmesi.

182. Ondan sonra hekim, kalkıp padişahın huzuruna gitti, padişahı bu meseleden birazcık haberdâr etti.

183. Dedi ki: “Çare şundan ibaret: Bu derdin iyileşmesi için o adamı getirelim.

184. Kuyumcuyu o uzak şehirden çağır, onu altınla, elbiseyle aldat!”

Padişah, hekimde bu sözü duyunca nasihatini, candan gönülden kabul etti.

185. O tarafa ehliyetli, kifâyetli, âdil bir iki kişiyi elçi olarak gönderdi.

Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde, “Ey insan! Bana yaklaş da seni bundan daha güzel bir hâle getireyim. Kâmil bir insan hâline getireyim. Ben gussayı, derdi neşe hâline getiririm, yolunu şaşırmışları doğru yola götürürüm. Ben kurdu Yusuf yaparım, zehiri şeker hâline sokarım. Ey gül bahçesi, ey gül bahçesi! Reyhanları, nilüferlere arkadaş ederim. Gel benim bahçeme de benden gül al!” diye buyurur.

“Kâmil mürşid, hakikaten Allah’ın bütün kuvvet ve kudretlerine sahiptir; fakat bu kudreti, şuna buna kerâmet göstermek için kötüye kullanmaz, yeri geldiğinde, yerinde sarfeder” der Hasan Dedemiz, ”Kâmil insan, büyük bir enerji kaynağı gibidir. Ona sevgiyle temas eder etmez, ondaki lütûf enerjisi haberimiz olmadan bize geçmeye başlar. Bu lütûf enerjisi, ahlâkımızda bize yaramayacak, ne gibi kirler varsa, onları yavaş yavaş, hattâ haberimiz olmadan temizler. Biz o kudreti annemiz olarak tanıyıp, onun kucağına atıldıktan sonra, o da bizi elbette evlat olarak bağrına basar ve yüzümüzdeki, gözümüzdeki kirleri, bir anne şefkati ile, hattâ ondan da daha hudutsuz bir şefkatle temizler.”

Nitekim, hikâyenin bu bölümünde, kâmil mürşid olan hekim, halayığın derdini iyileştirmek, yâni müridin nefsindeki kirleri temizlemek ve gönlünü kaptırdığı dünyevî heveslerden vazgeçirmek üzere, padişahtan kuyumcuyu Semerkand’dan çağırmasını isteyince padişah, onun bu nasihatini candan gönülden kabul etti ve ehliyetli, kifâyetli ve âdil iki elçiyi Semerkand’a gönderdi.

Padişahın, kuyumcuyu getirmek üzere Semerkand’a elçiler yollaması.

186. O iki bey, kuyumcuya padişahtan muştucu olarak Semerkand’a kadar geldiler.

187. Dediler ki: “Ey lütûf sahibi üstâd, ey marifette kâmil kişi! Övülmen şehirlere yayılmıştır.

188. İşte filân padişah, kuyumcubaşılık için seni seçti. Zirâ pek büyüksün, pek kâmilsin.

189. Şimdicek şu elbiseyi, altını ve gümüşü al da gelince de padişahın havassından ve nedîmlerinden olursun.”

190. Adam; çok malı, çok parayı görünce gururlandı, şehirden çoluk çocuktan ayrıldı.

191. Adam, neşeli bir hâlde yola düştü. Haberi yoktu ki padişah, canına kastetmişti.

192. Arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı!

193. Ey yüzlerce râzılıkla sefere düşen ve bizzât kendi ayağıyla kötü bir kazaya giden!

194. Hayalinde mülk, şeref ve ululuk. Fakat Azrâil “Git, evet, muradına erişirsin” demekte!

İki elçi, müjdeyi vermek üzere Semerkand’a geldiler, kuyumcuyu buldular ve onu türlü övgülerle yücelttiler, gururunu okşadılar. Zirâ, övülmek ve yüceltilmek nefsin hoşuna giden şeylerdendir; fakat bir diğer taraftan da insanı gurura ve benliğe sürükleyebilir.

Nitekim, bir kudsî hadîste, “Sizi övenlerin suratlarına toprak saçın” diye buyrulmaktadır.

“Bu iki dadı, mal ve mevki, deriyi şişirir, yağla etle, kibirle, benlikle doldurur. Mal yılana benzer mevki ise ejderhadır. Tanrı erlerinin gölgesi bu ikisine de zümrüttür. Yılanın o zümrütten gözü kamaşır, kör olur; yolcu da kurtulur” der Hazreti Mevlâna, ve “Dünyadaki yaşayışımız, bazen tatlıdır, hoştur, bazen de kederlerle doludur, hoş değildir! Aklını başına al da sen, daima hoş yaşama mülkünü bağışlayana gönlünü ver; fanî dünyaya değil, ebedî hayat lütfedene aşık ol!..” diye buyurur.

Velhâsıl, elçiler, kuyumcuya ‘Şimdicek şu elbiseyi, altını ve gümüşü al da gelince de padişahın havassından ve nedîmlerinden olursun’ dediler. Kuyumcu, onların vaad ettikleri makama, altına ve gümüşe tamah edince, aldandı ve ‘arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı!’

Mevlânamız yine der ki: “Tamahkâr adamın gözünün önünde makam ve altın hayali, gözdeki kıl gibidir. Tamah, huyu fitne olan bir hırsızdır; hayal gibi her an bir surete bürünür. Onun hilesini Allah’tan başkası bilemez. Allah’a sığın da o alçaktan kurtul!”

Hasan Dedemiz bir şiirinde bakın nasıl sesleniyor bizlere…

“Bu can tenden gitmeden, kendi kendini seçmek gerek. 

Karanlık gelip çökmeden, gönül ışığını açmak gerek. 

Yalanla Allah’a varılmaz, benlikle menzil alınmaz, 

Riyâyla gerçek bulunmaz, bütün varlıklarından geçmek gerek. 

Bilerek söyle sözünü, aşk ateşiyle yak özünü, 

Açmak için can gözünü, gerçek eri seçmek gerek. 

Hakk’a giden yolu tanı, ara da bul ârif canı, 

Muhabbet gülü gülşânı, gonca iken biçmek gerek. 

Aşık Hakk’ı bilir, ilham mürşitten gelir, 

Vurursan kapı açılır, çalışıp da açmak gerek…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXIV

“Bizden vazgeçmeyin, bizi gönülden çıkarmayın, Biz emîn kişileriz.

Bak, nefesimiz, o gülden esip gelen yel, diyor. Biz böyleyiz işte…” Hasan Çıkar Dede

169. O hekim, hastadan bu sırrı elde edip o dert ve belânın aslına erişince:

170. “Onun semti hangi mahallede?” diye sordu. Kız, “Köprü başında, Gatfer Mahallesi’nde” dedi.

171. Hekim, “Hastalığının ne olduğunu hemen anladım. Seni tedavi hususunda sihirler göstereceğim;

172. Sevin, ilişik etme, emîn ol ki yağmur çimenlere ne yaparsa ben de sana onu yapacağım;

173. Ben, senin gamını çekmekteyim, sen gam yeme; ben sana yüz babadan daha şefkatliyim;

174. Aman, sakın ha, bu sırrı kimseye söyleme; padişah senden bunu ne kadar sorup soruştursa da yine sakla;

175. Sırların gönülde gizli kalırsa o muradın çabucak hâsıl olur” dedi.

176. Peygamber demiştir ki: “Her kim sırrını saklarsa çabucak muradına erişir.”

177. Tohumun toprak içinde gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesiyle neticelenir.

178. Altın ve gümüş gizli olmasaydı… madende nasıl musaffa olur, nasıl altın ve gümüş hâline gelirdi?

179. O hekimin vaatleri ve lütûfları hastayı korkudan emîn etti.

180. Hakiki olan vaatleri gönül kabul eder, içten gelmeyen vaatler ise insanı ıstırâba sokar.

181. Kerem ehlinin vaatleri akıp duran, eseri daima görünen hazinedir. Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların vaatleri ise gönül azâbıdır.

“Derdini, hazmedemeyene söyleme, hazmedene söyle. ‘Toprak’, her şeyi hazmeder. Size sıkıntı veren her şeyi bize havale edin, korkmayın; üzülmeyin de…” der Hasan Dedemiz

Pîrimiz Mevlâna’nın da şöyle bir sözü vardır: “Ey insan, kendini toprağa benzet. Toprağı herkes çiğner, basar. Gün gelir o toprakta türlü çiçekler yetişir, âdemoğlu başına taç yapar.”

Hakk’a tâlib olan mürid, bir mürşid-i kâmilin huzuruna geldi mi, ona imanla bakmalı, tam bir teslimiyetle hizmetinde bulunmalı ve onun vereceği terbiyeyle, ahlâkındaki kötü hâllerden ve hoş olmayan huylardan arınıp insanî huylarla güzelleşeceğinden emîn olmalıdır.

“Çünkü hakikatte insan, yaratılmışların en şereflisidir” diye buyuran Hasan Dedemiz, Mevlâna’nın bakışında insanın, düşünen ve her şeye anlam veren bir varlık olduğunu; hepsinden önemlisi insanın, nefsini dizginleyerek Hakk’a ulaşmak için onda yok olma şerefine ulaşabilen bir varlık olduğunu belirtir.

Pîrimiz Mevlâna bizlere şöyle seslenir…

“Allah’la düş kalk, onun huylarıyla huylan da emânetlerin zâyî olmaktan da emîn olsun, eksilmekten de. Huyları yaratanın huyuyla huylan, peygamberlerin ahlâkını yetiştirip besleyen Allah’ın ahlâkına bürün. Yalnız teni tanıyanlar, bizi çabucak kaybederler… Su içenler, tulumu da bırakırlar, küpü de! Fakat canı tanıyanların sayılarla işleri yoktur. Onlar, keyfîyetsiz ve kemîyetsiz olan denize gark olmuşlardır! Can ol da can yoluyla canı tanı! Görüş dostu ol, kıyas oğlanı değil!.. Ne zamana kadar, imansızlığa doğru geri gideceksin? Küfre varma, ileriye gel artık, dine, imana gel. Sen zehri şifâlı bir şerbet gibi gör; bu yüzden zehre sarıl! Sonunda sen, nereden geldiğini düşün de aslının aslına gel! Maddî varlığınla, bedeninle yeryüzüne bağlısın, burada dünyaya geldin doğdun. Burada yiyor, içiyor, dolaşıyorsun. Sen, yeryüzünde yaşıyorsun, ama mânâ bakımından gökyüzünde yaşayanlardansın. Gerçek inancın incilerinin dizildiği iplik gibisin. Bütün güzellikler, hoşluklar, üstünlükler sende mevcuttur. Hakk’ın nur mahzeni sana verilmiş, sana emânet edilmiştir. Sen, ne olduğunu nereden geldiğini düşün de, aslının aslına gel!..”

Aslını arayıp bulan mürid de, yağmurun çimenleri besleyip büyüttüğü gibi, kâmil mürşidin rahmet dolu sözleriyle beslenip yetişir ve kalbi zamanla yumuşar; rüzgarla dalgalanan çimenler gibi Hakk’ın huzurunda eğilir ve eğildikçe, yâni yokluğa erdikçe olgunlaşır kemâlât bulur.

Nitekim, Hazreti Şems de bakın nasıl buyurmaktadır…

“And olsun ki, Mevlâna’nın yüzünü görmek, bizim için mutluluktur. Hazreti Muhammed’i görmek dileyen, gitsin Mevlâna’yı görsün. Rüzgârla dalgalanan çimenler gibi, kendini zorlamadan onun önünde eğilsin. Bunun aksine davranmak isteyen de, dilediği gibi yaşar. Mevlâna’yı bulana ne mutludur! Ben kimim? Ben bir kere buldum, ben de mutluyum. Eğer inancından kuşkun varsa, o, en kestirme yoldan kuşkularını giderir. Biz şüphemizden dolayı bunu istiyoruz ki, bir zaman ondan hoşlanasın; bir zaman da, sana soğukluk gelsin. Bu bir iş hesabı değildir, dostluk hesabı da değildir. Bu yol o tarafa giden kestirme yoldur. Bugün mânâ denizinin dalgıcı Mevlâna’dır. Ben ise tacirim. Yani o incileri alıcıyım. Dostluk, Mevlâna’yı gördükten sonra nefsini öldürmektir. Tâ ki, onu bir daha bulamadık, öldü desinler.”

“Allah’a yaklaşabilmek için gereken kalb temizliği kalbin cilâlanması, hem uzun hem de emek isteyen bir yoldur” der Hasan Dedemiz, “Bu yolda yolcunun rehberi mürşid-i kâmillerdir. Mürşidine inançla, imanla bakmak onda Hazreti Muhammed Efendimizin nurunu görmek, güzelliğini görmek gerekir. Bu şekilde bakılır, o inançla yola koyulunursa kapılar açılır. İnsan, Bir’i buldu mu bütün sayıları bulmuş olur. Bir’i bulamadı mı bu kişi boşluktadır. İman kimseye verilmez. Bu âleme güzellik saçan, tüm sorularınıza cevap veren, yükünüzü üzerinizden alan, size huzur veren birini bulduğunuzda ona iman edersiniz. Biz her zaman ne diyoruz; her şeyin üstünde imandır!..”

Nitekim, Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de Peygamber Efendimizin dilinden şöyle seslenmektedir…

“Andolsun, size kendi içinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, o size çok düşkündür. O, çok şefkatlidir, merhametlidir.” (Tevbe, 128)

Mademki, onun şefkati ve merhametiyle, ’tohumun toprak içinde gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesiyle neticelenir’ ve yokluktan varlığa kavuşur; o halde bu sır tohumunun yeşillenip büyümesi için daima yoklukta durmak gerektir.

Pîrimiz Mevlâna’nın şu kasîdesine kulak verelim…

“Toprak emîndir; ona her ne ekersen ihânet görmeksizin onun cinsini toplar, devşirirsin. Toprak bu emînliği o emînlikten bulmuştur, çünkü adâlet güneşi ona nur saçmıştır. İlkbahar, Hakk fermânı getirmedikçe, toprak sırrını nice açığa vurur? O, öyle bir cömert ve vericidir ki bu haberleri, bu emînliği ve bu doğruluğu bir cemâda, kuru yeryüzüne vermiştir. Fazıl ve ihsanı, kuru toprağı haberdâr eder, kahır ve celâli de akıllı insanları kör eyler. Canda, gönülde o coşmaya tâkât yoktur. Kime söyliyeyim? Cihanda bir tek kulak yok!.. Nerede bir kulak varsa; onun yüzünden, göz oldu. Nerede bir taş varsa; onun lütfûyla yeşim taşına döndü. Kimyâyı meydana getiren odur, kimyâ ne oluyor ki? Mucize bağışlayıcıdır, simyâ ne oluyor ki? Benim bu övüşüm, övmeyi terk etmenin tâ kendisidir; çünkü bu övüş, varlık delilidir, varlık ise hatadır. Onun varlığına karşı yok olmak gerektir; onun huzurunda varlık nedir? Mânâsız bir şeyden ibarettir!..”

Nitekim halayık da, o hekimin hakiki olan vaatleri ve lütûflarıyla korkudan emîn oldu ve o vaatleri gönlü kabul etti. Zirâ, ‘içten gelmeyen vaatler insanı ıstırâba sokar. Kerem ehlinin vaatleri akıp duran, eseri daima görünen hazinedir. Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların vaatleri ise gönül azâbıdır.’

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXIII

“Gönlümüz aynadır, âyândır her yan,

Her şeyi görürüz, irfâncasına…” Hasan Çıkar Dede

157. O diken çıkaran hekim, üstattı. Halayığın her tarafına elini koyup muayene ediyordu.

158. Halayıktan, hikâye yoluyla dostların ahvâlini sormaktaydı.

159. Kız, bütün sırlarını hekime açıkça söylemekte, kendi durağından, efendilerinden, şehrinden ve şehrinin dışından bahsetmekteydi.

160. Hekim, kızın anlatmasına kulak vermekte, nabzına ve nabzının atmasına dikkat etmekteydi.

161. Nabzı, kimin adı anılınca atarsa cihanda gönlünün istediği odur, diyordu.

162. Memleketindeki dostlarını saydı, döktü. Ondan sonra diğer bir memleketi andı.

163. “Memleketinden çıkınca en evvel hangi memlekette bulundun?” dedi.

164. Kız, bir şehrin adını söyleyip geçti. Fakat yüzünün rengi, nabzının atması başkalaşmadı.

165. Efendileri ve şehirleri birer birer saydı; o yerleri, yurtları, oralarda geçirdiği zamanları, tuz, ekmek yediği kişileri tekrar tekrar söyledi.

166. Şehir şehir, ev ev saydı döktü, kızın ne damarı oynadı, ne çehresi sarardı.

167. Hekim, şeker gibi Semerkand şehrini soruncaya kadar kızın nabzı tabii hâldeydi fazla atmıyordu.

168. Semerkand’ı sorunca nabzı attı, çehresi kızardı, sarardı. Çünkü o, Semerkandlı bir kuyumcudan ayrılmıştı.

Hazreti Mevlâna buyurur ki: “Ay ışıklarının doğusu olan gönül yok mu? O gönül, âriflere ‘Kapıları açılmıştır’ sırrıdır. Sana duvar ama onlara kapı. Sana taştır ama azizlere inci! Senin aynada açıkça gördüğünü Pîr, hem de daha önce, bir kerpiç parçasında görür. Pîr olanlar o kişilerdir ki bu âlem yokken onların canları, kerem denizinde vardı. Bu tene düşmeden önce nice ömürler geçirdiler, ekmeden önce meyvalar devşirdiler! Nakıştan, suretten evvel canlandılar, deniz yarılmadan inciler deldiler! 

Tanrı, âlemi ve Âdemi yaratma hususunda meleklerle müşâvere ederken onların canları, boğazlarına kadar kudret denizine dalmış bulunuyordu. Bu Nefsi Küll’ün ayağı bağlanmadan onlar, her yaratılacak şeyin suretini biliyorlardı. Feleklerden önce Zuhal yıldızını, tanelerden önce ekmeği görmüşler; akılsız, gönülsüz fikirlerle dolmuşlar; askersiz, savaşsız gâlib gelmişlerdi. 

Üzüm yaratılmadan şaraplar içmişler, muhabbet sarhoşu olmuşlardı. Onlar, sıcak Temmuz ayında kışı, güneşin ziyâsında gölgeyi görür. Üzümün gönlünde şarabı, tamam yoklukta bütün varlığı müşâhede ederler. Gök, onların işret meclislerinde ancak bir yudumcuk içer. Güneş, ancak onların cömertliğiyle bu sırmalı libası giyer.”

Nitekim, kâmil hekim de halayığın hastalığının sebebini, sorduğu sorulara karşılık aldığı cevaplardan, halayığın yüzünün renginden ve nabzının atışından anlamaya çalışıyordu. 

“Bu beden doktorları pek bilgilidirler” der Mevlâna, “senin hastalıklarını senden daha iyi bilirler! İdrara bakıp ahvâlini anlar… fakat sen; hastalığını o tarzda bilemez, teşhîs edemezsin. Sonra nabızdan benizden, kandan da her türlü hastalığın kokusunu alırlar. Âlemdeki Allah doktorları, artık sen söylemeden nasıl olur da hâlini anlamazlar senin? Nabzından da gözünden de, benzinin renginden de, sende derhâl yüzlerce hastalık bulur, anlarlar. Beden doktorları, doktorluğu yeni öğrenmişlerdir zaten… onlar, hastalığı teşhis için idrara vesâireye muhtaçtır. Fakat kâmil Allah doktorları, uzaktan adını duydular mı varlığının ta derinlerine kadar girerler! Hattâ sen doğmadan yıllarca evvelki hâllerini bile görürler!..”

Sonunda söz Semerkand’a gelince halayığın çehresi değişti, nabzı hızlandı. Çünkü o Semerkand’lı bir kuyumcudan ayrılmıştı.

Abdülbâki Gölpınarlı, Semerkand ile iligili şu açıklamayı yapar: “Semerkand, malûm şehirdir. Kand, Farsça şeker demektir; bu münâsebetle Mevlâna, Semerkand’ı şekere benzetmektedir. Semerkand’ın en mâmur yeri de Gatfer’dir.”

Kâmil hekim böylece, halayığın, Semerkand’lı bir kuyumcunun derdine düştüğünü, yâni ona şeker gibi tatlı gelen dünya heveslerine, nefsinin isteklerine vurulduğunu anladı ve halayığa teselli vermeye koyuldu.

Ne güzel buyurur Mevlâna… “Ayrılık, her ne kadar ümidin belini kırsa, ızdıraplar, cefâlar, isteklerin, emellerin ellerini bağlasa da, Allah sevgisi ile mest olan aşıkın gönlü, ümitsizliğe düşmez, Hakk’tan ümidini kesmez. İnsanlar, gayret ettiklerine muhakkak ki ulaşırlar, her ne suretle olursa olsun, kapalı bir kapıyı, himmetle açarlar.”