MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXVII

İlâhî akıl kuşlarının kanatlarının evsâfı.

Can dudusunun hikâyesi de bu çeşittir. Fakat nerde kuşlara mahrem olan kişi?

Nerde zayıf ve günâhsız bir kuş ki onun içine Süleyman, askerleriyle ordu kurmuş olsun!

Şükür yâhut şikâyetle feryâd edince yere, göğe zelzeleler düşsün!

Her demde ona Tanrı’dan yüz mektup, yüz haberci erişsin; o bir kere “Yâ Rabbi” deyince Hakk’tan altmış kere “Lebbeyk” sesi gelsin!

1575. Hatası, Tanrı indinde ibâdetten daha iyi olsun; küfrüne nispetle bütün halkın imanı değersiz kalsın!

Öyle kişiye her nefeste hususî miraç vardır. Tanrı, onun tacının üstüne yüzlerce hususî taç koyar.

Cismi topraktadır, canı lâmekân âleminde, o lâmekân âlemi, sâliklerin vehimlerinden üstündür.

O lâmekân âlemi, vehmine gelen bir âlem olmadığı gibi hayaline de doğmaz.

Cennetteki ırmak, nasıl cennettekilerin hükmüne tâbîyse mekân âlemiyle lâmekân âlemi de, o âlemin hükmüne tâbîdir.

1580. Bu ilâhî akıl kuşlarına ait olan bahsi kısa kes, bu sözden yüzünü çevir, sükût et! Doğrusunu, Tanrı daha iyi bilir.

Dostlar, biz yine kuş, tâcir ve Hindistan hikâyesine dönelim.

Tâcir, Hindistan’daki dudulara, dudusundan selâm götürmeyi kabul etti.

Ahmed Avni Konuk, tefsîrinde, şöyle bir açıklamada bulunur: 

“Mâlum olsun ki, akıl, ruhun sıfatıdır. Ve ruhun beş mertebesi vardır ki, her bir mertebesine aklın bir sıfatı icâbet eder. 

Birincisi, hassas ruhtur, beş dış duygu ile hareket eder ve bunlardan zuhûr olan şeyleri kabul eder. Meselâ bir ses olursa duyar, nazarına bir cisim isâbet ederse görür. Bu ruh, süt emen bir çocuğun vücudunda da vardır.

İkincisi, hayalî ruhtur, beş dış duygudan zuhûr olan şeyleri hıfz eder ve icâb ettiği vakit bu ruh o zuhûr eden şeyleri akla arz eder. Bu ruhun mertebesi evvelki mertebeden yüksektir. Çocuğun gelişiminin başlangıcında bu ruh yoktur. Çünkü çocuk hissettiği şeyleri unutur.

Üçüncüsü, aklî ruhtur, bu mertebede ruh kendi sıfatı olan akla bürünür. Bu ruh his ve hayal hâricinde olan mânâları idrâk eder. Bu hâl çocuklarda bulunmaz.

Dördüncüsü, fikrî ruhtur ki, bu ruh, kelâm, mantık, fen ve felsefî ilimleri kabule istidâdı olup, okuduğu ve işittiği bu ilimleri kendi mâlumâtı arasına katar ve bunlarla bilgi dağarcığını genişletir. Zâhirî âlimlerin aklı bu mertebededir. Bu zikr olunan dört mertebedeki akıllara beşerî akıl denir. Bu akıllar, ledün ilmini idrâkten âcizdir. Onun için bu mertebedeki akıl sahipleri evliyâya muhâlefet eder, çünkü kendi tavrından hârictir.

Beşincisi, kudsî ruhtur ki, enbiyâ ve onların vârisleri olan tüm evliyâya mahsustur. Bu ruhun sıfatı akl-ı küll olup, Cebrâil onun mazhârıdır. Bu kudsî ruhtan, gayb nurları ve ilâhî sırlar coşup taşar. İlâhî akıl, bu kudsî ruh mertebesinde olan ruhlardan ibârettir. Bu ruhlar, bütün akılların mertebelerini kuşatıp mânâ âleminde ve tüm ilâhî mertebelerde kayıtsızca uçan kuşlar gibidir ve bunların kanatları, ilim, amel, şevk ve muhabbet gibi sıfatlardır.”

‘Nerde zayıf ve günâhsız bir kuş ki onun içine Süleyman, askerleriyle ordu kurmuş olsun!’

Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de, Fetih sûresinde, “Şüphe yok ki biz, sana apaçık bir fetih vermişizdir, Allah, ümmetinin önce yapılan ve sona kalmış olan günâhlarını sana bağışlasın ve sana, nimetini tamamlasın ve seni, doğru yola götürsün diye ve sana, üstün bir yardımla yardım etsin diye. Öyle bir mâbuttur ki inançlarına inanç katsın diye inananların gönüllerine, tam bir sükûn ve huzur indirmiştir ve Allah’ındır göklerin ve yeryüzünün orduları ve Allah, her şeyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir” diye buyrulmaktadır. (Fetih, 1-4)

Âriflerin Menkîbeleri’nde anlatılır ki: Bir gün Cenâb-ı Mevlâna, gayb âleminde bir kutub gördü ve “Yâ Rab, yâ Rab” diye seslendi. Bir hadde kadar ki, yerin ve göğün bütün cüz’leri ve cümle ulvî ve suflî ruhlar ona razı bir hâlde “Yâ Rab” dediler. Ve o esnâda nur-i ilâhî Şemseddin Tebrîzî efendimizin sırrına mazhâr olup, kendileri “Lebbeyk, lebbeyk!” demeye başladı. Bu tecellî üç sefer vâkî oldu. Cenâb-ı Şemseddin efendimiz, “İlâhi o şeyh yâ Rab diyor, ona lebbeyk de!” buyurduğunda, derhâl sırrına birbiri ardınca aralıksız nurlar çarpar ve “Lebbeyk!” derdi.

‘Öyle kişiye her nefeste hususî miraç vardır. Tanrı, onun tacının üstüne yüzlerce hususî taç koyar.’

Kasîde:

“Gelin ey aşıklar, gelin ey iş erleri! İşe yarar şarap burada! Zaten biz de onun için bu işe koyulmuşuz. 

Her seher vakti o güzeller Peygamberinden haber gelir: ‘Gelin ey çâresizler, gelin!’ der. Aşıklara dermânda biçâreyiz. 

Aşıkların hepsinden de ‘Lebbeyk, lebbeyk!’ sesleri göklere yükselmede, onlar diyorlar ki: ‘Mânâ mushâfı sensin. Bizler ise otuzar parçaya ayrılmışız, cüz’lerden ibâretiz.’ 

Dudağı bile onun şarabını içince kendinden geçti. Biz ne yapalım? Biz demirden, kayadan ibâret bir dağ mıyız? 

Biz gökyüzü harmanında yıldızız ama, parça parça kesilsek, her parçamız bir arpa büyüklüğünde olsa, yine de bir zerre kadar sır vermeyiz. 

Biz Hazreti İsa gibi şu beden beşiğinde bağlıyız ama, Hazreti Meryem gibi Allah’ın nuruna gebe kalmışız.

Bizi bu cüz’î akılda arama! Biz onun aşk ovasına dalmışız, cüz’lerden kurtulmuşuz. 

Aşk delidir, ama biz delinin delisiyiz. Nefs-i emmâre kötülükleri emrediyor. Biz onu emrimiz altına almışız.

Ey Tebriz şehrinin iftihâr ettiği Şemseddin! Bu seferden bir kere daha geri dön! Allah aşkına gel, biz bir tek aşka, senin aşkına tutulmuşuz, o aşk ile oyalanmadayız.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXV

Azrâil’in birisine bakması, onun da Süleyman Aleyhisselâm’ın sarayına kaçması, tevekkülün çalışmadan üstün olduğu ve çalışmadaki faydaların azlığı.

956. Saf bir adam, bir kuşluk vaktinde koşa koşa Süleyman’ın adâlet sarayına erişti.

957. Yüzü gamdan sararmış, dudakları morarmıştı. Süleyman, ona “Efendi ne oldu?” dedi.

958. O, “Azrâil, bana öyle bir hışımla, öyle bir kinle baktı ki…” dedi.

959. Süleyman, “Peki, şimdi ne diliyorsan dile bakalım” dedi. O dedi ki: “Ey canları koruyan! Rüzgâra emret,

960. Beni tâ Hindistan’a götürsün; belki kulunuz oraya gidince canını kurtarır.”

961. İşte halk fakirlikten böyle korkar. Onun için insanlar hırsa, emele lokma olurlar.

962. Fakirlikten korkmak, tıpkı o adamın ölümden korkmasına benzer. Hırsı, çalışmayı da sen Hindistan farz et!

963. Süleyman rüzgâra emretti; rüzgâr da onu derhal Hindistan’da bir adaya götürdü.

964. Ertesi gün Süleyman, divân vakti halkla buluşunca Azraîl’e dedi ki:

* “O Müslüman’a ne sebeple hışımla baktın? Ey Tanrı elçisi, bana anlat!

965. Acaba bu işi, o adamı hanümânından avâre etmek için mi yaptın?”

* Azrâil cevâben dedi ki: “Ey cihanın zevâlsiz padişahı! O ters anladı; ona hayal göründü.

966. Ben ona hışımla ne vakit baktım? Onu yol uğrağında görünce şaşırdım.

967. Çünkü Hakk bana ‘Haydi bugün var, onun canını Hindistan’da al’ buyurdu.

968. Taaccüple ‘Yüz tane kanadı olsa Hindistan’a gitmesi yine uzak’ dedim.”

969. İşte sen dünya işlerini hep buna kıyas et, gözünü aç da gör!

970. Kimden kaçıyoruz, kendimizden mi? Ne olmayacak şey! Kimden kapıp kurtarıyoruz, Hakk’tan mı? Ne boş zahmet!

Ahmed Eflâkî, ‘Âriflerin Menkîbeleri’ isimli eserinde bildirdiği üzere; Hazreti Şems, bir mecliste şunları dile getiriyor: “Cömertlik dört türlüdür: Zâbitlere mahsus olan mal cömertliği, cihad edenlere mahsus olan ten cömertliği, gazilere mahsus olan can cömertliği, ârifiere mahsus olan gönül cömertliği. Zâhitler mallarını verir, marifet alırlar. Nitekim Kur’an’da, ‘İşte biz ahiret evini arzda, ululuk ve fesat murad etmeyenlere mahsus kıldık’ buyurulmuştur. Cihad edenler, vücutlarını verir, hidâyet satın alırlar. Nitekim Kur’an’da, ‘Bizim yolumuzda cihad edenlere doğ­ru yolumuzu gösteririz’ buyurulmuştur. Gaziler canlarını verir, ebedî hayatı alırlar. Nitekim Kur’an’da, ‘Belki onlar sağ olup Rableri yanında rızıklanırlar’ denmiştir. Ârifler, gönüllerini verip sevgi alırlar. Nitekim Kur’an’da, ‘O onları, onlar da onu severler’ buyrulmuştur. 

Gönül alçaklığından daha iyi bir şey görmedim. Elinizde bulunanla kanaat ediniz. Başkalarının elinde bulunan şeyden de ümidinizi kesiniz. Peygamberlerin izzeti, peygamberlikte; bilginlerin izzeti, tevazûda, kanaatte; zenginlerin izzeti, cömertlikte; ibâdet edenlerin izzeti de halvettedir. 

Dini iki şeyle koruyun: Cömertlik ve iyi huylulukla. Ölümden kaçınılmaz. İnsanın rızkı insandan kaçamaz. Rızk bölünmüştür. Ecel, malûm; hâris, mahrûm; cimri, mezmûm; kıskanç, mağmûm (gamlı) ve ârif de merhûmdur (rahmet olunmuş). Tedbîrin takdîre faydası yoktur. Kendi ecelinden kurtulamayacak ve emeline kavuşamayacak ve kendi rızkından geri kalamayacaksın ve başkalarının rızkını da sana vermiyecekler; o hâlde kendi vücudunu niçin öldürüyorsun. 

Ey insan oğlu! Zenginlik kanaatte, selâmet yalnızlıkta, serbestlik arzusuzlukta, dostluk rağbetsizlikte ve saadet sabretmektedir. Tamah edene izzet, kanaat edene de zillet yoktur. Hür insan tamahla kul olur. Kul da, kanaat etmekle azâd olur.”

Hasan Dede, “Allah, çok cömerttir, hiçbir varlıktan rızkını esirgemez” der, “O’nun bahşetmiş olduğu en büyük nimet ise akıldır, onu da insana vermiştir. İnsanın düşünmesi lâzım, mâdemki Allah, yarattıklarına karşı bu kadar cömert, o hâlde, talebimiz sadece Allah’tan olmalıdır. Bilgisizlikten başka hiçbir şeyden korkmamalı, bilmediklerimizi öğrenmekte azimli, isteklerimizde ölçülü olmalıyız. En büyük zenginliğimiz olan aklımızı kullanarak insanlık yolundan ayrılmamalıyız.”

Hazreti Mevlâna, bir kasîdesinde buyuruyor ki: “Can konağını aramada isen, sen cansın. Bir lokma ekmek arıyorsan, sen ekmeksin.” 

Mevlâna’nın çok büyük bir hayranı olan İbrahim Gülşenî de şöyle sesleniyor: “Biz, Cenab-ı Allah’ın ailesi mesâbesindeyiz. Sütümüzü, rızkımızı O’ndan isteriz. Peygamber, ‘Halk, Tanrı’nın ailesidir’ buyurdu. Her ne istersek, Allah-u Zülcelâl, biz ailesine bir baba gibi rızık verir. Eğer tenin gıdasıyla kanaat edersek, eşek gibi arpa ve samana yaraşırız. Ulu Tanrı’dan ruhumuzun gıdasını istersek, bize Cebrâil’in gıdasını gönderir. Mademki ne istersek onu ihsân ediyor, şu hâlde Tanrı’dan yalnız Tanrı’yı isteyelim. Evet, en iyisi, iman ve taat yolunda yürüyerek, daima O’nu isteyelim.”

Şiir:

“Her zerre senin mânevî sofrandan yer içer, 

Ebedî olarak yeseler içseler de, 

Yine de mânevî güzellikler bitmez. 

Ezelî sofra için herkes kavga gürültü eder, 

Ama yediler içtiler yine de eksilmedi. 

Sevenlerini daima bu ebedî gıdayla, 

Yüceliklerine götürür, 

Gözlerin nuru biricik sultanım,

Nurum Muhammed…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXI

Av hayvanlarının tevekkülü çalışıp kazanmaya tercih etmeleri.

908. Hepsi dediler ki: “Ey hâlden haberdâr hâkim! Çekinmeyi bırak; çekinme, insanı kaderin hükümlerinden kurtaramaz.

909. Kaderden çekinmekte perişanlık ve kötülük vardır, yürü, tevekkül et ki tevekkül, hepsinden iyidir.

910. Ey kötü hiddetli adam! Kaza ile pençeleşme ki kaza da seninle kavgaya tutuşmasın.

911. Tanyerini ağartan Tanrı’dan bir zarar gelmemesi için kulun Hakk hükmüne karşı ölü gibi olması lâzımdır.”

Aslanın çalışıp kazanmayı tevekküle, teslîmiyete tercih etmesi.

912. Aslan: “Evet, tevekkül kılavuzsa da bu sebebe teşebbüs de, Peygamber’in sünnetidir.

913. Peygamber, yüksek sesle ‘Tevekkülle beraber yine devenin ayağını bağla’ dedi.

914. ‘Çalışan kimse Tanrı sevgilisidir’ işâretini dinle; tevekkülden dolayı esbâba teşebbüs husûsunda tembel olma” dedi.

Hazreti Şems, Makalât isimli eserinde, “Şeyhi gamlı gördüğün zaman bile ona bağlan! Daima ona yapış ki, seni tatlı ve olgun bir meyve gibi yetiştirsin” diye buyurur ve, “Çünkü senin olgunlaşman ve beslenmen o bulutun bereketindendir. İyi kişi vardır, ama bilgisizdir, iyi bir adam tevekkül ettim der, ama bilgisi yoktur ki tevekkülün yeri neresi olduğunu anlayabilsin. Nihâyet mütabaat odur ki, deveyi dizinden bağla, sonra Allah’a tevekkül et nüktesine uygun olsun” der ve sorar, “Yâni Hazreti Peygamber tevekkül göstermedi. Bu kadar savaşlarla uğraştı. Ârif değil miydi? En iyi adam değil miydi o?..”

Âriflerin Menkîbeleri’nde şöyle rivâyet edilmiştir ki: “Bazı fakir dostlar mallarının azlığından ve yoksulluklarından şikâyet ediyorlardı. Mevlâna buyurdu ki: Muhammed Mustafa, selâm onun üzerine olsun, zamanında büyük bir kıtlık olmuştu. Ashâbdan birisinin bir ölçek arpa unu vardı. Bu zât, Peygambere serzenişte bulunuyor ve, ‘Bu pahalılık günlerinde ne yapacağım’ diyordu. Peygamber, ‘O unu sat ve Tanrı’ya mü­tevekkîl ol’ buyurdu. O da bunun üzerine unu sırtına alıp, ashâb arasında, ‘Bir ölçek arpa unu kim alır?’ diye artırmaya çıkardı. Kimse alıcı olup bir istek göstermedi. Kimisi, ‘Benim bir aylık yiyeceğim var’, başka biri, ‘İki günlük yiyeceğim var, o da biterse Tanrı kerîmdir’ diyordu. Bu, bir derviş, ‘Benim bir lokmam var, onu da bu akşam yiyeceğim. Bana zâhire lâzım değildir’ deyinceye kadar devam etti. İşte Tanrı’nın elçisi, ashâbı böyle yetiştirip her birine öyle bir Tanrı’ya tevekkül öğretmişti ki, yiyecek ve içeceği düşünmeğe ihtiyaçları kalmamış ve hakîkat yolunda saltanat bayrağını açmışlardı. Bunun üzerine ashâbdan olan o azîz zât çok mahcûb oldu ve Peygamber kendisine, ‘lki aylık yiyeceğin olduğu hâlde yine şikâyet ediyorsun. Bu doğru değildir; bu, Tanrı’nın hoşuna gitmez’ buyurdu. Peygamberin bu sözü üzerine bu azîz, elinde bulunan arpa ununu fakirlere sadaka olarak dağıtıp tövbe etti; tevekkül gösterdi ve ruhanî bir kuvvetle kuvvetlendi.”

Beyit:

“Haydi kalk da tevekkül et. Fakirlik korkusuyla elini ve ayağını titretme. Senin rızkın sana, senden daha çok aşıktır.

Sen onun peşine düşmezsen, o senin kapına gelir. Eğer peşinde dolaşırsan başına dert getirir. Sen, cevizsiz ve üzümsüz bırakılan o azîz nâzeninlerden değilsin.”

Hasan Dede, “Biz her zaman deriz ki: Tedbiri elden bırakmayacaksın, her zaman en güzel şekilde tutacaksın. Ondan sonra Allah’a tevekkül edeceksin” der ve şu menkîbeyi dile getirir:

“Hazreti Ali’ye sormuşlar, ‘Senden yiğit var mı bu âlemde?’

‘Var’ demiş.

‘Kimlerdir?’ diye sormuşlar.

‘Bir kişi odaya çekilmiş, ıstırahat ediyor, uyuyor, ama oda kapısını açık bırakmış. O benden yiğittir.’

Gelir biri, yolsuz kalmıştır. Onun on lirasını cebinden almak için, vurur kafasına uykuda, bayıltır, alır parayı gider.

‘İkincisi’ diyor Hazreti Ali, ‘ayakkabılarını silkelemeden giyen. Bu da benden yiğittir.’

Ya bir akrep girer, ya bir yılan girer. Çünkü onlar öyle dairelerde oturmadılar, basit evlerde oturdular. Rutubette akrepler bulunur. İster misin, seni bir akrep sokar, işte zehirlendin. Başına iş aldın.

‘Üçüncüsü’ diyor, ‘At ile köprüyü geçerken, köprünün ayaklarına bakmadan geçen. O da benden yiğittir.’

Bakmıyor köprünün ayaklarına, taşır mı seni geçerken taşımaz mı? Bakarsın atla beraber dereye düşersin.

Hazreti Ali Efendimiz bu sözleriyle aklını kullanmayanları çıkartıyor ortaya. Bu sözleri, bindörtyüz küsûr sene önce sarfetmiş, ama bugün de hâlâ devam ediyor insanlardaki bu hâller.

Şimdi bizim dışımızda, muhabbetler esnasında, konu biraz ileriye gitti mi, derler ‘Gerisini Allah bilir.’ Ama biz öyle demiyoruz. Biz diyoruz ki, ‘Allah, insanla bilir, insanla bildirir.’ Çünkü Allah, insan dışında değildir. Akıl, insana verilmiş en büyük nimet. O yüzden, her zaman aklını kullanacaksın, tuzaklara düşmeyeceksin.”

Kasîde:

“Ey yüzü yüzümü ay gibi parlatan sevgili! Senin gözün, senin bakışın bedenimin bütün cüz’lerini görüş, anlayış sahibi yaptı. 

Senin rüzgârın, gönül bahçesinin ağaçlarını oynatmada, adını andığım zaman, ağzım şekerle, ballarla dolmadadır. 

Ey benim ağacımı, dallarımı yapraklarla, meyvelerle dolduran! Bilir misin, benim ağacım neden oynuyor? 

Yapraklarla, meyvelerle dolduğundan ötürü nazlanmıyor, oynamıyor. Senin sevgin benim gönül ağacımın sabrını, kararını alt üst ettiği için oynayıp durmadadır.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LV

Vezirin her emîri ayrı ayrı velîaht yapması.

650. Neden sonra o emîrleri yalnız ve birer birer çağırıp her birine bir söz söyledi.

651. Her birine “İsa dininde Tanrı vekîli ve benim halîfem sensin,

652. Öbür emîrler senin tâbilerindir. İsa, umûmunu senin taraftârın ve yardımcın etti.

653. Hangi emîr, baş çeker, tâbi olmazsa onu tut; ya öldür yahut esîr et, hapse at.

654. Ama ben sağ iken bunu kimseye söyleme, ben ölmedikçe, bu reisliğe tâlib olma.

655. Ben ölmedikçe bunu hiç meydana çıkarma. Saltanat ve galebe dâvâsına kalkışma.

656. İşte şu tomar ve onda Mesîh’in hükümleri… Bunu ümmete fâsih bir tarzda oku!” dedi.

657. O, her emîre ayrı olarak şunu söyledi: “Tanrı dininde senden başka naîb yoktur!”

658. Her birini ayrı ayrı ağırladı. Ona ne söylediyse buna da onu söyledi.

659. Her birine bir tomar verdi, her tomar, öbürünün zıddını ifâde ediyordu.

660. O tomarların metni “ya” harfinden “elif” harfine kadar olan harflerin şekilleri gibi birbirine aykırıdır.

661. Bu tomarın hükmü, öbürünün zıddıydı, bu zıddîyeti bundan önce bildirdik.

Hazreti Mevlâna, ”Her şey zıddıyla belli olur, meydana çıkar” diye buyurur ve şöyle devam eder: “Çünkü zıddı olmadıkça, zıddını söylemedikçe hiçbir şey, târif edilemez; imkân yoktur buna. Ulu Tanrı’nın zıddı yoktur da onun için ‘Ben bir gizli defineydim, bilinmeyi diledim, sevdim’ demiş, ışığı meydana çıksın diye karanlıktan ibâret olan şu kâinatı yaratmıştır; yine böylece peygamberlerle erenleri meydana çıkarmış, ‘Sıfatlarımla halka görün’ demiştir. Onlar, düşmanın dosttan, tek, eşsiz kişinin yabancıdan ayrılması, belli olması için Tanrı ışığını elde etmiş olanlardır. O anlama, zâten anlam bakımından zıd yoktur, görünüşte zıddı vardır onun. Hani Âdem’in karşısında İblis, Musa’nın karşısında Firavun, İbrâhim’in karşısında Nemrud, Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafa’nın karşısında Ebû Cehil gibi tıpkı… Sonu da yoktur bunun. Şu hâlde anlam bakımından zıddı yoktur amma erenlerle Tanrı’ya bir zıd belirlemede; hem de halk, onlara ne kadar düşmanlık ederse, ne kadar aykırı hareket ederse işleri o kadar yücelmede onların, o kadar yayılıp tanınmada. ‘Tanrı ışığını nefesleriyle söndürmek isterlerse de Tanrı, kendi ışığını tam parlatır’, kâfirler hoş görmeseler de böyledir bu.”

Beyit:

“Elif, varlığından yok olmuştur ama; 

o harfi olmaksızın da be ile sin, elifi söyler durur.”

Nitekim, Ahmed Eflâkî’nin ‘Âriflerin Menkîbeleri’ isimli eserinde şöyle rivâyet edilmektedir:

“Bir gün dostlar, kibirli ve kıskançların inkârından, zıd gidenlerin yermelerinden şikâyet ettiler. Mevlâna Hazretleri buyurdu ki: Hazreti Musa’ya, heybetli ve gürbüz beş kişi düşmanlık etti. Musa, tahammül ve sabretti. Nihâyet Tanrı Hazretleri beşinin de kökünü kazıdı ve hepsi Musa’ya yenildiler. Musa onları yendi. Onlardan biri Kârun’du. O, mal kuvvetiyle terbiyesizlik ediyordu, ‘Biz onu eviyle birlikte yere soktuk’ (Kasas, 81) âyetinde olduğu gibi yok olup yere battı. İkincisi Samîrî idi. Bu da ilmiyle münâkaşada bulunmuştu. Sonunda ‘Ziynetleri atmak…’ (Taha, 88) âyetinde olduğu gibi atıldı. Üçüncüsü de Bel’âm idi. O da zühdü ile övünüyordu, hayvan şekline girme illetine tutuldu. ‘Köpek şekline soktu’ (Âraf, 175) Musa’nın kapısının köpeği oldu. Dördüncüsü Uc bin Anak’tı. Bu da kuvveti ve cüssesine güvenerek, Musa ile mücâdele ediyordu. Sonunda Musa’nın elinde yok oldu. Beşincisi lânetlenmiş Firavun’du. O da Mısır ülkesi ve nehirleriyle övünüyor ve kumandanlık ediyordu. Fakat suda boğulup Musa’nın asker öldürmekliği ile yok oldu. Böylece peygamberlerin ve velîlerin düşmanları kıyâmet gününe kadar faaliyettedir ve az da değillerdir. Bununla beraber imtihan içinde imtihan daima kalacaktır. ‘Bu çok iyi bilen azîz Tanrı’nın takdîridir.’ (Enâm, 96; Yâsin, 38; Fussilet, 11). 

Şiir: 

“Ey oğul, kapının çavuşu oldum diyen için imtihan içinde imtihan vardır.

O hâlde her devirde Peygamberin makâmında oturan bir velî vardır. Bu imtihan da kıyâmete kadar sürecektir.

Kur’ân-ı Kerîm’deki ‘hiç bir ümmet gelip geçmedi ki, ancak ona…’ (Fâtır, 24) âyetini hatırında tut.”

Hasan Dede çok güzel söyler ve der ki: “Suların yönü denize olduğu gibi, bizim bilgilerimiz de Allah’ın zât’ına doğrudur. Akıl teslim olduktan sonra, yürüdüğümüz yol da biter. Bu suretle ‘nokta’ya varmış oluruz. Nokta, bizim gözümüz, elif ise vücudumuzdur. Gözümüze Allah için bakan da nokta olur; sesten, sözden kesilir. Vücudumuza bakanlarsa, hakkımızda çeşit çeşit söylerler. Çünkü, söyleyen tarafımıza bakarlar. Noktayı görmek için, elifi terk etmek lâzım. Hakikat zâten yokluğun arkasındadır… Oraya varmak da, ancak aşk ile olur.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LIII

“Delilik tarağı sevgilinin aşıklarını zincire vuran saçlarını taradı, onu süsledi de, biz kıskançlıktan tarak gibi şerha şerha iki başlı olduk.” Mevlâna

628. Ey asıl arayan kimse! Şu aslı bil ki kimde dert varsa o, koku almış, dermâna ermiştir.

629. Kim daha ziyâde uyanıksa o daha ziyâde dertlidir. Kim işi daha iyi anlamışsa onun benzi daha sarıdır.

630. Hakk’ın cebrinden âgâh isen feryâdın nerde? Cebbârlık zincirini görüşün hani?

631. Zincire bağlanan nasıl olur da neşelenir? Hapiste esîr olan, nasıl hürlük eder?

632. Eğer ayağını bağladıklarını, başına padişah çavuşlarının dikildiğini görüyorsan,

633. Gayrı sen de âcizlere çavuşluk etme. Çünkü bu vazîfe âcizlerin huyu ve tabîatı değildir.

634. Mâdemki görmüyorsun; Tanrı’nın cebrinden bahsetme! Görüyorsan hani gördüğünün nişânesi?

635. Hangi bir işe meylin varsa o işte kendi kudretini apaçık görür durursun.

636. Hangi işe meylin ve isteğin yoksa… Bu, Tanrı’dandır diye kendini cebrî yaparsın!

637. Peygamberler, dünya işinde cebrîdirler, kâfirler de ahîret işinde.

638. Peygamberlerin, ahîret işinde ihtiyârları vardır, cahillerin de dünya işinde.

639. Zîrâ her kuş, kendi cinsinin bulunduğu yere gider, bedeni geride uçmaktadır, canı daha tez, daha ileri gitmekte!

640. Kâfirler, ‘siccîn’ cinsinden olduklarından dünya zindanına rahat rahat gelmişlerdir.

641. Peygamberler, ‘illiyyîn’ cinsinden olduklarından can ve gönül illiyyînine doğru gitmişlerdir.”

642. Bu sözün sonu yoktur, fakat biz yine dönüp o hikâyeyi tamamlayalım.

Hazreti Mevlâna, bir kasîdesinde şöyle seslenir…

“Yeşilliğin, lâle bahçesinin dostuyuz. Fakat kötü gözden, nazârdan korktuğumuz için yüzümüz sarardı. 

Mushâf getirelim de, senden başkasının elinden şarap içmeyeceğimize dair sakîye yemin edelim. 

Kimin canı varsa, ancak o, can bahçesinden koku alır. Fakat ona sahip olan da baştan başa ondan ibâret olduğunu anlar. 

O kadeh yüzünden öyle tez canlı olmuşuz ki, gönlümüz, kuş gönlü hâlini almış da bedenimizin dışında çırpınmada. 

Biz, insan bedeni kesâfetinin, karanlıklarının perdesi arkasında oturmuşuz da seher vaktinin nuru gibi karanlık perdeleri yırtarız. 

Biz gece idik. Mânâ güneşinin nuru ile aydınlandık, sabah hâline geldik. Biz yırtıcı kurt idik, ilâhî feyizle, tanınmış bir çoban olduk. 

Tebrizli Şems, cana benzeyen yüzünü gösterdi de, ruh gibi, hepimiz, canla başla ona doğru koşuyoruz.”

Hazreti Mevlâna, “Her kuş kendi cinsiyle uçar” diye buyurduğu üzere, Hasan Dede de, “Doğanla karga beraber uçmaz. Güvercinle kumru beraber uçmaz. Serçe bıldırcınla beraber uçmaz. Hepsi kendi cinsiyle uçar” der, “Bazı kuşları da görürsün farklı cinstirler ama birarada dururlar. Onlar da sakat kuşlardır. Kiminin kanadı kırık, kiminin gözü kör, sakat oldukları için birarada duruyorlar.”

Abdülbâki Gölpınarlı, ‘siccîn’ ve ‘illiyyîn’ ile ilgili olarak şu açıklamayı yapar: “Siccîn, Arapçada zindan, hapishâne mânâsına gelen ‘sicn’ kökündendir, cehenneme denmiştir. İlliyyîn, yücelik, yükseklik mânâsına gelen ‘âlâ’ kökündendir; cennetlerin en yüce yeridir; cehennemin en aşağı, en kötü yerinin siccîn olduğu gibi. Kurân’da, Muttaffıfîn sûresinin 7-8. ve 18-19. âyetlerinde geçen bu sözler, mümînlerle kâfirlerin amel defterleridir diyenler de olmuştur ki bu takdirde, kâfirlerin amel defterlerindeki suçlar, kendilerini kötü bir zindana benzeyen cehenneme götüreceği gibi, inananların amel defterlerindeki hayır ve iyilikler de onları yücelere yükselteceği için bu adla anılmışlardır ve bu adlar sebebiyyet yoluyla o defterlere verilmiştir.”

Âriflerin Menkîbeleri isimli eserde şöyle bir hikâye rivâyet edilir:

“Mevlâna Hazretleri buyurdu ki: Bir gün, bir mürid, şeyh İbrâhim Edhem’den kendisine İsm-i Âzâm’ı öğretmesini ricâ etti. Şeyh emretti, onu Dicle’ye attılar. Mürid, feryâd ettikçe arka arkaya suya batırıyorlardı. Nihâyet müridin ıstırap ve sıkıntısı o dereceye ulaştı ki, ‘Allah, Allah’, demeğe başladı. Bunun üzerine su onu hemen kenara attı, o da kurtuldu. Şeyh buyurdu ki: Has olan İsm-i Âzâm, kul bunalıp ona sarıldığı vakit, onun elini tutandır. Çünkü ‘Sıkışık olan kimse dua ettikçe ona icâbet eden ve belâsını gideren’ buyurulmuştur. Zîrâ âczîyet lâyık olmanın şahididir.”

Beyit:

“Kâfir kimdir? Kâfir, şeyhin imanından haberi olmayandır. 

Ölü kimdir? Ölü, şeyhin canından haberi olmayandır.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXXII

“Mutlak büyü nedir, gözlerinden öğrendim; aşkından, can mumunu yaktım, parlattım…” Mevlâna

278. Musa ile savaşan sihirbazlar, inatlarından ellerine onun asâsı gibi birer asâ aldılar.

279. Bu asâ ile o asâ arasında pek çok fark var, bu işle o işin arasında pek büyük bir yol var.

280. Bu işin ardında Tanrı lâneti var, o işe karşılık da vaade vefâ olarak Tanrı rahmeti var.

281. Kâfirler inatlaşmada maymun tabîatlıdırlar. Tabîat, içte, gönülde bir âfettir.

282. İnsan ne yaparsa maymun da yapar; maymun, her zaman insandan gördüğünü yapıp durur.

283. O, “Ben de onun gibi yaptım” sanır. O inatçı mahlûk aradaki farkı nereden bilecek?

284. Bu, emirden dolayı yapar, o, inat ve savaş için. İnatçı kişilerin başlarına toprak saç!

285. O münâfık; muvâfıkla beraber, inat ve taklide uyup namaza durur; niyâz ve tazarrû için değil.

286. Müminler; namazda, oruçta, hacda, zekâtta münâfıkla kazanıp kaybetmektedirler.

287. Müminler için nihâyet kazanç vardır, münâfıka da ahirette mat olma.

288. İkisi de bir oyun başındaysa da birbirlerine nispetle aralarında ne kadar fark var; biri Merv’li, öbürü Rey’li!

289. Her biri kendi makâmına gider, her biri kendi adına uygun olarak yürür.

290. Onu mümin diye çağırırlar, ruhu hoşlanır. Münâfık derlerse sertleşir, ateş kesilir.

291. Onun adı, zâtı yüzünden sevgilidir. Bunu adının sevilmemesi, âfetleri yüzünden, nîfakla sıfatlanmış olan zâtından dolayıdır.

292. Mim, vav, mim ve nun harflerinde bir yücelik yoktur. Mümin sözü ancak târif içindir.

293. Ona münâfık dersen… o aşağılık ad, içini akrep gibi dağlar.

294. Bu ad, cehennemden ayrılmış ve kopmuş değilse onda niçin cehennem tadı var?

295. O kötü adın çirkinliği harften değildir. O deniz suyunun acılığı “kap”tan değildir.

296. Harf kaptır, ondaki mânâ su gibidir. Mânâ denizi de “ümmü’l-kitab” yanında bulunan, kendisinde olan zâttır.

Abdülbâki Gölpınarlı, 278. ve 279. beyitlerde geçen Musa’nın asâsı ile ilgili olarak şu bilgileri verir: “Musa Peygamber, Allah’ın emriyle sopasını yere atınca sopa, büyük bir yılan şekline giriyor; kuyruğundan tutunca tekrar sopa kesiliyor. Elini koynuna sokup çıkarınca eli bembeyaz oluyor, parıl parıl parlıyor; tekrar koynuna sokup çıkarınca eski hâline geliyor. Musa, bu mucizeleri Firavun’a gösteriyor; ancak Musa’nın emriyle sopayı atan Harun’dur. Büyücüler de sopalarını atmışlar, onların ki de yılan olmuş, fakat Harun’un attığı sopa, onların sopalarını yutmuştur.”

Hazreti Mevlâna, Fihî Mâ-Fiîh isimli eserinde, doğruluğu, gerçekliği, Musa’nın sopasına benzetir ve der ki: “Doğruluk, Musa’nın sopasına benzer; eğrilikse büyüler gibidir. Doğruluk geldi mi, hepsini yer gider.”

Ahmed Eflâki, Âriflerin Menkîbeleri isimli eserinde şu rivâyeti dile getirir: “Bir gün, ulu kişiler, Mevlâna Hazretlerinin ziyâretine gitmişti. O gün, Mevlâna bilgiler saçtığı sırada Musa’nın asâsını anlatıyordu: Musa’nın asâsı o dinsiz sihirbazların sapıklıklarının ve bâtıl hayallerinin eseri olup yetmiş deve yükü tutan ve dağları, sahraları dolduran sihir aletlerini celâl sahibi Tanrı’nın inâyetiyle öyle yuttu ki bunlardan hiçbir eser kalmadı. Bunların hepsini yuttuğu halde asânın kendisinde ne bir şey arttı, ne de bir şey eksildi. Ben şimdi bu benzeri olmıyan olayı nasıl anlatayım ki halkın zihnine girebilsin ve halk bunu anlıyabilsin, dedikten sonra zekâ ve ferâsetiyle daima babasının teveccühüne mazhâr olan Sultan Veled’e dönerek: ‘Bahâeddin bunu sen söyle,’ dedi. Sultan Veled baş koyduktan sonra: ‘Bu tıpkı şuna benzer: birinin büyük ve yüce bir sarayı olsa ve son derecede de bir gece karanlığı içinde bulunsa, birdenbire o sarayın içine bir mum getirseler, o mumun ışığı o kadar karanlığı öyle bir yutup yok eder ki hiçbir şey kalmaz ve bu kadar karanlığı yutmaktan kendisinde ne bir şey artar, ne de bir şey eksilir,’ diye anlattı. Bunun üzerine Mevlâna, hemen kalkıp Sultan Veled’i kucakladı, yüzünü gözünü öptü, dualar etti ve, ‘Aferin Bahâeddin! Aferin! Çok güzel söyledin, çok nâdir bir inci deldin,’ buyurdular.”

Şiir:

“Musa’nın asâsı, bu kadar sihirbazlıkları bir lokma yapıp yuttu. Bu dünya gece ile kaplıydı, sabah onu yutup yok etti. 

Sabahın mumu, bu yutmaktan ne eksildi, ne de arttı. O yine eskiden olduğu gibi kaldı.”

Hasan Dede, “Bizim işimiz taklit değil, hakikattir” der, “Hakikat ayân beyân ortadadır, Cenab-ı Hakk her an bize müjde vermektedir. O ezelî ve ebedî güneşin hâlinde değişiklik yoktur; değişiklik bizim hâlimizdedir. Arkamızı güneşe dönersek, elbette karanlıkta kalırız. Allah, ‘Kulum bana bir karış gelirse, ben ona bir arşın giderim’ diyor. Bu bir söz değil, bir hâldir; giden bilir.”

Abdülbâki Gölpınarlı, 285’den 296. beyitlere kadar olan bölümü şöyle tefsîr ediyor ve buyuruyor ki: “Nifâk, inanmadığı hâlde inanır görünmek, şerîata bir kapısından girip öbür kapısından çıkmaktır. Münâfık, nifâk sahibi olan, inanmadığı hâlde kendisini inanmış gösteren iki yüzlü kişiye denir. Âli İmrân sûresinin 167. âyetinde münâfıkların özlerinde olmayan sözler söyledikleri, savaşa katılmamak için bahaneler düzdükleri; Nisâ sûresinin 88. âyetinde, kendileri imana çağrılınca Peygamber’den uzaklaştıkları, küfre döndükleri; 142. âyetinde, Allah’ı aldatmak istedikleri, namaza üşenerek ve gösteriş için kalktıkları; 143. âyetinde, imanla küfür arasında oldukları, ne imana gelenlerden, ne de kâfirlerden olmayıp ikisi arasında bulundukları; Tevbe sûresinin 64-68. âyetlerinde, münâfıkların yüreklerinde gizlediklerini açıklayan bir âyet inince ürktükleri, fakat yine de alay ettikleri, bunu anlayanlara da şaka yapıyoruz dedikleri anlatılır. Ayrıca Münâfıkûn sûresinde de, münâfıkların yalancı oldukları, yeminlerini kalkan edindikleri, Allah yolundan saptıkları, kötü işlerde bulundukları, her bağrışı, kendi aleyhlerinde sandıkları, onlardan çekinmek gerektiği, Peygamber size yarlıganma dilesin denince başlarını sallayıp alay ettikleri, ululuk sattıkları, hidâyetten uzak oldukları, inananlara bir şey vermeyin de dağılıp gitsinler dedikleri açıklanır.”

Velhâsıl, Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlâna’nın, bu beyitlerde, yukarıdaki âyetlerin meâllerini vermekte olduğunu ve bilhassa 285. beyitte, Nisâ sûresinin 142. âyetine işaret ettiğini söyler. Ayrıca, 288. beyitteki Mervli’yle Rey’li benzetmesini, iki zıddı anlatmak için kullandığını açıklar. Nitekim Merv, İran’ın doğusunda, Rey ise batısındadır.

Yine Abdülbâki Gölpınarlı, 296. beyitte, Mevlâna’nın harfleri kaba, mânâyı ise suya benzettiğini ifâde eder ve şöyle der: “Mevlâna, mânânın, harflerle, yâni sözle ifâde edildiğini; kap, nasıl su için lâzımsa harflerin de mânâ için lâzım olduğunu bildirmektedir. ‘Mânâ denizi de, ‘ümmü’l-kitab’ yanında bulunan, kendisinde olan zâttır’ demekle, ‘Allah dilediğini bozar, dilediğini yazar ve kitabın aslı, onun katındadır’ (Râd, 39) meâlindeki âyete işaret etmektedir. Âyetteki ‘Ümmü’l Kitab’ diye geçen ve Türkçeye kitabın aslı, esası diye çevrilebilen sözden maksat, Allah’ın her şeyi, her hükmü, hikmeti nasıl gerekirse ve ne vakit gerekse o çeşit ve o zaman yaratması, hüküm ve irâde buyurması, bozulması, hikmetine uygunsa, zamanında da onu bozmasıdır ki Allah’ın hükmü, takdîri, ilmi ve hikmeti mânâsını ihtivâ eder. Teşrî âleminde ‘Nesh’ nasıl hikmete dayanıyorsa, Tekvîn âleminde de ‘Mahv ve İsbât’ hikmete dayanır; bu hikmeti, nesh, mahv ve isbâtın tarzını, zamanını Allah bilir ve onun katında mukadderdir ki, ‘Ümmü’l Kitab’ budur.”

Hasan Dede de, harflerin ve sözlerin bu hâli anlatabilmesi için yeterli olamayacağını söyler ve der ki…

“Sözler, söylenirken sese, yazılırken de harfe tâbîdir. Hâlbuki, bu hâli anlatmak için söz kâfî gelmez. İşte bu, büyük bir sırdır. Orada ses ve söz yoktur, sadece hâl vardır. Bir kişide iman ve teslimiyet yoksa derinlere dalamaz. Aynı şekilde bir kişi yüzmeyi bilmiyorsa o da derinlere dalamaz. Ama eğer yüzmeyi biliyorsa, su isterse yüzlerce metre derinlikte olsun, isterse sadece bir metre derinlikte olsun, suyun üzerinde durur.”

Şiir:

“Altıbinaltıyüzaltmışaltı âyet ile, 

Kitab olmuş Kur’an-ı Kerim. 

Söz Kur’an’da, özü sensin, 

Ey güzel insan Efendim! 

Ol âyeti beyânatla örülmüş, 

Acep bir muamma cansın, 

Ey insan Efendim! 

Bu mazhârı gören göze hayrânım, 

Fark edeli beri mest oldu canım, 

Hep bütün Kur’an’dır benim seyrânım, 

Ne et, ne kemik, ne de kansın, 

Ey insan Efendim! 

Nurdan kılıf giyip meydana çıktın, 

Ey insan Efendim! 

Kendi gözün ile kendine baktın, 

Dede der ki ezel ebed mutlaktın, 

Bildim ki hep varlık sensin, 

Ey insan Efendim!..”