Yahudi padişahın hikâyesi.
324. Yahudiler içinde zâlim, İsa düşmanı ve Hıristiyanları yakıp yandırır bir padişah vardı.
325. İsa’nın devriyle, nöbet onundu. Musa’nın canı oydu, onun canı da Musa.
326. Şaşı padişah, Tanrı yolunda o iki Tanrı demsazını birbirinden ayırdı.
327. Usta, bir şaşıya “Yürü, var, o şişeyi evden getir” dedi.
328. Şaşı, “O iki şişeden hangisini getireyim? Açıkça söyle” dedi.
329. Usta dedi ki: “O iki şişe değildir. Yürü, şaşılığı bırak, fazla görücü olma!”
330. Şaşı, “Usta, beni paylama. Şişe iki” dedi. Usta dedi ki: “O iki şişeden birini kır!”
331. Çırak birini kırınca ikisi de gözden kayboldu, insan tarafgîrlikten, hiddet ve şehvetten şaşı olur.
332. Şişe birdi, onun gözüne iki göründü. Şişeyi kırınca ne o şişe kaldı, ne öbürü!
333. Hiddet ve şehvet insanı şaşı yapar; ruhu, doğruluktan ayırır.
334. Garez gelince hüner örtülür. Gönülden, göze yüzlerce perde iner.
335. Kadı, kalben rüşvet almaya karar verince zâlimi, ağlayıp inleyen mazlumdan nasıl ayırt edebilir?
336. Padişah, Yahudice kininden dolayı öyle bir şaşı oldu ki aman ya Rabbi, aman!
337. Musa dininin koruyucusuyum, arkasıyım diye yüzbinlerce mazlum mümin öldürttü.
Abdülbâki Gölpınarlı’nın şerhinde, hikâyede geçen şaşı Yahudi padişahı, birçok tarihî eserde anlatılan Polos’tur. Milâdın 2. yılında doğmuştur. İsrâiloğullarından olup asıl adı Saul’dur. Önceleri İsa dininin en büyük düşmanı iken sonradan Hıristiyan olmuş, Anadolu, Kıbrıs ve Yunanistan’da bu dini yaymış. 62 yılında yahut 64’te Roma’ya gitmiş, 66’da Patros’da idam edilmiştir.
Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de, Meryem sûresinin 37. âyetinde ve Zuhruf sûresinin 65. âyetinde, “Yüce Tanrı dedi ki: Aralarında bölükler ayrıldı da birbirlerine aykırı oldular, vay zâlimlerin hâline” diye buyrulmaktadır.
Abdülbâki Gölpınarlı diyor ki: “Esasen bu hikâye, A’mâl-i Rüsül’de ve Polos’un mektuplarında geçer. A’mâl-i Rüsül’de, Polos’un Hıristiyanlara pek çok zulümlerde bulunduğu, erkek, kadın bir çok Hıristiyanı bağlı olarak Orşilim’e götürürken, Şam yakınlarından gökten bir nurun parladığı, bu yüzden gözlerinin görmez olduğu, İsa’nın kendisine, ne vakte dek bana zulmedeceksin, dediği anlatılmakta; aynı zamanda bunlar kendisi tarafından da hikâye edilmektedir. Mektuplarında sünnet olmanın lüzumsuzluğu; her yenecek şeyin, hattâ putlara kesilen hayvanların bile helâl olduğu açıkça söylenmektedir. Hiç şüphe yok ki, Ahd-i Cedid’i inceleyen Mevlâna, bu hikâyeyi o kitaba göre te’vil etmiş ve muhayyilesinden işlediği mevzûu bu şekle dökmüştür.”
Yine Abdülbâki Gölpınarlı’nın açıklamasıyla, 326. beyit ile 332. beyite kadar olan bölümde geçen hikâyeyi, Mevlâna, dinlerin esas itibâriyle vahdet üzerine kurulduğunu anlatmak için zikretmektedir.
Açıklamasının devamında ise, Kur’an-ı Kerim’den bazı âyetlere işaret ederek şu bilgileri bizlere sunar: “Kur’an’ın, Âli İmrân sûresinin 64. âyetinin meâli şudur: ‘De ki: Ey Kitab ehli, gelin aramızda eşit olan tek söze: Ancak Allah’a kulluk edelim, ona hiçbir şeyi eş ve ortak etmeyelim; Allah’ı bırakıp da bazılarımız, bazılarımızı Tanrı tanımasın. Yine de yüz döndürürlerse deyin ki: Tanık olun; özümüzü Tanrı’ya teslim edenleriz biz.’ Bakara sûresinin 284. âyetinde, peygamberlerin, peygamberlikleri bakımından ayrılamayacaklarını, hepsinin de tevhide, insanların hayrını ve kemâlini sağlamaya gönderildiğini, 253. âyetindeyse, ancak Allah katındaki dereceleri bakımından bazısının, bazısından üstün olduğunu, fakat peygamberlikte, teblîğe memûr oluşta ve teblîğ ettikleri gerçekte aynı olduklarını bildirmektedir.
Gerçekten de her peygamber, Allah’ın, bir, eşsiz, ortaksız, her şeyden münezzeh olduğunu bildirmiş, dünyevî hükümlerse zamanın icâbına göre konmuştur. Fakat zaman geçtikçe her din ehli ondan sonra gelen dinin tabîatıyla daha mütekâmil olması ve ona uyulması gerekirken uymamış, sonraki din ehline düşman kesilmiş, tarih sahîfeleri Ehl-i Salib savaşlarıyla, hattâ bu da yetmiyormuş gibi aynı din ehli arasındaki bazı aydın fikirleri söndürmek için engizisyon zulümleriyle, İslâm’da da mezheb savaşlarıyla kana bulanmıştır.
Mevlâna’ya göre bu şaşılıktır; biri, iki görmektir. Çünkü vahdet bakımından bütün peygamberler birdir; Âdem’le başlayan nübüvvet, Hazreti Muhammed’le sona ermiştir. Müslüman, Hazreti Peygamber’in bütün peygamberlerin sonuncusu olduğuna, en üstünü bulunduğuna, dininin bütün dinleri neshettiğine, kitabının son İlâhî Kitab olduğuna inanmakla beraber Hazreti Muhammed’den önceki peygamberlerin hiçbirini inkâr etmez; biri iki görmez, şaşı değildir. Allah’ın kelâmına inanıp Musevî ve İsevî’lerin ellerindeki kitapların muharref olduğunu bilmekle beraber kitap sahibi peygamberlerin kitaplarını bugün asılları yoktur diye inkâr etmez.”
Nitekim, Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerifinde, “Lânetlenmiştir insanları ayıran, bölük bölük eden” diye buyurur.
Hasan Dede, “Hiçbir peygamber şiddet ve kavga yanlısı değildirler” der, “Hazreti Muhammed’e tam bir imanla yüz tutanlar rahat ettiler. Hazreti İsa’ya, Hazreti Musa’ya yüz tutanlar rahat ettiler. Evliyâullah’a yüz tutanlar rahat ettiler. Kim onların sözünün dışına çıkıp egosunda kaldıysa perişan oldu. Çünkü peygamberler, evliyâlar menfaatsiz dostturlar; onlar, şiddet zamanı, sıkıntı vakti, rüşvet almaksızın, karşılık beklemeksizin yaratılmışlara acırlar, yardımda bulunurlar; onlar bu dünyaya insanları irşâd etmek, gel benim gibi ol, demek için geldiler. Sevdiler, hep sevgiden söz ettiler, hiç usanmadan cemaatlerinin yanlarında bulundular. Onların sözleri ferahlık verip, huzura kavuşturdu. En sonunda gözler açıldı, gönüller büyüdü, ruh ferahlığa kavuştu ve onlara imanla baktılar. Onların gövdeleri kalktıktan sonra da kim oraya tam vekâlet ettiyse aynını söyler. Mevlana’nın da buyurduğu gibi: Ayırmak değildir bizim işimiz, birlemektir.”
İşte Mevlâna, her dinden, her mezhepten bütün insanları fark gözetmeksizin tasdîke çağırıyor ve diyor ki: “Peygamberleri tasdîk edin, Allah’a olan ruhu tasdîk edin! Tasdîk edin; onlar doğmuş güneşlerdir… onlar sizi kıyâmetin azâplarından kurtarırlar. Tasdîk edin; onlar kıyâmet kopmadan önce, oraya varmanızdan evvel sizi de nurlandıran, âlemi de nurlandıran aydın dolunaydır. Tasdîk edin; onlar karanlıkları aydınlatan ışıklardır… ulu tutun, ağırlayın… onlar, ricâ ve niyâz anahtarlarıdır. Hayrınızdan başka bir şey dilemeyenleri tasdîk edin… kendinizden başka kimseyi azdırmayın, kimseye tecâvüz etmeyin! Bırak bu Arapça’yı, Farsça konuşalım. Ey sudan topraktan ibâret insan, o Türk’ün Hindusu ol, o güzelin yanağına bi siyah ben kesil! Kendinize gelin de padişahların seslerini duyun. Onlara gökler bile inandılar, gökler bile…”