“Gönlümüz aynadır, âyândır her yan,
Her şeyi görürüz, irfâncasına…” Hasan Çıkar Dede
157. O diken çıkaran hekim, üstattı. Halayığın her tarafına elini koyup muayene ediyordu.
158. Halayıktan, hikâye yoluyla dostların ahvâlini sormaktaydı.
159. Kız, bütün sırlarını hekime açıkça söylemekte, kendi durağından, efendilerinden, şehrinden ve şehrinin dışından bahsetmekteydi.
160. Hekim, kızın anlatmasına kulak vermekte, nabzına ve nabzının atmasına dikkat etmekteydi.
161. Nabzı, kimin adı anılınca atarsa cihanda gönlünün istediği odur, diyordu.
162. Memleketindeki dostlarını saydı, döktü. Ondan sonra diğer bir memleketi andı.
163. “Memleketinden çıkınca en evvel hangi memlekette bulundun?” dedi.
164. Kız, bir şehrin adını söyleyip geçti. Fakat yüzünün rengi, nabzının atması başkalaşmadı.
165. Efendileri ve şehirleri birer birer saydı; o yerleri, yurtları, oralarda geçirdiği zamanları, tuz, ekmek yediği kişileri tekrar tekrar söyledi.
166. Şehir şehir, ev ev saydı döktü, kızın ne damarı oynadı, ne çehresi sarardı.
167. Hekim, şeker gibi Semerkand şehrini soruncaya kadar kızın nabzı tabii hâldeydi fazla atmıyordu.
168. Semerkand’ı sorunca nabzı attı, çehresi kızardı, sarardı. Çünkü o, Semerkandlı bir kuyumcudan ayrılmıştı.
Hazreti Mevlâna buyurur ki: “Ay ışıklarının doğusu olan gönül yok mu? O gönül, âriflere ‘Kapıları açılmıştır’ sırrıdır. Sana duvar ama onlara kapı. Sana taştır ama azizlere inci! Senin aynada açıkça gördüğünü Pîr, hem de daha önce, bir kerpiç parçasında görür. Pîr olanlar o kişilerdir ki bu âlem yokken onların canları, kerem denizinde vardı. Bu tene düşmeden önce nice ömürler geçirdiler, ekmeden önce meyvalar devşirdiler! Nakıştan, suretten evvel canlandılar, deniz yarılmadan inciler deldiler!
Tanrı, âlemi ve Âdemi yaratma hususunda meleklerle müşâvere ederken onların canları, boğazlarına kadar kudret denizine dalmış bulunuyordu. Bu Nefsi Küll’ün ayağı bağlanmadan onlar, her yaratılacak şeyin suretini biliyorlardı. Feleklerden önce Zuhal yıldızını, tanelerden önce ekmeği görmüşler; akılsız, gönülsüz fikirlerle dolmuşlar; askersiz, savaşsız gâlib gelmişlerdi.
Üzüm yaratılmadan şaraplar içmişler, muhabbet sarhoşu olmuşlardı. Onlar, sıcak Temmuz ayında kışı, güneşin ziyâsında gölgeyi görür. Üzümün gönlünde şarabı, tamam yoklukta bütün varlığı müşâhede ederler. Gök, onların işret meclislerinde ancak bir yudumcuk içer. Güneş, ancak onların cömertliğiyle bu sırmalı libası giyer.”
Nitekim, kâmil hekim de halayığın hastalığının sebebini, sorduğu sorulara karşılık aldığı cevaplardan, halayığın yüzünün renginden ve nabzının atışından anlamaya çalışıyordu.
“Bu beden doktorları pek bilgilidirler” der Mevlâna, “senin hastalıklarını senden daha iyi bilirler! İdrara bakıp ahvâlini anlar… fakat sen; hastalığını o tarzda bilemez, teşhîs edemezsin. Sonra nabızdan benizden, kandan da her türlü hastalığın kokusunu alırlar. Âlemdeki Allah doktorları, artık sen söylemeden nasıl olur da hâlini anlamazlar senin? Nabzından da gözünden de, benzinin renginden de, sende derhâl yüzlerce hastalık bulur, anlarlar. Beden doktorları, doktorluğu yeni öğrenmişlerdir zaten… onlar, hastalığı teşhis için idrara vesâireye muhtaçtır. Fakat kâmil Allah doktorları, uzaktan adını duydular mı varlığının ta derinlerine kadar girerler! Hattâ sen doğmadan yıllarca evvelki hâllerini bile görürler!..”
Sonunda söz Semerkand’a gelince halayığın çehresi değişti, nabzı hızlandı. Çünkü o Semerkand’lı bir kuyumcudan ayrılmıştı.
Abdülbâki Gölpınarlı, Semerkand ile iligili şu açıklamayı yapar: “Semerkand, malûm şehirdir. Kand, Farsça şeker demektir; bu münâsebetle Mevlâna, Semerkand’ı şekere benzetmektedir. Semerkand’ın en mâmur yeri de Gatfer’dir.”
Kâmil hekim böylece, halayığın, Semerkand’lı bir kuyumcunun derdine düştüğünü, yâni ona şeker gibi tatlı gelen dünya heveslerine, nefsinin isteklerine vurulduğunu anladı ve halayığa teselli vermeye koyuldu.
Ne güzel buyurur Mevlâna… “Ayrılık, her ne kadar ümidin belini kırsa, ızdıraplar, cefâlar, isteklerin, emellerin ellerini bağlasa da, Allah sevgisi ile mest olan aşıkın gönlü, ümitsizliğe düşmez, Hakk’tan ümidini kesmez. İnsanlar, gayret ettiklerine muhakkak ki ulaşırlar, her ne suretle olursa olsun, kapalı bir kapıyı, himmetle açarlar.”