Muvaffakiyetler verici Ulu Tanrı’dan muvaffakiyet ve bütün ahvâlde edebe riâyet dileyiş, edepsizlik ve terbiyesizliğin pek fenâ zararları.
78. Tanrı’dan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse Tanrı’nın lütfundan mahrumdur.
79. Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz. Belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur.
80. Alışverişsiz, dedikodusuz Tanrı sofrası gökten iniyordu.
81. Musa kavmi içinde birkaç kimse terbiyesizce “Hani sarmısak, mercimek” dediler.
82. Ondan sonra gökyüzünün sofrası, ekmeği kesildi; ekme, bel belleme, orak sallama kaldı.
83. Sonra İsa şefaat edince Hakk, yemek sofrası ve tabaklarla ganîmetler gönderdi.
84. Yine küstâhlar edebi terk ederek sofradan yemek artığını aşırdılar.
85. İsa bunlara yalvardı. “Bu devamlıdır, yeryüzünden kalkmaz.
86. Bir ulu kişinin sofrası başında kötü zanna düşmek ve hârislik etmek küfürdür” dedi.
87. O rahmet kapısı, hırslarından dolayı bu görmemiş dilencilerin yüzlerine kapandı.
88. Zekât verilmeyince yağmur bulutu gelmez, zinâdan dolayı da etrafa vebâ yayılır.
89. İçine kasavetten, gussadan ne gelirse korkusuzluktan ve küstâhlıktan gelir.
90. Kim dost yolunda pervâsızlık ederse erlerin yolunu vurucudur, nâmert odur.
91. Edepten dolayı bu felek nura gark olmuştur. Yine edepten dolayı melekler masûm ve tertemiz olmuşlardır.
92. Güneşin tutulması, küstâhlık yüzündendir. Bir melek olan Azâzil de yine küstâhlık yüzünden kapıdan sürülmüştür.
Abdülbâki Gölpınarlı, edebi ve edebi gözetmeyi, “Edeb, toplumlara, zamana, mekâna nispetle riâyet edilmesi gereken âdetlerdir ki bunları gözetmek, gözetenin mevkîni, şahsını yüceltir” diye açıklıyor.
Nitekim, Hazreti Muhammed Efendimiz, “Rabbim beni edeplendirdi ve edeplendirmesini de pek güzel bir hâle getirdi” diye buyuruyor ve yine bir başka hadîs-i şerifte edeb hakkında bizlere şöyle nasihat veriyor, “Evlâdınızı üç huyla edeplendirin: Peygamberinizin sevgisi, onun Ehlibeyt’inin sevgisi ve Kur’an okumakla. Çünkü Kur’an okuyanlar, bilenler, başka bir gölge olmayan kıyâmet gününde, peygamberler ve seçilmiş kişilerle beraber Allah’ın manevî gölgesinde gölgelenirler.”
Abdülbâki Gölpınarlı şöyle devam ediyor, “İrfân ehline göre her şey, edeple düzene girer; her şeyin bir edebi vardır. Büyüğe saygı, küçüğü esirgeyiş, kadrince hürmet, hattâ cansızlara bile sevgiyle muâmele gerektir. İbretle bakmak, hikmetle söylemek, nefse uymamak, haddini bilmek, ululanmamak, kimseye kötü muâmelede bulunmamak, gönül kırmamak, bilgiye, kudrete güvenmemek, kendini âlemin merkezi, mihveri saymamak, kendisi için değil, halk için yaşamak, kimseye yük olmamak, aksine herkesin yükünü yüklenmek, edebin başlıcalarındandır.”
Hazreti Mevlâna’ya soruyorlar, “Yâ Mevlâna, bu kadar kitap okudun, ilim tahsîl ettin; ne öğrendin?”
Mevlâna, “Haddimi bildim, adımı öğrendim” diye cevap veriyor.
“Peki neymiş adın yâ Mevlâna?”
İşte Mevlâna’nın verdiği cevap… “İnsan.”
“En güzel insan, Hazreti Muhammed Efendimizdir” diyor Hasan Dedemiz ve Hazreti Muhammed’in edebin kaynağı olduğunu ve “Edeb, nefsini tanıyıp, haddini bilmektir” diyerek, insan olmanın yüceliğine erebilmenin, Hazreti Muhammed’in huylarıyla huylanmaktan ve onun ahlâkıyla ahlâklanmaktan geçtiğini belirtiyor.
Ve yine buyuruyor ki: “Allah, tamamiyle aşktır, zâtını görmek isterseniz o da Hazreti Muhammed’dir. Edebi olmayanın, aşkı da olmaz. Edeb, aşktan alınır. Aşıkların ders gördükleri yer, yine aşktır. Onlara mânen ders veren de yüce Allah’tır. Bizler öğrenciyiz, onun aşkı da, tekrarlayıp durduğumuz bilgidir… Aşkta celâl bulunmaz. Aşk daima cemâlin zâtıdır. Aşksız hiçbir varlık yoktur. Ancak bu aşkı yerine sarfedemiyoruz, her birimiz bir yere harcıyoruz da onun için Allah’ı bulamıyoruz. Allah’tan başka her şey ölüdür. Ölüye sarfedilen aşk da ölüp bitiyor. Aşkın geldiği yeri bulsak da, aşkımızı oraya sarfetsek; o zaman aşkımız gittikçe artar, ne biter, ne de tükenir. Aşık zaten, daima yok olmak isteyen insandır. Aşkı olan, diridir; aşkı olmayan ise, ancak bir gölgedir.”
Hazreti Mevlâna, 88. beyitte, “Zekât verilmeyince yağmur bulutu gelmez, zinâdan dolayı da etrafa vebâ yayılır” diyor.
Abdülbâki Gölpınarlı bu beyitin mânâsını şu hadîs-i şerifle açıklıyor: “Yağmur yağmadı mı, bilin ki insanlar zekâtı menetmişlerdir. Allah da katındakini onlardan menetmiştir. Vebânın yayıldığını gördünüz mü de bilin ki zinâ çoğalmıştır.”
Yağmur, rahmettir; rahmet ise, merhamet. Merhametin kaynağı, sevgidir; Allah’ın da bizlerden en çok istediği sevgidir. Sevgi, insanın içindeki güneş gibidir. Nasıl ki dünyamız güneş olmadan bir işe yaramazsa, insan da sevgisiz bir işe yaramaz.
Ne güzel buyuruyor Mevlâna… “Sevgiden acılar tatlılaşır, sevgiden bakırlar altın kesilir. Sevgiden tortulu, bulanık sular, arı duru bir hâle gelir. Sevgiden dertler şifâ bulur. Sevgiden ölüler dirilir, sevgiden padişahlar kul olur.”
Sevginin olmadığı yerde kalpler hastalanır; gamdan kasavetten kurtulamaz. Nasıl güneşin olmadığı bir dünyada yaşanmazsa, insan da sevgisiz yaşayamaz.
“Dert de sende, dermân da; hastalık da sende, şifâ da” der Hasan Dedemiz, “Sen şifâya, dermâna yönel. Bil ki neye gönül verirsen, osun sen. İnsanın her dakika kendini yenilemesi, iyiliğe, güzelliğe doğru yol alması gerek. Kendimizi güzelleştirmek için gayret sarfetmekten vazgeçmeyelim. İnsandan insana yol alalım, insana lâyık bir yaşam sürelim.”
91 ve 92. beyitlerde, “Edepten dolayı bu felek nura gark olmuştur” diye buyuruyor Mevlâna, “Yine edepten dolayı melekler masûm ve tertemiz olmuşlardır. Güneşin tutulması, küstâhlık yüzündendir. Bir melek olan Azâzil de yine küstâhlık yüzünden kapıdan sürülmüştür.”
Abdülbâki Gölpınarlı, “Güneşin tutulmasının, edebe riâyet edilmemesine bağlanması şuna işaret olsa gerektir” diyor, “Ay, dünya ile güneşin arasına girince ayın gölgesi, dünyaya düşer, güneşin bir kısmı, yahut hepsi görünmez olur; bu, ay’ın edebe riâyet etmemesi suretiyle tevcîh edilmiştir.”
Hazreti Mevlâna, güneşin tutulmasını, Hakk’ın nurunu yitirmek olduğunu şu sözleriyle açıklıyor ve soruyor bizlere… “Güneş tutulursa ne yaparsın? Ondaki o karaltıyı nasıl giderirsin? Nihâyet yine Allah tapısına yüz vurup, yâ Rabbi, o karaltıyı gider, yine nurunu ver demez misin?”
Hasan Dedemiz, “Aşk, hep hiçliktir; aşkın mâhiyeti, tamamen yokluktur… Aşksız ilmin sonu, benlik ve gurur; gururun sonucu ise azâptır…” der, “İblis’in ilk ismi Azâzil Efendi idi. Yani bedenimizdeki bütün âzâların efendisiydi. Âdem karşısında gurura kapıldı, insanı Hakk olarak görmedi, Hakk’a karşı geldi. Cenab-ı Hakk, bunun üzerine onun ismini değiştirdi, Azâzil iken, İblis ismini aldı. Bir kişi eğer çok bilgiye sahip olur ama benliğinde yaşar ve başkalarını hor hakîr görürse, onun da İblis’ten hiçbir farkı yoktur… Öte yandan, tevâzu ve edeple yoklukta durarak, Allah’ı kendinde bulan insandan da daha mukaddes bir varlık yoktur. O, her şeyin, hatta meleklerin bile üstündedir.”