Padişahın hastayı görmek üzere hekimi götürmesi.
102. Padişah, hastayı ve hastalığını anlatıp sonra onu hastanın yanına götürdü.
103. Hekim, hastanın yüzünü görüp, nabzını sayıp, idrarını muayene etti. Hastalığının arâzını ve sebeplerini de dinledi.
104. Dedi ki: “Öbür hekimlerin çeşitli tedavileri, tamir değil; büsbütün harâb etmişler.
105. Onlar, iç ahvâlinden haberdâr değildirler. Körlüklerinden hepsinin aklı dışarıda.”
106. Hekim, hastalığı gördü, gizli şey ona açıldı. Fakat onu gizledi ve sultana söylemedi.
107. Hastalığı safra ve sevdadan değildi. Her odunun kokusu, dumanından meydana çıkar.
108. İnlemesinden gördü ki, o gönül hastasıdır. Vücudu âfiyettedir, ama o, gönle tutulmuştur.
109. Aşıklık gönül iniltisinden belli olur, hiçbir hastalık gönül hastalığı gibi değildir.
110. Aşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk, Tanrı sırlarının usturlâbıdır.
111. Aşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten… âkıbet bizim için o tarafa kılavuzdur.
112. Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyleyeyim… asıl aşka gelince o sözlerden mahcûb olurum.
113. Dilin tefsîri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır.
114. Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama bahsine gelince; çatlar, âciz kalır.
115. Aşkın şerhine akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı. Aşkı, aşıklığı yine aşk şerh etti.
Hekimler vardır insanların dış hastalıklarını, yani vücutlarında meydana gelen hastalıkları tedavi ederler; bazı hekimler de vardır onlar da insanların iç hastalıklarını, yani ruhlarında meydana gelen hastalıkları tedavi ederler; bunlar mürşid-i kâmillerdir.
Bununla ilgili olarak, Hasan Dedemizin anlattığı, Hüsâmeddin Çelebi ile Mevlâna arasında geçen bir hikâyede, mecâzî yolla anlatılmak istenen çok güzel bir mânâ vardır.
Hikâye şöyledir…
Hüsâmeddin Çelebi, anne ve babasının tek oğlu; güneş parçası gibi, o kadar güzel bir çocukmuş ki, bir gün gözünde bir arpacık çıkmış, onun güzelliğini bozmuş. O sıralarda Hüsâmeddin Çelebi, ona uygun ayın ondördü gibi bir kız ile evlenmeye hazırlanıyormuş. Babası, Hüsâmeddin’i doktorlara, din adamlarına götürmüş; ne yaptıysa şifâ bulamamış. Birisi babasına ‘Sen bu çocuğu oraya buraya gezdirdin, hiç Mevlâna’ya götürdün mü, bir de ona götür’ demiş. Babası almış Hüsâmeddin’i Mevlâna’ya götürmüş. Mevlâna Hazretleri, o sırada gül bahçesinde geziniyormuş. İşe bakın ki; Mevlâna’nın da sol gözünde bir arpacık çıkmış, onbeş gündür rahatsız ediyormuş.
Gelmişler Mevlâna’nın huzuruna, elini öpmüşler.
Mevlâna, “Nedir müşkülünüz?” diye sormuş.
Hüsâmeddin Çelebi, “Bir aydan beri gözümde bir arpacık çıktı. Hiçbir doktordan, din adamından şifâ bulamadım” diye cevap vermiş.
“İlâhi Hakk!” demiş Mevlâna, “Onbeş günden beri benim de gözümde bir arpacık peydâ oldu. Ama hiç balta kendi sapını kesebilir mi? Bir nefes edeyim de ikimizden de bu arpacıklar gitsin.”
Hazreti Mevlâna’nın keremi sonsuz; nefes etmiş, ikisinin de gözündeki arpacıklar geçmiş.
Hüsâmeddin Çelebi, o günden sonra Mevlâna’nın yanında kalmış, onun evlâdı olmuş ve onu o kadar sevmiş ki bir an dahî yanından ayrılmamış.
Hasan Dedemiz, “Allah dostları ile birlikte yola çıkıldığı zaman umutlar artar, umutsuzluklar azalır” der, “mürşid-i kâmiller hep şefkattir; asla kırıcı konuşmazlar, daima yapıcıdırlar. Çünkü amaçları karşılarındakini kemâle erdirmektir. Ondaki güzelliği meydana çıkarmaktır. Ondaki ‘insan’ı meydana çıkarmaktır.”
Nitekim, hekim hastalığı gördü, gizli olan her şey ona açıldı. Fakat onu gizledi ve padişaha söylemedi. Halayığın hastalığı safra ve sevdadan değildi. Her odunun kokusu, dumanından meydana çıkar… Halayığın da hastalığı söylediği sözlerden, konuşmalarından meydana çıktı, anlaşıldı.
“Kişi, dilinin altında gizlidir. Tencerede ne kaynıyorsa, kapağını açtığınızda içinde ne olduğunu kokusundan anlarsınız. Bunun için tencereyi kırmaya gerek yoktur. Sarraf olan kâmil mürşid, karşısındaki kişinin nasıl biri olduğunu, kalbinin temiz mi yoksa kirli mi olduğunu, daha ağzından çıkan ilk kelimeden anlar” diye buyurur Hasan Dedemiz, “Bizler de, mademki sarraf dükkanında çalışıyoruz, toplum ne ayardadır, konuşmalarından anlarız. Fakat bizlerin önemli bir vazifesi de, onların örtülerini kaldırmadan onlara insandan söz etmektir. Böylece belki o insandan örnek alır da, bir gün gelir o da güzel bir insan olur, Hakk olur.”
“Aşk, Tanrı sırlarının usturlâbıdır” diye buyuruyor Mevlâna.
Abdülbâki Gölpınarlı da, aşk usturlâbının mânâsını verirken, “Usturlâb nasıl güneşin, yıldızların bulundukları yerleri gösterirse, aşk da mânâ güneşinin, sır yıldızlarının yerlerini bildirir” diye açıklıyor.
Aşk, kemâle erene kadar türlü hâllerden geçer. Mecâzî aşklarda çile, şüphe, hüzün, ayrılık vardır. Mecâz dediğimiz geçici aşk, Hazreti Mevlâna’nın “Mecâzî aşk bana gelmek için köprüdür” diye buyurduğu üzere bir süreçtir.
Abdülbâki Gölpınarlı, “İrfân ehline göre aşk ikidir” diyor ve şöyle devam ediyor: “Mecâzî, yani geçici; hakiki, yani gerçek. Geçici aşk, bir güzele gönül vermek, ona vurulmaktır. İrfân ehli, geçici aşkı da mecâzî olmakla beraber birliğe hazırlık olarak kabul eder. Bu yüzden de ‘Mecâz hakikatin köprüsüdür’ demişlerdir. Geçici olan mecâzî aşk olgunlaşınca güzelden güzellere, güzellerden güzelliğe, insanlığa ve dünyaya yayılmaya başlar; böylece de sevgili, aşıkın gözünde, gönlünde bir sembol kesilir; yaratılışı, yaratılıştaki hikmetleri, kudretleri görmeye, yaratılanı sevmekten, onda fâni olmaktan, yaratanı sevmeye, onda fâni olmaya yönelir. İşte bu yöneliş, geçici aşktan gerçek aşka ulaşmaktır. Geçici aşk, burada bir köprü mâhiyetindedir. Mevlâna’nın, ’Aşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten… âkıbet bizim için o tarafa kılavuzdur’ beyiti, bu inancı, bu mânâyı dile getirmektedir.”
Hazreti Mevlâna’ya, “Allah’ı bu kadar zikrediyorsun, meth ediyorsun, ona bir şiir söyler misin?” demişler.
“Söylerim” demiş. “Yandım ey güzel, senin aşkına harâretine. Gayrı güzel sevmeyeceğim ey Rabbim senin aşkına.”
Ne güzel söylemiş…
“Aşık toplumda belli olur” der Hasan Dedemiz, “benzi sarı, dudakları kuru, yüzü solgundur. Çünkü gece gündüz hep sevgilisini inleyerek onun hasretiyle erimektedir. İşte aşk budur.”
Yine Hazreti Mevlâna’ya sormuşlar “Aşkı bize söyler misin, aşk nasıldır?”
“Aşk, Allah’ın elidir. Aşka tutulan Allah’a tutulmuştur.”
“Peki aşkın ağzı var mıdır?”
“Aşkın ağzı olsaydı, bu koskoca cihan, aşkın ağzında ancak bir zerre görünürdü.” Koskoca cihan aşkın ağzında küçücük kalıyor…
“Aşkın kapısı var mıdır?”
“Aşkın kapısı olsaydı, bu âlemde padişahlık taslayanlar o kapıda ancak bekçilik yaparlardı.” Onların padişahlıkları, hükümdârlıkları aşkın karşısında geçerli değildir. Aşk, padişahları bile köle yapar, âciz bırakır.
Mevlâna’nın buyurduğu gibi… Aşkın şerhine gelince akıl, çamura saplanmış eşek gibi yatar kalır. Aşkı ve aşıklığı ancak yine aşk şerh eder.
Şiir:
“Aşk… bir padişahtır, bayrağı görünmez.
Aşk… Tanrı Kur’an’ıdır, âyetleri bilinmez.
Her aşık bu avcıdan bir ok yemiştir,
Kanlar akar durur, fakat yarası belirmez.”