Av hayvanlarının tevekkülü çalışmaya tekrar tercih eylemeleri.
948. Hepsi ona bağırarak dediler ki: “Sebep tohumlarını eken o hârisler…
949. Kadın, erkek nice yüzbinlerce kişi, neden oldu da zamâne menfaatlerinden mahrûm kaldılar?
950. Dünyanın başlangıcından beri yüzbinlerce kavim, ejderha gibi ağız açmışlar.
951. O bilgili, idrâkli kavimler hileler düzmüşler, tedbirlerde bulunmuşlardır. Öyle tedbirler ki o tedbirlerle dağ bile tâ dibinden kopar, yerinden ayrılır.
952. Tanrı, onların hile ve tedbirlerini ‘O tedbirler yüzünden dağların tepeleri bile oynar, yıkılır, dümdüz olurdu’ diye anlattı.
953. O avlanmalarından, o çalışmalarından ezelde verilen kısmetten başka bir şey yüz göstermedi…
954. Hepsi tedbirlerden de âciz kaldılar, çalışmadan da; ortada Tanrı’nın işi ve hükümleri kaldı.
955. Adı, sanı belli kişi! Kazanmayı bir addan başka bir şey bilme; ey kurnaz ve hilekâr adam! Çalışmayı bir vehimden başka bir şey sanma.”
Şöyle bir deyiş vardır: Duvara dayanırsın, bir gün gelir yıkılır; insana dayanırsın, bir gün gelir ölür; iyisi mi sen Allah’a dayan, çünkü O ne yıkılır ne de ölür…
Hazreti Mevlâna, “Sebeplere mübâşeretle dünya tâlibi, taate sarılmakla din tâlibi; Tanrı erlerine hizmetle de Hakk tâlibi olursun” diye buyurur ve şöyle devam eder: “Gönlü kırık kimse Müslümandır. Seleflerimiz kırık vücutlu olmuş, gönüle ulaşmış ve, ‘Ben, gerçekten Muhammedî’yim’ sözünü tamamiyle bırakmışlardır. Gönlü kırık olan bir kavim ‘Rabbim, çok yüksektir’ dedi. Bununla da kanaat etmediler. Hastaya, Âyet’el Kürsî okuyan bir kavim de olur. Bir kavim de vardır ki Âyet’el Kürsî’dir. Davette hem kahır hem de lütûf vardır. Halvette ise sadece lütûf vardır.”
Hasan Dede, “Herkes halveti soruyor, halvet nedir diyor?” der, “Halvet, kimseyi dinlememek, Allah’la beraber olmaktır. Son perde, insanın kendisidir. O kalkınca, ebedî dirilik başlar. İnsan, büyük bir kitaptır ve içinde her şey yazılıdır. Fakat karanlıklar ve perdeler bırakmaz ki insan içindeki o ilmi okuyabilsin. Bu perdeler ve karanlıklar; bu dünyadaki türlü türlü meşguliyetler, insanın dünya işlerinde aldığı çeşitli tedbirler ve nefsin sonsuz arzularından başka bir şey değildir.”
Kâinatta her varlığın bir ismi var; insanların da, kadın-erkek çeşitli isimleri var. Fakat isimlerden kurtuldun mu, o zaman orada sadece tevhid var.
Nitekim, “İsimden çok ne var?” der Hasan Dede, “İsimler sıfattır; zât ise her şeyi çevreler. İsim, bir bağdır, tek bir bağ. Hâlbuki zât, hiçbir şeyin zıddı değildir, çünkü tevhiddir. Biz kendi küçük aklımızla, her şeyi çevreleyen o kudreti de küçültüyoruz. ‘Ali’ diye isimlendirince, o kudret her şeyiyle beraber; ‘Ali’ olunca, ‘Rabb’ül-Âlemin’ olmaz, küçülür. Allah’a isim koyunca, O’na hudut çiziyoruz. Sonra o hududun içinde seyrediyoruz O’nu. Allah’ı esmâdan çıkarıp, hüsnâda seyrettik mi, o zaman O bütün kâinatı kaplar. Hüsnâ, Allah demektir.”
Kasîde:
“Hakk yoluna düşenlere mahrem oldum. Herkesin madde peşinde koştukları bir zamanda mânâya önem verenlere hemdem oldum, arkadaş oldum.
Altı yönden de dışarda mânevî bir kubbe gördüm. Ben o kubbeye toprak oldum. Yeksân oldum, kan oldum, aşkın damarlarında coşarak dolaşmaya başladım. Gözyaşı oldum, Hakk aşıklarının gözlerinden aktım.
Bazen beşiğinde konuşan İsa gibi baştan başa dil kesildim. Bazen de Meryem gibi susan bir gönül oldum.
Hazreti İsa’nın, Hazreti Meryem’in kaybettikleri bir şey vardı ya, eğer bana inanırsan bil ki; o kaybedilen şey ben oldum.
Zevâlsiz aşk neşterine karşı yüzlerce defâ yara oldum, merhem oldum.
Her adımda Azrâil benim yol arkadaşım olmuştu. Ondan korktum, perişan oldumsa canım çıksın.
Ölümle yüzyüze savaşa giriştim. Korkmak şöyle dursun, karşıma çıktığı için ölümün kendisinden neşeler aldım, sevinçler elde ettim.
Varlık yükünü tamamiyle sırtımdan attım, ölümsüzlük üzengisine ayak bastım, ölümsüzlük atına bindim.
Gerçi belim çeng gibi büküldü ise de, yine de sen ölümsüzlük ney’inin sesini benden duy, benden işit!
Benim için Şems-i Tebrizî bayramların en büyüğü olan ‘Îd-i Ekber’ idi. İşte ben o bayrama büyük bir kurban oldum.”