“Okluğumu senin oklarınla doldurdum mu, Kaf dağının bile belini çeker bükerim.” Mevlâna
“Ey bâtıl yolda yaşayan kavim! Ben sizin cevrinizden Tanrı’ya şikâyet etmiş, ağlamıştım.
2545. Tanrı, bana ‘Onların eziyetlerine sabret; onlara nasîhat ver. Zaten devirlerinden çok bir zaman kalmadı’ demişti.
Ben, ‘Cefâları, eziyetleri yüzünden onlara nasîhat edemiyorum. Nasîhat sütü sevgiden, saflıktan çoşup akar’ demiştim.
Bana o kadar eziyetler ettiniz ki nasîhat sütü damarlarımda dondu.
Tanrı, bana ‘Ben sana lütuf ve inâyet eder, o yaralara merhem koyarım’ buyurdu.
Hakk, gönlümü gök gibi saf bir hâle getirdi. Gönlümden, sizin cefâlarınızı sildi, süpürdü.
2550. Yine size nasîhatler vermeye, şeker gibi temsiller getirmeye, sözler söylemeye başladım.
Şekerden taze süt çıkarıp balla şekeri sözlerime katmaya, size tatlı tatlı öğütler vermeye koyuldum.
O sözler, size zehir gibi tesîr etti. Çünkü siz baştan aşağı zehir membaı, zehir madeniydiniz, zehirden ibârettiniz.
Nasıl gamlanayım ki gam baş aşağı yuvarlanıp gitti. Ey inatçı kavim! Gam sizdiniz.
Gamın ölümüne ağlayıp feryâd eden olur mu? Baştaki yara iyileşince bu yüzden saçını sakalını yolan bulunur mu?”
Hazreti Sâlih’in bu hitâbı, helâk olan kavminedir ki, Hazreti Muhammed Efendimiz de, selâm olsun üzerine, Bedir Savaşı’ndan sonra harp meydanında dolaşırken Kureyş müşriklerinin ölü vücutlarını gördüğünde, onlara hitâben, “Biz Rabbimizin vaad ettiği şeyi dosdoğru bulduk; siz de Rabbinizin vaad ettiği şeyi dosdoğru buldunuz mu?” diye buyurur; o sırada yanında bulunan Hattapoğlu Ömer, “Yâ Resulallah, niçin ölülere hitâb buyuruyorsunuz, onlar işitirler mi?” diye sorar. Bunun üzerine Hazreti Muhammed Efendimiz, “Onlar sizden daha iyi işitirler; velâkin cevap veremezler” der.
Tanrı’nın inâyeti Hazreti Sâlih’e erişince, gönlü tekrar saf bir hâle geldi ve kavminin cefâlarından dolayı gönlünde vukû bulmuş olan gam baş aşağı yuvarlanıp gitti.
Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, Tanrı’nın inâyeti ve yardımı ile ilgili olarak, Mecâlis-i Sebâ’da bir su katresinden misâl vererek şöyle seslenir:
“Allah ona rahmet etsin, esenlik versin, Allah elçisi, o önüne ön bulunmayan âlemin tercümanı, o Arabın, Acemin en fâsihi, o ilim ve kerem mâdeni, o davulsuz, bayraksız padişahlar padişahı, o kâinatın ulusu, varlıkların ve var olanların sultanı, müşkül durumda ve çâresiz olanlara, cevap verdi de buyurdu ki: Ey gerçek dostlar, ey uygun bir inançla benimle görüşüp konuşanlar, düşüp kalkanlar, bilin ki hani sel, bütün kuvvetiyle dağlardan, tepelerden âşıkçasına, coşa köpüre denize koşar; ırmaklar, coşa köpüre denize akar; binlerce elle, binlerce ayakla denize ulaşır ya, çünkü sular, birbirinin eli ayağı, bineği durağı kesilmiştir; birbirine kuvvet destek olmuştur su katreleri; bu kuvvetle dağlardan akar, ovalardan geçer, asılları olan denize ulaşırlar; her katre, ‘Dön Rabbine ondan razı olarak ve rızasını kazanmış bulunarak’ diye nâra atar; bu neden şaşılacak bir şey olsun? Asıl şaşılacak şey, asıl görülmemiş şey, asıl sarp ve güç iş şudur: Bir dağlıkta, yahut bir mağranın içinde, yahut da amân vermez bir ovada bir katre, tek başına kalır; o katrenin madeni, aslı denizdir; onu arzular; o elsiz ayaksız katre, eli yokken ayağını atar; denizin özlemiyle elini uzatır; ne sel yardım eder ona, ne de bir dostu vardır. Öyle olduğu hâlde düşe kalka yuvarlanmıya koyulur; özlem ayağıyla denize koşar; zevk bineğine biner, yol almaya koyulur.
Ey çâresiz katre, toprak senin düşmanın, yel senin düşmanın, güneşin ıssısı senin düşmanın. Ulaşmayı dilediğin deniz de çok uzak. Ey elsiz ayaksız katre, bunca düşman arasından denize nasıl varacaksın sen? Ama o katre, hâl diliyle der ki: Ben bir katreyim ama uçsuz bucaksız denizin yardımıyla içimde bir özlem var. ‘Biz emâneti yükledik insana; şüphe yok ki o, çok zâlim oldu, çok bilgisiz bir hâle geldi’ hükmünce zayıfım; ‘Şüphe yok ki biz, arzettik emâneti göklere ve yeryüzüne ve dağlara; derken onlar, onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular’ hükmünce bu çölde seller bile yol alamamaktan korkup titremektedir; bu amânsız çölün tehlikesinden gökler bile titremektedir; dağlar bile Rabbimiz, biz bu emâneti yüklenemeyiz, gücümüz yetmez diye feryâd etmededir; yeryüzü bile ben o yol alanlara toprak kesilmişim ama canımda o güç, o kuvvet yok demededir; fakat bir katreden ibâret olan insanın canı, hizmete bel bağlamıştır da der ki:
Zayıfım, arığım, çâresizim ama değil mi ki can kulağıma ‘Andolsun ki biz Âdemoğullarını üstün ettik’ sesi ulaştı, o sesin inâyet eserlerini duydum; ne zayıfım, ne arığım, ne de çâresizim; dünyanın çâresini bulurum ben. Kendimi gördükçe, kendi gücüme güvendikçe zayıfım, gücüm kuvvetim yok; bütün zayıflardan da daha zayıfım; bütün çâresizlerden de daha çâresizim. Ama bakışımı, görüşümü değiştirdim de kendimi görmedim, senin lütfunu, senin yardımını gördüm mü, ‘O gün yüzler parlar, güzelleşir ve Rablerinin lütfunu bekler’ hükmünce niçin zayıf olayım; niçin çâresiz olayım; niçin çâresizlere çâre bulmayayım? Niçin insan olmayayım; niçin o soluğun o zamanın mahremi kesilmeyeyim?”
“Ay yüzlüm geldi mi, ben kim olabilirim ki, ben kim olabilirim ki?
Zâti ben kendimden geçtiğim zaman var olurum.
Bende bir kâr, bir varlık görürsen, bil ki o kâr, o varlık, odur.
Benden bir gölge görürsen bil ki o gölge benim.
Bana, o söz söylerse, Yusuf gibi ‘Size ne paylama var, ne kınama’ hükmü zuhûr eder.
Fakat ben ona söz söylersem, Musa gibi ‘Beni kesin olarak göremezsin’ hükmü zâhir olur.
Söz hem gizlidir, hem meydanda; fakat o, daha fazla sever bana söz söylemeyi; o bana söz söyledi mi orda ben, söz kesilir giderim.”