“Ey Tebrizli Hakk güneşi! Sen aramıza gelirsin, seni görmezler. Çünkü sen, can gibi gelirsin, seher rüzgârı gibi renksiz esersin.” Mevlâna
2455. Firavun yine kendi kendine “Ne şaşılacak şey! Ben bütün gece ‘Ey Rabbimiz’ diye yalvarmıyor muyum?
Yalnızken mütevâzı bir hâle geliyor, düzeliyorum. Neden Musa’ya karşı böyle oluyorum?”
Kalp altının rengi hâlis altından on derece daha parlak olsa ateşe karşı nasıl yüzü kara bir hâle gelir!
Kalbim de kalıbım da onun hükmünde değil mi? Bir zaman beni iç hâline kor, bir zaman kabuk hâline.
Bir zaman beni ay hâline kor, bir zaman karartır. Tanrı’nın işi, bundan başka nedir ki?
2460. Ekin ol der, beni yeşertir… Çirkinleş der, sarartır.
Varlığı emriyle yaratan Tanrı’nın çevgânları önünde mekân âleminde de koşup duruyoruz. Lâmekân âleminde de.
Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Musa, öbür Musa ile savaşa düştü.
Renksizlik âlemine ulaşırsan Musa ile Firavun’un karıştığı âleme erişirsin.
Bu nükte hatırına renk, nasıl olur da kıyl ü kâlden kurtulur?
2465. Şaşılacak şey… Bu renk, renksizlik âleminden zuhûra geldiği hâlde, renksizlikle nasıl savaşa girişir?
Yağın aslı sudandır, ve su ile artar. Sonunda nasıl olur da suya zıd olur?
Mâdemki yağı su ile yoğurdular; yağ sudan oldu; su ile yağ neden birbirine zıd oldu?
Gül dikenden meydana gelmiştir, diken de gülden… böyle olduğu hâlde niçin savaşa, maceralara düşmüşlerdi?.. gibi bir sual hatıra gelirse, bil ki bu,
Ya hakîkatte savaş değildir, bir hikmet içindir, eşek satanların kavgaları gibi bir hiledir. Bir sanattır.
2470. Yahut ne savaş, ne hikmet… Hayretten ibârettir. Bu, vîrâneliktir, içinde define aramak gerek.
Kur’ân-ı Kerîm’de, Nahl suresinin, 40. âyetinde, “Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman sözümüz sadece, ona, “Ol” dememizdir. O da hemen oluverir” diye buyrulur.
Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, “Tevhidde, isteyenle istenilenin sıfatlarını ayrı gören kimse, ne isteyen olmuştur, ne de istenilen” der ve şöyle devam eder: “Allah’ı kim tanır?.. İnkârdan kurtulan kimse. İnkârdan kim kurtulmuştur?.. Elest meclisinde, Hakk’a karşı ruh zerrelerinin ‘Evet, Rabbimizsin’ cevabının özünü gören âşık… İşte o âşıktır ki, Bayezid-i Bistâmî’nin, ‘Cübbemin içinde Allah’tan başka birşey yoktur’ sözünün remizlerini anladı da o cübbeyi binlerce defa kuba, yâni mâbed-i huda gördü… O âşıkın gözünün önünde, iki cihan, sanki horozun önünde, bir buğday tanesi mesâbesinde kaldı. İşte, Kibriyâ’yı gören gözün temiz bakışı böyle olur.”
Fakat, ‘Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Musa, öbür Musa ile savaşa düştü.’
Zîrâ Sâmirî, Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulduğu üzere, Hazreti Cibrîl’in atının bastığı mahalden bir avuç toprak alıp bir buzağı heykeli yapar ve Musa’nın cemaatini bu puta taptırır.
Bu mânâya işâreten bir ârif şu beyiti söyler: “O Musa’yı ki Cibrîl terbiye etti, kâfirdir; ve o Musa’yı ki Firavun terbiye etti, mürseldir.”
“İnsanlar birbirlerine benzemedikleri gibi, akıllar da birbirlerine benzemezler” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve elbiselerdeki renklerden misâl vererek şöyle buyurur: “Elbiselerde ne kadar çok renkler vardır. Hattâ birbirinin aynı olan iki elbisenin kumaşları, aynı boya kazanından çıksa bile, güneşte kuruyanla gölgede kuruyan arasında fark vardır. Ama onları ateşte yakarsak, hepsinin rengi bir olur. Kül rengi. Bunu da ancak aşk yapar ve akıllarımızı ateşinde yakarak renklerini bir eder. İki yüz çeşit renge boyanmaktansa renksizlik daha iyi. Renk bulut gibidir. Renksizlikse güneş. Bulutta bir parlaklık ve ziyâ görürsen bil ki, güneştendir.”
Yine mürşidim Hasan Dede’nin anlattığı bir menkîbede Hazreti Salih’in bir boya küpü vardır; şöyledir menkîbe;
Hazreti Salih’in bir küpü vardı. O küp ile halkın kumaşlarına renk verirdi. Halk, ona renklendirmesi için gömlek olsun, pantolon olsun, çeşitli elbiselerle gelirlerdi. Renklerin isimlerini de bilmedikleri için, istedikleri renge sahip ya bir çiçek, ya bir eşya parçasını da beraberlerinde getirirlerdi. Hazreti Salih, herkesin kumaşlarını küpe atar ve istedikleri renkte çıkarırdı.
Bir gün meraklı biri sordu: “Yâ Salih, senin bu küpünde boyalar hiç birbirlerine karışmıyor mu?”
Hazreti Salih, onu şöyle yanıtladı: “Benim küpümün rengi tektir, sizler renk istiyorsunuz, ben de sizleri istediğiniz renklere boyuyorum.”
Zeytin yağının aslı zeytin ağacıdır; yâni “Her şeyin hayatı sudandır.” (Enbiyâ, 30)
İşte ne güzel seslenir Yüce Pîr Mevlâna…
“Subhu sâdıkı, subhu kâzipten, şarabın rengini kadehin renginden ayırdet ki, bu sabır ve sebâtla şu yedi renkli zâhirî gözden başka bir göz elde edersin. O gözle bu renklerden başka renkler, taşlar yerine mücevherler görürsün. Hattâ gevher nedir ki? Sen, kendin bir deniz olur, göklerde seyreden bir güneş kesilirsin. İş sahibi, iş yurdunda gizlidir. Yürü, onu ancak iş yurdunda apaçık görürsün.”
Kasîde:
“Benim yolumda, yüzlerce nefsanî pusu var! Ama, benim de en ince şeyleri gören yüzlerce akıl gözüm var!
Yüzümde yüzlerce secde izleri var! Onlar, varlığını gönlümde hissettiğim daima benimle beraber olan padişahımın izleri.
Dünyada da gizli olan en değerli, paha biçilmez bir define benim canımda, gönlümde gömülüdür.
Benim Cebrâil-i Emîn’den de gizli bir Cebrâil’im var!
Devlet, zenginlik atını kesmem gerekir. Çünkü ben, aşk atına eğer vurdum, binmek üzereyim.
Aşktan asla vazgeçmem, ayağımı diremişim. Benim demirden ayaklarım var!
İçimde mânevî bağlar, bahçeler, yaseminler var! O yüzden nefsimden sevgilimin kokusu geliyor.
Öyle mutluyum ki, neşeden ayaklarım yerden kesilmiş. Çünkü, benim mekânsızlık âleminden yerim var!
Haydi yürü, Tebriz şehrine git! Bu hâllerin açıklanmasını Şemseddin’den iste! Çünkü bütün bu hâllere beni Şemseddin ulaştırdı.”