“Kulun Hakk’ın huyu ile birleştiğini göstermek için Şemseddin’in sırrı meydana çıkmıştır.” Mevlâna
Cebîr meselesi, aşkımı irâdesiz bir hâle getirdi, sabrımı elimden aldı. Aşık olmayansa cebrî hapsetti, onu inkâr, yâhut takyîd eyledi.
1460. Hâlbuki bu, Hakk’la beraberlik ve birliktir, cebîr değil… Bu, ayın tecellîsidir, bulut değil.
Cebîr bile olsa herkesin bildiği cebîr; yalnız kendi menfaatini gözeten nefsî emmârenin cebri değildir.
Ey oğul! Tanrı, kimlerin gönül gözlerini açtıysa bu cebri onlar anlar.
Gayb ve istikbâl onlara apaçık görünmektedir. Mâzîyi anış onlarca değersiz bir şeydir.
Onların ihtiyârı da başka türlüdür, cebri de. Yağmur damlaları sedeflerin içinde inci olur.
1465. Sedeften dışarda küçük, büyük damlalar var, sedefin içindeyse küçük, büyük inciler.
Onlarda misk ahûsunun göbeğindeki kâbiliyet vardır. Dışardaki kan damlaları, bunların içlerinde misktir.
Sen, dışardaki kan, göbeğin içinde nasıl misk olur, deme!
Bu bakır, dışarda âdî ve bayağı bir şeyken iksirin içinde nasıl altın olmuş da deme!
İhtiyâr ve cebîr, sende bir hayalden ibârettir. Onlardaysa Tanrı âzâmetinin nuru hâline gelmiştir.
1470. Ekmek, sofrada durduğu müddetçe cansızdır. Fakat insan vücudunda neşeli ruh kesilir.
Sofranın ortasında duran o ekmeğin can olması imkânsızdır. Fakat can, selsebil suyuyla o olmayacak şeyi yapar, ekmeği ruh hâline getirir.
Ey doğru okuyup doğru anlayan! Bu can kuvvetlidir; bir düşün, o canlar canının kuvveti ne olabilir?
İnsanın bir tek kolu, candan gelen kuvvetle dağı, denizle, madenlerle yarıp delmekte.
Dağ yaranın (Ferhad) candan gelen kuvveti taş delmek, canlar canının kuvveti de kameri ikiye bölmektir.
1475. Gönül, Tanrı sırları dağarcığını açarsa can, arşa doğru süratle koşar gider.”
Ahmed Avni Konuk, bu beyitleri yine Hazreti Pîr’in dilinden tefsîr eder ve şöyle buyurur: “Diyelim ki birisi çıktı dedi ki: Mademki tereddüt içinde olan kişinin tercihi de Hakk tarafından oluyor ve tereddüt içinde olan bu sevk ile hidâyet veya kahır tarafına gidiyorsa, bu cebîr değil midir? Cenâb-ı Pîr buna cevâben buyururlar ki: Sen cebîr dedin, ben de cebîr lâfzından maşukumun cebbâriyetine intikâl ettim. Aşkımı aşikâr etmede sabırsızlığım arttı ve beni cebîr ve ihtiyâr hayalinden geçirdi. Mademki her hâlükârda benim başım maşukumun elindedir, şu hâlde ben daima maşukumla beraberim demek olur. Aşıka bundan büyük zevk ve devlet mi olur? Hem, her kim aşık değil ise, aklında ve fikrinde cebrin mânâsını hapsedip, onunla meşgul olur ise; Hakk’ın kendisiyle beraber olduğundan gâfildir.”
‘Bu Hakk’la beraberlik ve birliktir, cebîr değil… Bu, ayın tecellîsidir, bulut değil.’
Hazreti Mevlâna ile aynı devirde yaşamış olan ve şiirlerinde Mevlâna’dan oldukça etkilenmiş olduğu açıkça görülen Fahruddîn-i Irakî de şöyle der: “O’nun sırrı ilmel-yakînde imanın dadısı, zanda ise küfrün mayasıdır. O’nun güzelliği tam olarak âlemin aynasıdır. Cemâli varlığa ve yokluğa vücud oldu.”
‘Ey oğul! Tanrı, kimlerin gönül gözlerini açtıysa bu cebri onlar anlar. Gayb ve istikbâl onlara apaçık görünmektedir. Mâzîyi anış onlarca değersiz bir şeydir. Onların ihtiyârı da başka türlüdür, cebri de. Yağmur damlaları sedeflerin içinde inci olur… Dağ yaranın candan gelen kuvveti taş delmek, canlar canının kuvveti de kameri ikiye bölmektir. Gönül, Tanrı sırları dağarcığını açarsa can, arşa doğru süratle koşar gider.’
Şiir:
“Fakr-u Mevlâna’yız elhamdülillah… Ondan işret sırrına nişâneyiz biz. İncileri gözleyen o umman biziz; göklerde, denizlerde nâmuşan biziz; hem yeryüzü tahtında sultan da biziz…”
“Bir damlanın deniz olması için, kendi damlalığından vazgeçmesi gerekir. Aşk, bir yokluk denizidir. O denize kavuşan her damla damlalıktan çıkar, deniz olur. O aşktan sonra bir irfâniyet doğar ki, asıl irfâniyet budur” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, ve bir şiirinde şöyle seslenir bizlere…
“Şahımsın, iki cihan sultanımsın,
Yâ Hüdâvendigâr Mevlâna.
Sultanımsın, sultanımsın,
Gönlümde, canımda imanımsın benim, imanım.
Can verirsen dirilirim,
O can ile dürülürüm,
Bu can içre yüzlerce canımsın benim,
Pîrler Pîri sultanım Mevlâna’msın benim.
Sensiz ekmek bile zehir,
Sen zehirlere panzehir,
Sen suyum, ekmeğim,
Şekerim, balımsın benim.
Bağımsın, yeşilimsin,
Gülen servi, açan yasemin,
Sen gönül cennetinde mekânımsın benim.
Pîrler Pîri, velîler özü Sevgilimsin benim.
Ey yüce Mevlâna’m,
Sen semâvatın Ay’ısın,
Gönlümde sultanımsın benim.
Sen madenimin en değerli cevheri,
Ben sustum artık sen konuş,
Sözümde burhânımsın benim.
Pîrler Pîri, velîler özü,
Sevgilim Mevlâna’msın benim…”