Ömer’in uykudan uyanması ve kayser elçisinin ona selâm vermesi.
Elçi, Ömer’i tâzim etti, ona selâm verdi. Peygamber “Önce selâm, sonra söz” demiştir.
Ömer, selâmını alıp onu yanına çağırdı, onu teskîn etti, karşısına oturdu.
1425. Korkanı, emîn ederler, gönlünü yatıştırırlar.
“Korkmayın” sözü, korkanlara sunulan hazır yemektir. Ve bu yemek, tam onlara lâyıktır.
Korkusu olmayana nasıl “Korkma” dersin? Niye ona ders veriyorsun? O, derse muhtaç değil ki!
Ömer, o yüreği oynayan kimseyi sevindirdi, yıkılmış gönlünü yaptı.
Ondan sonra yoldaşların en güzeli olan Tanrı’nın tertemiz sıfatlarına dâir ince bahislere daldı.
1430. Elçiye, makam nedir? Hâl neye derler? Anlasın, bilsin diye Tanrı’nın abdâllara gösterdiği lütuf ve ihsânlarını nakletti.
Hâl, güzel bir gelinin cilvesidir; makam ise o gelinle hâlvet olup vuslatına erişmektir.
Gelinin cilvesini padişah da görür, başkaları da. Fakat onunla vuslat, ancak azîz padişaha mahsustur.
Gelin, havassa da cilve eder, avama da. Ama onunla hâlvete giren ancak padişahtır.
Sûfîler içinde hâl ehli çoktur, fakat aralarında makam sahibi nâdirdir.
1435. Ömer, elçiye can menzillerini söyledi, ruh seferlerini anlattı.
Zamandan dışarı olan, zamana sığmayan bir zamandan, azâmete mensûb kudsîyet makamından,
Ruh simurgunun, bu âleme gelmeden önceki geniş uçuşlarından bahsetti.
Ruhun, o âlemde bir uçuşu, ufukları aşıyordu; iştiyâk çekenlerin ümitlerinden de ileri gidiyordu, hırslarından da!
Ömer, o yabancı çehreli zâtı dost buldu, canının Tanrı sırlarını dilediğini anladı.
1440. Şeyh, kâmildi, tâlibin de tam bir isteği vardı. Yolcu çevikti, at da kapıdaydı.
O mürşid, onun irşâd edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; temiz tohumu, temiz yere ekti.
Kur’ân-ı Kerîm’in, Saf sûresinin 30. âyetinde, “Gerçekten de Rabbimiz Allah’tır, dedikten sonra da dosdoğru hareket edenlere melekler indiririz de, sakın korkmayın ve mahzûn olmayın ve müjdelenin, sevinin size vaad edilen cennetle, deriz” diye buyrulmaktadır.
Hasan Dede, “Bir insan Allah’ı sevdikten sonra, Allah da onu sevdikten sonra, korku kalmaz” der, “En büyük belâ korkudur. Fakat sevgi tecellî edene kadar korku da lâzım. Allah’la dost olmuş bir insana ‘Allah’tan kork’ derlerse, garibine gider. Sevdiğimiz dostumuzdur; korktuğumuz ise düşmanımızdır. İnsan, Allah’tan değil, kendi nefsinden korkmalı. ‘Adil’ olan yumuşak huylu olandan korkulur mu? Korkan, sevemez. Hâlbuki, Allah bizim dostumuz, sevgilimiz olmalı. Allah aşıkları, bütün kötü hâlleri, korkuları, hırsları tepeleyip geçerler.”
Yine bir başka âyette de şöyle buyrulmaktadır: “Benden size bir hidâyet, doğru yolu gösteren bir rehber geldiği zaman, artık kim ona uyarsa, onlara ne korku vardır ne de onlar mahzûn olurlar.” (Bakara, 38)
“Mürid ile mürşid arasında ‘Allah’ talebi vardır. Mürid, mürşidinden Allah’ın güzelliklerini, Allah’ın büyüklüğünü dinler, öğrenir. Demek ki, mürşidin bedeni bir örtü, Allah ondan dile geliyor, ondan konuşuyor” der Hasan Dede ve Mevlâna ile Şems’i örnek göstererek, “Mevlâna’nın sakası, yani gönül sakîsi Şems’ti; şimdi de bizim muhabbetlerimiz hep o ilâhî sakadan, Mevlâna’dan. Bizlerden işleyen hep odur” diye buyurur.
Nitekim, Hazreti Şems, “Bu iki âlemin yaradılışından maksat, iki dostun kavuşmasıdır” der, “Bu iki dost Tanrı için gösterişten ve her türlü hevesten uzak yüz yüze gelmelidir. Ekmek, fırın ve kasap gibi dertleri olmamalı.”
‘Hâl, güzel bir gelinin cilvesidir; makam ise o gelinle hâlvet olup vuslatına erişmektir.’
Mürid, mürşidinden Allah’ın güzelliklerini, insanın sırrını ve hakîkatlerini dinledikçe ruhu kanatlanır, coşar ve onda tekâmül başlar, hâli değişir. Tekâmülün tamam olması da müridin aşkına, imanına ve teslîmiyetine göredir.
‘Şeyh, kâmildi, tâlibin de tam bir isteği vardı. Yolcu çevikti, at da kapıdaydı. O mürşid, onun irşâd edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; temiz tohumu, temiz yere ekti.’
Nitekim Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde şöyle seslenir…
“Şeyhe sarıl da kötülüklerden kurtul, iyiliklere yüz tut. İşin gücün, çalışıp çabalamakla değil, onunla iyileşir; o senin zehirini giderir; sana şekerler verir.
Kılavuzla varılacak yere, kavuşulacak ere varıp kavuştuktan sonra delilden bahsetme; bilinecek şeyi bildikten sonra bilgiden hiç söz açma, kavuştuktan sonra artık ayrılıktan söz etme; iyi değildir bu; sözden geç artık, çünkü ulaştıktan sonra araman, âdeta ırmak içinde su aramaktır.
Bilinen şey hakkında tam bilgi elde ettikten sonra, yine bilmeye çalışmak, anlamsız bir şeydir. Delâlet edilen şeyi elde ettikten sonra delili anmazsın artık. Maksada ulaştıktan sonra yine de onu araman, dilemen, bir şeyi bulduktan sonra onu bir daha aramaktır; onu tekrar aramaya kalkışma.
Ona kavuştun, bir oldun mu, sende senlikten eser kalmaz ki, kalan O’dur, O’ndan başkası yiter gider; O’nun dilemediği her şey ortadan kalkar. Artık sen, Allah’a kavuştun, ebedî oldun; O’nun şarabını içtin, neşeyle kandın demektir.
Şeyhin bağışını ebedî ruh bil; öylesi ruhu da şarap say, sakî tanı. O’nun bağışı, güzeldir, mumdur, şaraptır; ama bunların üçü de birdir, ayrı sanma. Zevki bir gör, iki görme; cevizle kuru üzüm gibi onları birbirinden ayırma, çünkü o yola ikilik sığmaz; sen kalma, çünkü senlik o durağa sığışmaz. Birde yok ol, sayıdan geç ki Allah’dan binlerce yardıma nâil olasın. Addan geç, ad sahibine yürü; adı bırak, gel de ad sahibi ol…
Bu dünyanın sonu sınırı var; o âleminse ne kıyısı var, ne sonu. Bunu gören göğe ağdı; Hakk’ın verdiği zevkle, şevkle perdeleri yırttı gitti.
O aşkın derdi, perdeleri yırtar; hattâ yeri, göğü bile deler geçer. Sen yok oldun, kalmadın mı, o vakit O gelir, görünür; o zaman anlarsın ki ortada senden başka kimsecik yok; değil mi ki sen şeyhine itaat ediyorsun, hem ruh kesildin hem beden, ikiniz de zevkle dopdolu bir hâle geldiniz demektir, ikiniz de şevkle dirildiniz artık. Bütün bedenlerdeki şevk birdir; sen bedenleri bırak da zevki şevki bir bil…”