MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXXVI

Kadının yola gelip söylediklerinden istiğfâr eylemesi.

Kadın, onu titiz ve hiddetli görünce ağlamaya başladı. Zaten ağlamak, kadının tuzağıdır.

2390. “Ben, senden bunu mu umardım? Senden başka ümidim vardı” dedi.

Kadın yokluk yoluna girip dedi ki: “Ben senin karın değil, ayağının toprağıyım.

Cismim, canım, neyim varsa senindir; hüküm de senin, fermân da!

Yoksulluk yüzünden sabrım tükendiyse bu da kendim için değil, senin için.

Sen, bana dertli zamanlarda devâ oldun; muhtaç olmanı istemiyorum.

2395. Canın için bu, kendim için değil. Bu ağlayış inleyiş hep senin için.

Ben, Tanrı hakkıyçin varlığımı her nefeste huzurunda fedâ etmek isterim.

Canım sana kurban olsun… Ne olurdu ruhun, buna vâkıf olsaydı.

Fakat sen, hakkımda böyle kötü zanna düşünce candan da usandım, tenden de.

Ey canımın rahatı! Sen bana böyle aykırı olunca altına da toprak saçtım, gümüşe de.

2400. Canımda da sen varsın, gönlümde de sen. Öyle olduğu hâlde bu kadarcık bir şeyden dolayı benden ayrılmaya kalkışıyorsun.

Kudret senin elinde, ayrılabilirsin; fakat senin bu niyetine karşılık candan özürler dilemekteyim.

O zamanları hatırla ki ben put gibi güzeldim, sen de karşımda puta tapan şamana benzerdin.

Bu kul, sana tâbîdir; gönlü senin dileğine göre aydınlanmış, yanmıştır. Neyi ‘Pişir, hazırla’ dersen, hemen ‘Pişti, yandı bile’ derim.

Ben senin ıspanağınım. İster ekşili pişir, ister tatlılı…

2405. Küfür söylemiştim; işte imana geldim. Can ve gönülle hükmüne tâbî oldum.

Senin şahane huyunu takdîr edemedim. Huzuruna küstâhça eşek sürdüm.

Fakat affından bir mum düzüp yakınca tövbe ettim; itirâzı bıraktım.

Kılıçla kefeni huzuruna koyuyorum; önüne boynumu uzatıyorum; vur!

Acı ayrılıktan dem vuruyorsun. Ne istersen yap, fakat bunu yapma!

2410. Gönlünde benim için gizlice bir özür dileyici vardır ki o, ben olmasam da bana şefaat edip durur.

Gönlündeki o özür dileyicim senin huyundur. Ona güvendiğimden gönlüm, kendisine suç aradı.

Ey ahlâkı yüz batman baldan daha güzel, daha tatlı olan kızgın adam! Sen de bana gönlünden ve gizlice merhamet et.”

Daha önceki bölümlerde, Yüce Pîr Mevlâna’nın, selâm üzerine olsun, bir anlatımında, kadını nefse, erkeği de akıla benzeterek şöyle buyurduğunu kaleme almıştık; “Bu kadınla erkek, nefsle akıldır. Aklı erkek bil. Kadın da bu nefs ve tabîattır. İyi kişiye de mutlaka lâzımdır, kötü kişiye de. Bu ikisi, toprak yurtta esir ve mahpusturlar. Gece gündüz savaşta macera içinde. Nefs, kadın gibi her işe bir çare bulmak üzere gâh toprağa döşenir, tevâzu gösterir; gâh ululuk diler, yücelir. Aklınsa, bu düşüncelerden zaten haberi yoktur. Fikrinde Allah gamından başka bir şey yoktur. Aklın hassâsı, işin sonunu görmektir. Akîbeti görmeyen akıl, nefstir. Nefse mağlup olan akıl, nefs hâline gelmiştir.”

Yunus Emre der ki, selâm üzerine olsun; “Kim nefsine hâkim olmuşsa bu âlemde, bilsin ki o kişi, ona bütün erenlerin eyvallahı var.” 

Hazreti Muhammed Efendimizin, selâm olsun üzerine, Uhud Savaşı’ndan dönerken sahâbesine, bu savaşın küçük bir savaş olduğunu, asıl büyük savaşın bundan sonra başlayacağını ve büyük savaşın da görünmeyen düşman olan nefsimizle savaşmak olduğunu buyurduğu üzere, Hakk yolunda asıl dava, nefsle mücâdeledir. Çünkü nefsimiz bir an dahî bizi bırakmaz, her an tuzaklar kurar ve hep o gâlib gelmek ister. 

“Bu yol ne kadar kolaysa, o kadar da zordur” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun ve tasavvuf yolunu demirden leblebi çiğnemeye benzeterek şöyle buyurur; “Tasavvuf yolu, demirden leblebi çiğnemektir. Nohudu dişsiz adam da çiğner. Ağzında iki üç gün tutar, yumuşatır, damağı ile ezer gider, ama demiri ezemez. Midesinde asit olması lâzım ki onu eritsin. Asitten maksat, aşktır; büyük aşk olacak ki o demir leblebi çiğnensin.”

Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, Nehc’ül-Belâga’da, Allah’ın yardımıyla nefsine gâlib gelen kişinin vasıflarını bakın nasıl anlatmaktadır…

“Ey Allah’ın kulları, Allah kullarından en sevgili olanı o kuldur ki Allah ona, nefsine karşı yardım etmiştir de o, hüznü, iç giyimi gibi giyinmiştir; korkuya da dış giyimi gibi bürünmüştür; derken hidâyet ışığı, gönlünde parıl parıl parlamaya, gönlünü ışıtmaya başlamıştır; konaklayacağı gün için de konukluk azığını hazırlamıştır. Kendisine uzağı yakınlaştırmıştır; çetin şeyi kolaylaştırmıştır. Bakmıştır da, izlerin sonunu, görmüştür; anmıştır da, hayır işleri, çoğaltmıştır. 

Tatlı, duru suyu kana kana içmiştir de ırmağın su içilecek yerlerine varması kolay olmuştur; dümdüz, tertemiz yola dalmıştır. Şehvetler elbisesinden soyunmuştur; bütün üzüntülerinden, sıkıntılarından kurtulmuştur da bir tek sıkıntıya, bir tek üzüntüye sarılmıştır, onunla başbaşa kalmıştır. 

Körlük sıfatından çıkmıştır; heves ehli ile iş birliği etmekten ayrılmıştır; hidâyet kapılarının kilitlerinden olmuştur; kötülükler, aşağılıklar kapılarına kilit hâline gelmiştir. Gittiği yolu görmüştür; tuttuğu yola girmiştir; alâmetlerini tanımıştır, bilmiştir; adamı boğacak yerlerini aşmıştır, sarılınacak iplerin en kuvvetlisine sarılmıştır. Artık, o, şüpheden arınmış inancında, güneş ışığı gibi parıl parıl parlar durur; her kendisine baş vurana cevap vermekte, her parça buçuğu aslına ulaştırmakta, kendisini, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah için işlerin en yücesine adamıştır. 

Karanlıkların ışığıdır o, şüpheli işleri aydınlatandır; gizli, örtülü şeylerin anahtarıdır o; güç şeyleri giderendir; uçsuz bucaksız çöllerin kılavuzudur. Söylenir, anlatır; susar, kurtulur. Özünü, işini gücünü Allah için hâlis bir hâle getirmiştir; Allah da ona ihlâs nasîb etmiştir. O, Allah dininin mâdenlerindendir; Allah’ın yerinin direklerindendir. Kendisine adâletle muâmeleyi gerekli kılmıştır; adâletinin başlangıcı da, kendisinden hevâsına, hevesine uymayı gidermesidir. Gerçeği över, anlatır; onunla da amel eder. 

Hayır için bir sınır yoktur ki oraya varmasın; sevap sandığı bir şey yoktur ki ona sarılmasın. Nefsinin yularını kitabın eline vermiştir; onu çekip götüren de odur; uyduğu da o. Yükünü o nerede indirirse o da oraya iner; konağı neresiyse o da oraya konar…

Noksan sıfatlardan münezzeh Allah’tan dileriz, bizi de, sizi de nimet yüzünden azmayan, sonun belirsiz olması yüzünden, Rablerinin itâatinde kusurda bulunmayan, ölümden sonra da pişmanlığa, mihnete, hasrete düşmeyen kullardan eylesin.”