Zamanında kerem ve ihsânda Hâtemî Taî’yi geçen ve nâziri bulunmayan halîfenin hikâyesi.
Eski zamanda bir halîfe vardı ki, Hâtem’i cömertliğine köle etmişti.
2240. İhsân ve adâlet bayrağını yüceltmiş, dünyadan yoksulluk ve ihtiyacı kaldırmıştı.
Deniz ve inci, onun vergisine nispetle ehemmiyetsiz bir hâle gelmiş, lütuf ve ihsân Kâf’tan Kâf’a yayılmıştı.
O padişah, topraktan ibâret olan şu yeryüzünde bulut ve yağmurdu. İnâm ve ihsân sahibi Tanrı’nın vericiliğine mazhârdı.
Deniz ve mâden, onun ihsânına karşı zelzeleye düşmüş, onun cömertliğine doğru kâfile kâfile gelip duruyordu.
Kapısı, hâcet kıblesiydi. Şöhreti, cömertlikte bütün âleme yayılmıştı.
2245. Onun vergisinden, onun cömertliğinden Acem de şaşırmıştı, Rum da. Türk de hayrete dalmıştı, Arap da.
Hayat suyu, kerem deniziydi. Onun yüzünden Arap da dirilmişti, Acem de!
Hikâyede adı geçen Hâtem, cömertliğiyle meşhûr bir Araptır ve Tay boyundandır. Hazreti Muhammed Efendimizin zamanında yaşamış, fakat Hazreti Muhammed’in nübüvvetini ilân edip, dâvete başlamasından önce vefât etmiştir. Kızı, Müslüman olmuş; oğlu ise, önce Şam’a kaçmış, lâkin sonra Medine’ye gelerek o da Müslümanlığı kabul etmiştir.
Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, kırk yaşlarında nübüvveti giydiği zaman, “Hem Musa ümmetine, hem Davud ümmetine, hem de İsa ümmetine kucak açmaya geldim; bütün âleme rahmet olmaya geldim” demiştir ve herkese insan olarak bakmış, aralarında hiç ayırım yapmamıştır.
Yüce Pîrimiz Mevlâna da, selâm üzerine olsun, Hazreti Muhammed Efendimizin bu sözüne dayanarak der ki: “Her ne isen yine gel, ister kâfir ol, istersen putperest ol, istersen yüzlerce sefer tövbeni bozmuş ol, yine gel. Burası bir umut kapısıdır, umutsuzluk kapısı değil, yine gel..”
Hazreti Ali Efendimiz, selâm üzerine olsun, “Dünyamızda ne kadar Müslüman varsa hepsinin din kardeşiyim, dünyamızdaki bütün insanların, insan kardeşiyim” diye seslenir.
Yüce Pîrimizin de dünyaya çok güzel bir seslenişi vardır, şöyle buyurur: “Sevgiye dâir ne varsa bu âlemde, ben orada varım. Kavgaya, savaşa dâir ne varsa, ben orada yokum.”
Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “İnsanlar, Hazreti Muhammed Efendimizin, Hazreti Ali Efendimizin, Hazreti Mevlâna’nın o güzel bakışlarından, insanî sözlerinden biraz nasîb alsalardı; bütün insanlık âlemine sevgi dolu seslenişlerine, bilginlerimiz kulak verselerdi, bu kavgalar, bu savaşlar çıkmazdı” der, “Çünkü onlar cemaatlerine, kural koymadan, cemaatlerinin dertlerini dinleyip, sözleri ile devâ oldular, gönülleri tamir ettiler. Bu yüzden toplumda sevildiler. Biz ayırım yapmadan hepsini seviyoruz. Çünkü hizmetleri güzel. Onun için yolumuz gönül tamircisi olmak, sevgiden söz etmek ve sevgide yaşatmaktır.”
Yüce Pîr Mevlâna’ya sorarlar: “Peygamberler hakkında ne buyurursunuz?”
“Benim bakışımda bütün Peygamberler Ahmed. İsa da Ahmed, Musa da Ahmed, Davud da Ahmed. Çünkü peygamberlerin hepsi benim sevdiğim Allah’tan konuştular. Elinizde yüz tane mum var ve hepsini uyandırdınız diyelim. Hepsini uyandırınca istersen en öndekine bağlan, istersen en sondakine” diye cevap verir.
“Neden?” derler.
“Çünkü hepsinin görevi karanlığı ortadan kaldırmaktır.”
Yine sorarlar: “Yâ Mevlâna, dinler hakkında ne buyurursun?”
Mevlâna şu cevabı verir: “Dinlerde ibâdet farkı var; bütün dinlerde amaç bir, hepsi benim inandığım Allah’a koşmaktadır.”
“Din, kuralı yaşatmak değil, kim tebliğ etti ise, onu sevmektir” der Hasan Dede, “Bizim dinimiz insandır. Kurallar olsun olmasın ben onu gönlüme koymadıktan sonra o kuralların kıymeti yoktur. Allah bütün güzelliklerini peygamberler ile insanlara sundu. Bütün peygamberler insanlığa ışık tutmak, karanlıkları kaldırarak, insanları aydınlığa götürmek, birliğe, kardeşliğe dâvet etmek için geldiler. Hiçbiri insanlara kötülük yapmadı. Peygamberlerin hepsi Allah’tan elçilik yaptılar. İnsanların sırtlarından yüklerini aldılar, onları doğru yola sevk ettiler. Peygamberleri en iyi tanıyarak dünyaya en güzel mesajı veren Hazreti Mevlâna’dır. Biz de âcizane ellisekiz seneden beri onun temsilcisiyiz. Onun dilini kullanmakta, onunla yürümekte, onunla yaşamaktayım ve onu yaşadığım kadar yaşatmaya çalışacağım.”
Rubaî:
“Bu sevdâma lâyık nârâ nerede; benim nurlarımı saçan bir güneş ve ay var mı?.. Yâ Rabbi! Canıma şu dilden başka bir dil ver de, Sen’in büyüklüğünden, Sen’in birliğinden söz ederken gönül sazımın teli kopmasın!”