MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXIV

“Cemaat çoğaldı, vaaz ettiğin zaman mübârek yüzünü göremiyoruz” diye Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem için minber yaptıkları vakit (evvelce dayanıp vaaz ettiği) hannâne direğinin inlemesi ve Peygamber’le sahâbenin o iniltiyi işitmeleri, Mustafa sallallahu aleyhi ve sellemin o direkle açıkça sual ve cevabı.

Hannâne direği, Peygamber’in ayrılığı yüzünden akıl sahipleri gibi ağlayıp inliyordu.

Peygamber, “Ey direk, ne istiyorsun?” dedi. O da “Canım, ayrılığından kan kesildi.

2110. Bana dayanıyordun, şimdi beni bıraktın. Minberin üstüne çıktın” dedi.

Bunun üzerine Peygamber ona dedi ki: “Ey iyi ağaç, ey sırrı bahta yoldaş olan!

Söyle, ne istersin? Dilersen seni yemişlerle dolu bir hurma fidanı yapayım ki doğudakiler de, batıdakiler de senin hurmanı yesinler.

Yâhut Tanrı, seni o âlemde bir selvi yapsın da ebedîyen ter ü taze kal” dedi.

Hannâne “Dâim ve bâkî olanı isterim” dedi. Ey gâfil, dinle de bir ağaçtan aşağı kalma!

2115. Peygamber, kıyâmet günü insanlar gibi dirilmesi için o ağacı yere gömdü.

Bunu duy da bil ki Tanrı, kimi kendisine davet ettiyse o kimse bütün dünya işlerinden vazgeçmiştir.

Kim, Tanrı’dan tevfîke mazhâr olursa o âleme yol bulmuş, dünya işinden çıkmıştır.

Bir kimsenin Tanrı sırlarından nasîbi olmazsa cemâdın inlemesini nasıl tasdîk eder?

Evet, der ama yürekten değil. Kendisine münâfık demesinler diye tasdîk edenlere uyar, zâhiren tasdîk eder.

2120. Eğer cemâdat Tanrı’nın “Kûn” emrine vâkıf olmasa, bu söz âlemde o vakit reddedilirdi.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir kasîdesinde bakın ne güzel seslenir:

“Ben de kendimde değilim, sen de kendinde değilsin, şimdi bizi kim eve götürecek? Sana, kaç defa, iki üç kadeh az iç diye söyledim. 

Şehirde de aklı başında kimseleri göremiyorum. Herkes öbüründen beter, deli dîvâne, öbüründen beter taşkın ve coşkun. 

Sevgili, aşk meyhânesine gel de can lezzetini seyret, sevgilinin sohbeti olmadıktan sonra, cana bir hoşluk, bir zevk yoktur. 

Her tarafta elinde şarap testisi, mest olmuş bir kişi var. Güzelliği ile herkesi mest edip coşturan sakî de eline büyük bir kadeh almış dolaşıyor. 

Sen kendini meyhâneye vakfetmişsin. Gelirin de, giderin de şaraptır. Bu vakıftan ayık olanlara, aklı başında olanlara sakın bir habbe bile verme! 

Evden dışarı çıktım. Bir sarhoşa rastladım. O öyle güzeldi ki, her bakışında yüzlerce gül bahçesi, yüzlerce köşk gizli idi.

Ona; ‘Nerelisin?’ dedim. Benimle alay eder gibi; ‘Benim yarımım Türkistanlı, yarımım Ferganalıyım. 

Yarımım sudan topraktan, yarımım candan gönülden, yarımım deniz, yarımım baştan başa inci’ dedi. 

‘Bana, arkadaş ol, ben senin yabancın değilim. Senin akrabanım’ dedim. Bana dedi ki: ‘Ben akrabamla yabancıyı, tanıdıkla tanımadığımı ayırdedemiyorum.’

Ben aşığım, sarığım da yok. Meyhânecinin yurdundanım. Her şeyi gören gözlerle dolu bir gönlüm var. Şimdi durumu açıklayayım mı? Susayım mı? 

Böyle bir güzelin mesti olan, nihâyet bir ağaçtan, bir direkten de aşağı olmaz. Hannâne direğinden bir feryâd kopmamış mı idi?”

Âşık olan sevgilisinden bir an dahî ayrı kalmak istemez; ayrı kalırsa Hannâne direği gibi inler. Zîrâ Hannâne direği, ‘inleyen direk’ demektir. 

Hasan Dede, selâm üzerine olsun, “Dünya kuruluşundan beri bütün varlıklar, hep devrândadır” der, “İnsanın tekâmülünü tamamlaması için misâl olarak bütün dünya varlıklarından gönlünü çekmesi lâzım. Gönül tamamen Yaratıcı’ya bağlanır, O’nun sevgisi, O’nun muhabbeti, O’nun bakışıyla hareket edilirse yol alınır. Eğer hem orayı, hem burayı, hem de Allah’ı severim dersen, kemâlata eremezsin. Bir kişi iman ettiği yerin hâline bürünürse, o kişide tekâmül başlar. Sevgi yüzde seksen başka yere, yüzde yirmi Hakk’a ise orada tekâmül olmaz.”

Âşık, her nerede olursa olsun, her ne yaparsa yapsın dâima sevgilisiyle muhabbettedir; onunla öyle bir gönül âlemine dalmıştır ki, dünyayla hiçbir alâkası kalmamıştır. Onun gözünden gören, kulağından işiten, dilinden konuşan, elinden tutan, iman ettiği Rabbidir; dâima O’nunla râbıtadadır.

Nitekim, selâm olsun üzerine, İmam Ali Efendimiz şöyle buyurur: “İman, kalben bilip tasdîk etmek, dil ile söyleyip inandığın yola gönül vermek, beden uzuvlarıyla da amel etmektir.”

Fakat, ‘Bir kimsenin Tanrı sırlarından nasîbi olmazsa cemâdın inlemesini nasıl tasdîk eder?’

Hasan Dede, Peygamber Efendimiz ve Ebû Cehil arasında geçen bir kıssayı şöyle anlatır: “Bir gün Hazreti Muhammed Efendimiz yolda giderken karşısına Ebû Cehil çıktı. 

Ebû Cehil’in iki elinde birer taş vardı. Resulallah’ı imtihana tutmak istedi ve, ‘Ey Muhammed’ dedi, ‘elimdekilerin ne olduğunu bilirsen, söz veriyorum sana, şehâdet edeceğim ve senin dinine geçeceğim.’ 

Hazreti Resulallah, ‘Ey amcam’ dedi, ‘ben onların ne olduklarını söylesem bile, senin şehâdet etmeyeceğini biliyorum. Ama mâdemki istiyorsun, onlar kendileri söylesinler sana ne olduklarını.’ 

O anda taşlar dile geldi: ‘Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdûhu ve resûluhu; biz taşız.’ 

Ebû Cehil bunu duyar duymaz elindeki taşları yere fırlattı ve dönüp Hazreti Resulallah’a, ‘Sen nasıl bir büyücüsün!’ dedi. Taş, cemâdat hâliyle şehâdet etti, fakat Ebû Cehil etmedi.”

‘Eğer cemâdat Tanrı’nın “Kûn” emrine vâkıf olmasa, bu söz âlemde o vakit reddedilirdi.’