“Elbette geçeceksiniz bir hâlden bir hâle; artık ne oluyor onlara ki inanmıyorlar?” (İnşikâk, 19-20)
Her otun, her şekerin zamânede bir oluş müddeti vardır.
Lâlin, güneşin tesîriyle renk, parlaklık ve letâfet elde etmesi için yılların geçmesi gerektir.
Alelâde otlar, iki ay içinde yetişir. Fakat kırmızı gül, ancak bir yılda yetişir gül verir.
2590. Yüce ve ulu Tanrı, bunun için eceli, yâni her şeyin müddetini En’âm suresinde anlatmıştır.
Bunu duydun ya; her kılın kulak kesilsin… Bu duyduğun âb-ı hayattır, âfiyet olsun!
Bu söze söz deme, âb-ı hayat de. Bu sözü, eski harfler teninde yepyeni bir ruh olarak gör.
Arkadaş; başka bir nükte daha duy. Bu nükte can gibi hem apaçık meydandadır, hem de gâyet inceden inceye gizli.
Bir yer olur ki bu yılan zehri, Tanrı’nın tasarruflarıyla gâyet tatlı ve lezzetli bir hâle gelir.
2595. Bir yerde zehirdir, bir yerde ilaç… Bir yerde küfürdür, bir yerde tam lâyık ve yerinde.
Orada cana zarar verir, ama burada dermân kesilir.
Su, koruk içinde ekşidir; fakat üzüme gelince tatlılaşır, güzelleşir.
Sonra küpün içine girince acır, harâm olur… Sirke olunca ne güzel katıktır!
“Tohum toprağa ekildiği zaman, mevsimi gelince çiçekler, ekinler, meyvalar şeklinde suretini verir” diye buyurur Hasan Dede, selâm olsun üzerine, ve insan tohumunun da yetişip olgunlaşmasını ve sonrasındaki vazîfesini şöyle dile getirir: “İnsan olanın vazîfesi, bu âlemde kişiliğini bulup sevenlerine insanlık tohumu atmaktır. İnsanlık tohumunu attığı zaman kendisini onlarda ekmiş olur ve bu âlemden göçtükten sonra, sevgiyle rahmetle anılır. Bir insan dünyaları kazansa böyle bir sıfata bürünemedikten sonra bütün kazançları boştur.
Hazreti Muhammed, Hüdâvendigâr Mevlâna, Evliyâullah ve bütün Pîrân insanlık tohumu attılar. Kim gönül verip imanla baktı ise, oranın vârisi oldu. Bütün amaç, biraz edebîyata yönelmek, insanlık terbiyesi alarak, insan gibi yaşamak, insan gibi konuşmak, insan gibi bu âlemden göç ettikten sonra rahmetle anılır olmaktır.”
Ne güzel buyurur Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun: “Bizim aslımızı, ihsân sahibi Allah yetiştirdi, nihâyet ağaç kalınlaştı, doğrulup yükseldi de, su ve çamur içinde olan canlar da bataklıklardan, su ve çamurdan kurtulunca gönülleri sevinç dolu bir hâlde, Allah aşkının havasında raksederler; ayın on dördü gibi noksansız ve tam bir hâle gelirler. Tenleri oynayıp durur, ya canları ne hâldedir? Sorma!.. Tamamiyle can olanlara gelince; onları hiç sorma anlatmaya imkân yok!..”
Yüce Pîr, Fîhi Mâ-Fîh’de yine şöyle seslenmektedir: “‘Artık nereye dönerseniz dönün, Allah’ın zâtına dönersiniz.’ Bu, boyuna böyledir, tecellî hiç kesilmez, sonsuzdur, ölümsüzdür. Âşıklar, kendilerini o zâta fedâ etmişlerdir, karşılık da istemezler. Âşıklardan başkalarıysa en’âm, yâni yayılan hayvanlara benzerler.
Yayılan hayvanlardır amma kendilerine nimet verilmeye de lâyıktır bunlar. Ahırdadır onlar amma ahır sahibinin makbulüdür onlar. Dilerse içlerinden birini alır, has ahırına götürür. Hani önceden yoktu, onu varlığa getirdi. Varlık tavlasından cansızlar arasına getirdi; cansızlar tavlasından bitkiler tavlasına, bitkilikten hayvanlığa, hayvanlıktan insanlığı, insanlıktan da melekliğe getirdi; bunun da sonu yoktur zâti. Bütün bunları da, onun bu çeşit pek çok, birbirinden yüce tavlaları olduğunu ikrâr etmen için gösterdi.”
Nitekim, “O, öyle bir Tanrı’dır ki sizi balçıktan yaratmıştır da ölüm vaktini takdîr etmiştir ve kıyâmetin kopacağı zamana ait bilgi de O’ndadır, O’nun katındadır, fakat yine de şüphe edersiniz siz.” (En’âm, 2)
Rubaî:
“Şu hem gizli, hem apaçık olan meydanda bulunan aşk, ne kadar kan dökücüdür, ne kadar zâlimdir?
Onun eliyle öldürüldüğün gün, yaşamaya kavuşacaksın. Yaşayan kişiler kimlerdir; aşk yüzünden ölen kişiler!
Aşkın gizli kalmasına imkân yok! Âşık olanın bütün sırlan meydandadır.
Aşk yoksa, zevk veren güzellik de yoktur! Bu ne güzelliktir; bu güzelliği alkışlayınız!”