MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXXIX

O adamın kendisini karısına teslim etmesi, kadının istek ve itirâzını Hakk’ın emri bilmesi… Dönen bir şeyi bir döndürenin bulunduğu, her bilene göre aklen sabittir.

Avamdan olan birisinin ölüm anında avamlıktan pişman olması gibi o bedevî de söylediğine pişman oldu.

“Canımın canına nasıl oldu da düşman kesildim; canımın başına nasıl oldu da tekmeler savurdum?” dedi.

2435. Aklımız baştan ayağa fark etmesin diye kazâ geldi mi, gözümüzü örtüyor.

Kazâ geçince, insan kendisini yemeye başlar. Perdesi yırtılan, sırrı meydana çıkan, yakasını yırtar.

Bedevî dedi ki: “Ey kadın, pişman oluyorum. Kâfir olmuşsam bile Müslüman olmaktayım.

Sana karşı suçluyum bana acı; beni kökümden, dibimden kâmilen söküp atma!”

İhtiyar kâfir, pişman olursa özür getirmeye başlar ve Müslüman olur.

2440. Tanrı tapusu, rahmet ve keremlerle dopdoludur. Varlık da ona âşık yokluk da.

Küfür de ululuk sahibi Tanrı’ya âşıktır, iman da; bakır da o kimyânın kuludur, gümüş de!

İmam Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, buyurur ki: “Kazâ geldiği vakit göz kör olur.”

Hasan Dede, selâm üzerine olsun, takdîr-i ilâhîden misâl vererek şöyle söyler: “Cenâb-ı Allah, bir şey takdîr etti mi, o yerine gelir ama tedbîrde kusur etmemek lâzım. Tedbîrde kusur edersen, başına bir kazâ gelebilir. 

Hazreti Ali’ye sormuşlar: ‘Dünyada senden yiğit var mı?’ 

‘Var’ demiş, ‘Ayakkabısını silkelemden giyen, evinin kapısını kilitlemeden uyuyan, köprünün ayaklarına bakmadan atla geçen, benden yiğittir.’ 

O devirlerde binalar tek katlıymış ve çok akrep bulunurmuş. Sabah ayakkabısını silkelemeden giymişse, içinde akrep varsa, sokar öldürür. Kapısını kilitlememişse, evine hırsız girip başına bir taşla vurursa, bi gayri hak gider. Yine köprünün ayaklarını kontrol etmeden atla geçmişse, eğer köprü onu zor taşıyacak durumdaysa ve bir de atla geçmeye kalkmışsa, kazâya atla gider. Bu yüzden tedbîr şarttır. 

Diğer taraftan, tedbîrini bozacak takdîr-i ilâhî var ya, o Allah ne işlerse, o tedbîr işinde de güzel işler. Allah’ın çirkin işi yoktur. 

Yunus’un dediği gibi, ‘Deme bu niçin böyle, o yerindedir öyle.’ Birinin başına çirkin bir şey gelirse onu Allah’tan değil, kendi nefsinden bilsin. Allah bütün kötülüklerden münezzehtir. Bunu sık sık söylüyoruz, Allah belâ vermez. Kişi çirkin işlerde bulunur, büyüklerin sözünü dinlemezse, başına kazâ, belâ gelir, kişi belâya kendi gider. İnsanlar, tecrübe sahiplerinin sözlerini dinlerlerse kazanca giderler.”

“Bunca lütuflar neden ötürüdür? Allah dostlarına ulaşma için” diye seslenir Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine ve şöyle devam eder: “Kötülükten pişman olup da, ‘Allah!’ diye yalvarınca, seni o çeker, belâlardan kurtarır… Suçtan korkuyorsun, candan perişan oluyorsun da o lâhzada seninle beraber olan korkutanı neden görmüyorsun? Eğer gözünü o bağladıysa sen onun elinde bir zar gibisin; bazen yerde yuvarlar, bazen havaya fırlatır; bazen tabîatine, altın ve gümüş sevdâsına kor, bazen de canına Cenâb-ı Mustafa’nın hayali nurunu bağışlar. Hâsılı o taraf hoşlar tarafına çeker, bu taraf hoş olmayanlar tarafına çeker; böylelikle gemi, bu girdapları ya geçer yahut da parçalanır.”

Kasîde:

“Ey iki gözüm; gündüz oldu! Penceremden bak; güneşin aslı sensin! Mâdemki geldin, günümüzü seher vakti yap! 

Aradıklarını bul, istediklerini meydana çıkar; sen, aşağı yukarı bütün varlıklardan münezzehsin! Şu eskimiş, harâb olmuş dünya evinin altını üstüne getir! 

Çünkü âlem, tamamiyle yoktur; var gibi görünen bir yokluktur! Bir an içinde onu, ‘kün’ emriyle var et! Dünya, zehirli bir yılandır; sen, onun zehirini şeker hâline getir! 

Nerede kuru, çorak bir yer görürsen, orada çeşmeler akıt, orayı yeşert; nerede bir taş görürsen, onu nurunla mücevher yap! 

Âşığın arkasında bir düşman görürsen, ona bir sille vur, onu yok et! 

Ne zamana kadar; ‘Onlar kördür, görmezler!’ diye özür dileyeceksin? Onların kör olmamalarını istiyorsan, gözlerine bir görüş ver! 

Gözlerinde perde olmamasını istiyorsan, emret ki, perdeler kaldırılsın, körlükten kurtulsunlar!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXXVI

Kadının yola gelip söylediklerinden istiğfâr eylemesi.

Kadın, onu titiz ve hiddetli görünce ağlamaya başladı. Zaten ağlamak, kadının tuzağıdır.

2390. “Ben, senden bunu mu umardım? Senden başka ümidim vardı” dedi.

Kadın yokluk yoluna girip dedi ki: “Ben senin karın değil, ayağının toprağıyım.

Cismim, canım, neyim varsa senindir; hüküm de senin, fermân da!

Yoksulluk yüzünden sabrım tükendiyse bu da kendim için değil, senin için.

Sen, bana dertli zamanlarda devâ oldun; muhtaç olmanı istemiyorum.

2395. Canın için bu, kendim için değil. Bu ağlayış inleyiş hep senin için.

Ben, Tanrı hakkıyçin varlığımı her nefeste huzurunda fedâ etmek isterim.

Canım sana kurban olsun… Ne olurdu ruhun, buna vâkıf olsaydı.

Fakat sen, hakkımda böyle kötü zanna düşünce candan da usandım, tenden de.

Ey canımın rahatı! Sen bana böyle aykırı olunca altına da toprak saçtım, gümüşe de.

2400. Canımda da sen varsın, gönlümde de sen. Öyle olduğu hâlde bu kadarcık bir şeyden dolayı benden ayrılmaya kalkışıyorsun.

Kudret senin elinde, ayrılabilirsin; fakat senin bu niyetine karşılık candan özürler dilemekteyim.

O zamanları hatırla ki ben put gibi güzeldim, sen de karşımda puta tapan şamana benzerdin.

Bu kul, sana tâbîdir; gönlü senin dileğine göre aydınlanmış, yanmıştır. Neyi ‘Pişir, hazırla’ dersen, hemen ‘Pişti, yandı bile’ derim.

Ben senin ıspanağınım. İster ekşili pişir, ister tatlılı…

2405. Küfür söylemiştim; işte imana geldim. Can ve gönülle hükmüne tâbî oldum.

Senin şahane huyunu takdîr edemedim. Huzuruna küstâhça eşek sürdüm.

Fakat affından bir mum düzüp yakınca tövbe ettim; itirâzı bıraktım.

Kılıçla kefeni huzuruna koyuyorum; önüne boynumu uzatıyorum; vur!

Acı ayrılıktan dem vuruyorsun. Ne istersen yap, fakat bunu yapma!

2410. Gönlünde benim için gizlice bir özür dileyici vardır ki o, ben olmasam da bana şefaat edip durur.

Gönlündeki o özür dileyicim senin huyundur. Ona güvendiğimden gönlüm, kendisine suç aradı.

Ey ahlâkı yüz batman baldan daha güzel, daha tatlı olan kızgın adam! Sen de bana gönlünden ve gizlice merhamet et.”

Daha önceki bölümlerde, Yüce Pîr Mevlâna’nın, selâm üzerine olsun, bir anlatımında, kadını nefse, erkeği de akıla benzeterek şöyle buyurduğunu kaleme almıştık; “Bu kadınla erkek, nefsle akıldır. Aklı erkek bil. Kadın da bu nefs ve tabîattır. İyi kişiye de mutlaka lâzımdır, kötü kişiye de. Bu ikisi, toprak yurtta esir ve mahpusturlar. Gece gündüz savaşta macera içinde. Nefs, kadın gibi her işe bir çare bulmak üzere gâh toprağa döşenir, tevâzu gösterir; gâh ululuk diler, yücelir. Aklınsa, bu düşüncelerden zaten haberi yoktur. Fikrinde Allah gamından başka bir şey yoktur. Aklın hassâsı, işin sonunu görmektir. Akîbeti görmeyen akıl, nefstir. Nefse mağlup olan akıl, nefs hâline gelmiştir.”

Yunus Emre der ki, selâm üzerine olsun; “Kim nefsine hâkim olmuşsa bu âlemde, bilsin ki o kişi, ona bütün erenlerin eyvallahı var.” 

Hazreti Muhammed Efendimizin, selâm olsun üzerine, Uhud Savaşı’ndan dönerken sahâbesine, bu savaşın küçük bir savaş olduğunu, asıl büyük savaşın bundan sonra başlayacağını ve büyük savaşın da görünmeyen düşman olan nefsimizle savaşmak olduğunu buyurduğu üzere, Hakk yolunda asıl dava, nefsle mücâdeledir. Çünkü nefsimiz bir an dahî bizi bırakmaz, her an tuzaklar kurar ve hep o gâlib gelmek ister. 

“Bu yol ne kadar kolaysa, o kadar da zordur” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun ve tasavvuf yolunu demirden leblebi çiğnemeye benzeterek şöyle buyurur; “Tasavvuf yolu, demirden leblebi çiğnemektir. Nohudu dişsiz adam da çiğner. Ağzında iki üç gün tutar, yumuşatır, damağı ile ezer gider, ama demiri ezemez. Midesinde asit olması lâzım ki onu eritsin. Asitten maksat, aşktır; büyük aşk olacak ki o demir leblebi çiğnensin.”

Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, Nehc’ül-Belâga’da, Allah’ın yardımıyla nefsine gâlib gelen kişinin vasıflarını bakın nasıl anlatmaktadır…

“Ey Allah’ın kulları, Allah kullarından en sevgili olanı o kuldur ki Allah ona, nefsine karşı yardım etmiştir de o, hüznü, iç giyimi gibi giyinmiştir; korkuya da dış giyimi gibi bürünmüştür; derken hidâyet ışığı, gönlünde parıl parıl parlamaya, gönlünü ışıtmaya başlamıştır; konaklayacağı gün için de konukluk azığını hazırlamıştır. Kendisine uzağı yakınlaştırmıştır; çetin şeyi kolaylaştırmıştır. Bakmıştır da, izlerin sonunu, görmüştür; anmıştır da, hayır işleri, çoğaltmıştır. 

Tatlı, duru suyu kana kana içmiştir de ırmağın su içilecek yerlerine varması kolay olmuştur; dümdüz, tertemiz yola dalmıştır. Şehvetler elbisesinden soyunmuştur; bütün üzüntülerinden, sıkıntılarından kurtulmuştur da bir tek sıkıntıya, bir tek üzüntüye sarılmıştır, onunla başbaşa kalmıştır. 

Körlük sıfatından çıkmıştır; heves ehli ile iş birliği etmekten ayrılmıştır; hidâyet kapılarının kilitlerinden olmuştur; kötülükler, aşağılıklar kapılarına kilit hâline gelmiştir. Gittiği yolu görmüştür; tuttuğu yola girmiştir; alâmetlerini tanımıştır, bilmiştir; adamı boğacak yerlerini aşmıştır, sarılınacak iplerin en kuvvetlisine sarılmıştır. Artık, o, şüpheden arınmış inancında, güneş ışığı gibi parıl parıl parlar durur; her kendisine baş vurana cevap vermekte, her parça buçuğu aslına ulaştırmakta, kendisini, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah için işlerin en yücesine adamıştır. 

Karanlıkların ışığıdır o, şüpheli işleri aydınlatandır; gizli, örtülü şeylerin anahtarıdır o; güç şeyleri giderendir; uçsuz bucaksız çöllerin kılavuzudur. Söylenir, anlatır; susar, kurtulur. Özünü, işini gücünü Allah için hâlis bir hâle getirmiştir; Allah da ona ihlâs nasîb etmiştir. O, Allah dininin mâdenlerindendir; Allah’ın yerinin direklerindendir. Kendisine adâletle muâmeleyi gerekli kılmıştır; adâletinin başlangıcı da, kendisinden hevâsına, hevesine uymayı gidermesidir. Gerçeği över, anlatır; onunla da amel eder. 

Hayır için bir sınır yoktur ki oraya varmasın; sevap sandığı bir şey yoktur ki ona sarılmasın. Nefsinin yularını kitabın eline vermiştir; onu çekip götüren de odur; uyduğu da o. Yükünü o nerede indirirse o da oraya iner; konağı neresiyse o da oraya konar…

Noksan sıfatlardan münezzeh Allah’tan dileriz, bizi de, sizi de nimet yüzünden azmayan, sonun belirsiz olması yüzünden, Rablerinin itâatinde kusurda bulunmayan, ölümden sonra da pişmanlığa, mihnete, hasrete düşmeyen kullardan eylesin.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXI

“Âşık Hasan bu yolda sana yoldaştır, Mevlâna âşıka eşsiz bir baştır, Mevlâna sevgisi nefse savaştır, unutan yoksula umuttur Mevlâna.” Hasan Dede

Çalgıcı bir hayli ihtiyarlayıp zayıflayınca kazançsızlıktan bir parçacık yufka ekmeğine bile muhtaç bir hâle geldi.

Dedi ki: “Tanrım, bana çok ömür ve mühlet verdin, hakîr bir kişiye karşı lütuflarda bulundun.

2080. Yetmiş yıldır isyân edip durdum. Benden bir gün bile ihsânını kesmedin.

Bugün kazanç yok, senin konuğunum. Çengi sana çalacağım, gayrı seninim.”

Çengi omuzlayıp Tanrı’yı aramaya yola düştü; âh ederek Medîne mezarlığına doğru yollandı.

“Tanrı’dan kiriş parası isteyeceğim. Çünkü o, kendisine karşı hâlis olan kalplere kerem ihsân eder” dedi.

Bir hayli çeng çalıp ağladı ve başını yere koydu, çengi yastık yaptı bir mezara yaslandı.

2085. Çalgıcıyı uyku bastırdı, can kuşu kafesten kurtuldu; çalgıyı da, çalgıcıyı da bırakıp sıçradı.

Saf bir âleme, can sahrâsına vararak tenden ve cihan mihnetinden kurtuldu.

Canı, orada macerasını şöyle terennüm etmekteydi: Beni burada bıraksalardı…

Canım bu bahçede, bu bahar çağında ne hoş bir hâle gelir, bu ovanın bu gayb lâleliğinin sarhoşu olurdu.

Başsız, ayaksız seferler eder, dişsiz, dudaksız şekerler yerdim.

2090. Felek sâkinleriyle zahmetsiz, mihnetsiz zikre, dimağsız fikre dalar, onlarla lâtifeler ederdim.

Gözleri kapalı olarak bir âlem görür; elsiz, avuçsuz güller, reyhânlar devşirirdim…

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, Dîvân-ı Kebîr’indeki bir beyitinde buyurur ki: “Sonunda gayb âlemi gelir yetişir. Seni şu içinde yaşadığın suret âleminden çeker, çıkarır. Fakat, sen yine de bu yolda rahatça yürümen için, yürürken eteğini çekmen gerek. Çünkü yürüdüğün yol, âşıkların kanları ile bulanmıştır.”

Bu dünya yaşamında bazen sevinçlere, bazen de sıkıntılara düştük; çektiğimiz sıkıntıların sebebini gördük, ders aldık veya görsek de görmemezlikten geldik; dünya nimetleriyle oyalandık, çokça sevindik, aslımızdan uzaklaştık. Oysa dünya, gerek sevinçleriyle gerek sıkıntılarıyla bir imtihan yeri; bir diğer vech ile, o güzel Yaratıcı’nın kullarını Kendisine çekiş yeri… Hasan Dede’nin, selâm olsun üzerine, bir şiirinde, “Önce gelin burada, bir kez soyunun arının. Sonra düşün yoluna, Hazreti Mevlâna’nın” diye söylediği üzere, bir arınma yeri.

“Dünya nedir? İmtihan yeri” der Hasan Dede ve şöyle devam eder: “Allah’ın kulunu imtihan edişi, o kula kendi hâlini bildirmek içindir. Kullar, yâni insanlar çocuk gibidirler; kendi hâllerini bilmezler. Kul bu imtihanı kazanırsa, yâni başına gelen felâketlerden ibret alabilirse, Allah’ın lütfuna mazhâr olur, zevke dalar; ibret alamazsa azâba düşer.

O kadar incedir ki bu yol, dünya varlıklarının hepsinden temizlenmen gerekir, hattâ evlâdının, eşinin, dostunun, akrabanın bile yeri yoktur orada. O, senin gönlünde kendisinden başka hiçbir varlığın olmasını istemez. Bu derece büyük bir sevgi ister bizlerden. Ancak bütün bunlar yerine geldiği zaman, O, gösterir yüzünü.

Evet, Allah’ı taşımak kolay değildir. Allah’ın gücüne, kuvvetine nâil olmak ağır bir iştir. Eğer ebedî bir yaşam istiyorsan, o zaman nefsini zorlayacaksın. Gülmek kolay, ağlamak zordur; ama o ‘Kudret’ için taklitsiz, riyâsız ağlamak lâzım. Ağlayan aşıkları ağlatan kudreti görebilseydik, o zaman derdi verenin dermân olduğunu bilebilirdik.”

Yunus Emre, selâm üzerine olsun, bakın bir menkîbede nasıl bir dil sarfediyor:

“Bir gece Yunus Emre bir mânâ (rüyâ) görüyor. Mânâsında sonsuz güzellikte öyle bir yere geliyor ki, dünya güzellikleri bu güzelliklerin yanında çok sönük kalıyor.

Hayranlık içinde dönüp orada bulunanlara, ‘Burası neresidir?’ diye soruyor.

Ona, ‘Burası cennet-i âlâdır’ diye cevap veriyorlar. 

Bunun üzerine Yunus hemen, ‘Peki o zaman buranın sahibi nerededir?’ diye soruyor. 

O zaman Yunus’a diyorlar ki: ‘Sen daha ölmedin, ey Yunus! Sevgilinin yüzünü göremezsin.’ 

İşte Yunus bu cevabı duyar duymaz feryâd ediyor: ‘Beni buradan çıkarın. Yedi denizi cehennem hâline getirin, beni oraya koyun. Buraya aldığınız zaman beni Sevgiliyle alın’…”

Kasîde:

“Maddî yönden sen fakirsin, fakirsin, fakir oğlu fakirsin ama, mânevî yönden, taşıdığın ilâhî emânet sebebiyle büyüksün, büyüksün, büyük oğlu büyüksün.

Ey şekle bürünmüş, beden elbisesini giymiş can! Sen kat kat tâlihsin. devletsin. Aslında sen ne topraktansın, ne suretsin, ne göktensin; sen ezelden, göklerin bile ötesinden gelmişsin. 

Sen o gizli ezel şehrindensin, varlığımızı da o gizli şehre çeker, götürürsün. Sen ne şey’e aldanırsın, ne de birinin özrünü kabul edersin. 

Sen baştanbaşa âb-ı hayatsın, baştanbaşa şekersin, şeker kamışısın. Herkese şükürsün, kurtuluşsun, ne mahmûrsun ne de mahmûrluk verirsin.

Değersiz, küçük bir kurda, bir böceğe ipekler, atlaslar dokutursun, sana hiç bir kimse ziyân vermez. Şükredersin, şükürlerde bulunursun. 

Yokluğa baktım da dertlerden, elemlerden kurtulmuş, senin aşk kanadınla uçan zerreler gördüm. 

Ateş seni görse, ateşliğini bırakır, erir, tatlı su olur. İnkâr eden seni görse, İnkârından kurtulur, mümin, inanan bir kişi olur.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXLVI

“Onlar kendi varlıklarından fânî ve dost ile bâkîdirler. Bu ne garip şeydir ki onlar hem varlar, hem yoklar.” Sultan Veled

Velîlerin içli nağmeleri evvelâ der ki: “Ey yokluk âleminin cüzîleri!

1920. Kendinize gelin; nefs yokluğundan baş çıkarın; bu hayali, bu vehmi bir tarafa atın!

Ey kevn ü fesad âleminde tamamiyle çürümüş canlar! Ebedî canlarınız ne vücuda geldi, ne doğdu!”

O nağmelerden pek az, pek cüzî bir miktarını söylesem canlar, mezar ve merkatlerinden baş kaldırırlar.

Kulak ver! O nağmeler uzakta değil; fakat sana söylemeye izin yok.

Agâh ol ki velîler, zamanın İsrâfil’idirler. Ölüler, onlardan can bulur, gelişirler.

1925. Ölü canlar, ten mezarında kefenlerine bürünmüş yatarlarken onların sesinden sıçrayıp kalkarlar.

Derler ki: Bu ses, öbür seslerden bambaşka; çünkü diriltmek Tanrı sesinin işidir.

Biz öldük, tamamiyle çürüdük, mahvolduk. Fakat Tanrı sesi gelince hepimiz dirildik, kalktık.

Tanrı sesi, ister hicâb ardından, ister hicâbsız gelsin… Cebrâil, Meryem’e, yakasından üfleyerek ne verdiyse Tanrı sesi de insana onu verir.

Ey derileri altında yokluğun çürütüp mahvettiği kimseler! Sevgilinin sesiyle yokluktan dönün, tekrar var olun!

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, Fihî Mâ-Fîh’de, erenlerin sohbeti ile ilgili şöyle buyurur: “Bak da gör, şu yün, akıllı biriyle buluştu, nasıl nakışlarla bezenmiş bir kilim, bir halı oldu. Şu toprak bir akıllıyla buluştu, bu çeşit güzelim bir yapı oldu. Akıllı kişinin sohbeti, cansızlara bile bu çeşit tesirlerde bulunursa inananın, inananla görüşüp konuşması, ne çeşit bir tesirde bulunur? Cüzî nefsin, cüzî aklın sohbetiyle cansızlar, bu mertebeye ulaştılar. Bunların hepsi, cüzî aklın gölgesi. Gölgeye bakılıp sahibi, kıyas yoluyla anlaşılabilir. Şimdi sen de bir kıyasla; ne biçim bir akıl, ne biçim bir hüner gerek şu gökler, şu ay, güneş, şu yedi kat yer, onun yüzünden meydana gelsin. Bütün bu varlıklar Akl-ı Küll’ün gölgesi. Cüzî aklın gölgesi kendisine göre; Akl-ı Küll’ün gölgesi olan varlıklar da kendisine göre. Tanrı erenleri, bu göklerden başka gökler görmüşlerdir de bu gökler gözlerine görünmez; pek aşağı görünür onlara bu gökler. Bunlara ayaklarını basmışlar da aşmışlar, geçip gitmişlerdir.”

Yunus Emre de, selâm üzerine olsun, bir şiirinde çok güzel söyler ve der ki: “Kim nefsine sahip olmuşsa bu âlemde bilsin ki o kişi, ona bütün erenlerin eyvallahı var.”

Kevn ü fesad âleminde, yâni maddî âlemde yaşayan vücudumuzun gıda alamadığında hastalandığı gibi, mânevî varlığımızın da aşk gıdası, yâni ruhanî gıda alamadığında öldüğünü buyuran Hasan Dede, selâm olsun üzerine, mürşid-i kâmillerin bir bakıma mânevî hekimler olduklarını şöyle dile getirir: “Bir hekim, nasıl hastasının iyileşmesi için reçete yazarsa, mürşid-i kâmillerin öğütleri ve sözleri de ruhumuza şifâ verir. Fakat söylenen bu öğütleri ve sözleri aşka temas etmeden anlamak mümkün değildir. Gönül alan, gönül kazanan kişilerin nefesleri âb-ı hayat gibidir. Mevlâna’nın, ‘Onların nefesleri, Hazreti İsa’nın nefesi gibidir, hastalıklara devâ olur!’ deyişindeki gibi, onlar hasta gönüllere şifâ, dertli gönüllere devâ olurlar.”

‘Biz öldük, tamamiyle çürüdük, mahvolduk. Fakat Tanrı sesi gelince hepimiz dirildik, kalktık.’

Sultan Veled Hazretleri de, selâm üzerine olsun, peygamberlerin nefeslerinin ölüleri nasıl dirilttiğini, Maarif’inde şöyle anlatır: “Peygamberler, halkı Hakk’a davet ettikleri vakit, onlarda bulunan zayıf parçalar, kuvvet buldu. Muhâliflerden idiler, yüzlerini peygamberlere çevirdiler, bu kulluk parçaları onların mezarı olan bedenlerinde ölmüş ve dağılmıştı. Fakat o Peygamber ‘Bildir!’ sûrunu ağzına koyup çağırdığı vakit. İsrâfil’in sûrunun nefesi gibi bu dağılmış olan parçalar, mezar gibi olan bedenlerde, canlanıp başgösterdiler.”

‘Ey derileri altında yokluğun çürütüp mahvettiği kimseler! Sevgilinin sesiyle yokluktan dönün, tekrar var olun!’

Kasîde:

“Senin gibi eşsiz bir padişahın huzurunda öleceğim gün, ne mutlu bir gündür. Senin şeker madeninin kapısında ölmek, tatlı candan ayrılmak ne hoş bir gündür. 

Senin gül bahçenin selvisi gölgesinde ölürsem, toprağımdan yüzbinlerce gül biter. 

Senin ayak ucunda sevine sevine el çırparak ölürsem, yaşayışa hâris olan nice kişi şaşkınlıklarından ellerini ısırırlar. 

Kadehime ölüm şerbetini sen dökersen kadehi öperim, sevine sevine ölüm şerbetini içerim de neşeden mest olmuş bir halde salına salına ölüme doğru gider, can veririm. 

Can tatlı olduğu için beşer olarak ölüm haberinden sonbahar yaprakları gibi sararıp solarım, ama bahara benzeyen güller gibi gülüp duran o güzel dudaklarının yüzünden, ölümden şikâyet etmeden, güle güle can veririm. 

Senin nefesinle kaç defa öldüm, yine dirilirim. Senin yüzünden bir kere değil, bin kere ölsem korkmam. Ben yine ilk öldüğüm gibi, yine o çeşit ölürüm.

Anasının kucağında ölen çocuk gibi Rahman’ın rahmet kucağında, acıyış, bağışlayış kucağında ölürüm. 

Bu ne biçim söz? Aşık olan ölür müymüş? Âb-ı hayat kaynağında ölmeme imkân var mı?

Ey Tebrizli Şems! Seninle diri olmayanlar var ya, işte ben onların yanında ölürüm de senin yanında dirilirim.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XCIII

“Mâdemki barış savaş olur, savaş da barış olur. O hâlde her istediğini yapan o yüce Yaratıcı’nın elindeki sanat kudretini bilmek gerek.” Hasan Dede

1248. Âdem bunların hepsini bildi. Fakat kazâ gelince nehyi bilmede hataya düştü.

1249. Acaba bu nehiy, haram olduğundan mıdır, yoksa korkutmak için mi?

1250. Gönlünce tevîli üstün tutunca kendisi hayretteyken tabîatı, buğdaya doğru koştu.

1251. Bahçıvanın ayağına diken batınca hırsız fırsat buldu, esvâbını çalıp kaçtı.

1252. Âdem hayretten kurtulup tekrar yola gelince, gördü ki hırsız eşyayı iş yerinden götürmüş!

1253. “Rabbenâ innâ zalemnâ” deyip ah etmeye başladı. Yâni “karanlık bastı, yol kayboldu” dedi.

1254. Bu kazâ, güneşi örten bir buluttur. Arslan ve ejderha bile ondan feryâd ve figân etmektedir.

1255. “Kazâ ve kader zuhûr edince bir tuzağı bile görmüyorsam bu yolda câhil olan yalnız ben değilim ya!”

1256. Zorlamayı bırakıp feryâd ü figâna koyulan kişi ne kutlu kişidir; o, iyi bir işe sarılmıştır.

1257. Eğer kazâ, seni gece gibi sararsa sonunda yine elinden tutacak odur.

1258. Yüz kere canına kasdederse yine sana can veren derdine dermân olan kazâdır.

1259. Bu kazâ yüz kere yolunu kesse de yine senin çadırını göklerin üstüne kurar.

1260. Seni emînlik mülküne götürmek için bu korkutmasını inâyet bil!

1261. Bu sözün sonu gelmez, söz de uzadı. Sen tavşanla arslan hikâyesini dinle!

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, “O, bir can karşılığı bir öpücük veriyor; ne bedava bir alışveriş! Git; can ver de bir öpücük satın al!” diye seslenir.

Sultan Veled Hazretleri, İbtidanâme adlı eserinde şöyle buyurur:

“Hele daha çevik çalışın, tez olun da şu hapis âleminden, şu körlük dünyasından kurtulun. Ey oğullar, onun izinden birer birer sıçrayın; çıkın şu oluş bozuluş dünyasından. Müridseniz şeyhin yolunda yürüyün; maşuka doğru aşıkçasına koşun. Yolunuzu kesenler sayısız; hepsi de canınızın kanına susamış. ‘Evirip çeviren odur ancak’ kılıcını, genç ihtiyar, hepiniz alın elinize. Yol keseniniz nefstir; vurun boynunu da cennetlere doğru yürüyün. O köpek huylu, diri kaldıkça Hakk’tan bir koku almanıza meydan vermez. Sonunda herkesi aşağılığa çeker de ondan sonra helâk eder gider. O düzenci çok güçlü bir yol kesendir; can gözünü aç da akıllıca otur. Âdem’e, o meyvayı bir solukta yedirdi ve cennetten çıkarttı onu. Âdem, bir kuş gibi onun tuzağında kaldı; gözlerinden ırmak gibi yaşlar aktı. Virdi, ‘Rabbimiz, nefislerimize zulmettik biz’ sözüydü; bir zaman hep böylece dilekte bulundu. Elbisesi, tacı gitti, çırçıplak kaldı; ayrılık ateşinde yanıp kavruldu. Hakk’tan elde ettikleri kalmadı; testideki su bitti de testi kaldı. Testiye benzeyen bedeni ağlayıp inlemeye kaldı; aşkla suyunu aramaya koyuldu. Allah, sızlayışını kabul etti; testisine denizleri boşalttı. Ayrılığa düşmüş canı, buluşma devletine erdi; yine o hoş parça-buçuk, asla kavuştu. Yakıp yandıran zahmet, ebedî bir define oldu; tekrar makbûl olup sürülmekten kurtuldu. Aşk iksiriyle canı altın oldu; o denizde katresi inci kesildi. Parça-buçuğu tüm oldu da gamdan kurtuldu; o yas, tekrar düğün dernek oldu gitti. Şeytandı, tekrar melek oldu; kuzgundu, Allah, onu alıcı doğan yaptı. Yerdeydi, Zühre’den de değersizdi; göğe ağdı, yine güneş oldu. Güneş sözü, anlatabilmek için; yoksa bu söz, onu ululamamaktır.”

Yunus Emre’nin şu seslenişi ne kadar yerinde ve güzeldir…

“Hakîkate bakar isen, nefsin sana düşman yeter, 

Var şimdi nefsin ile dövüşüp savaşadur. 

Nefstir eri yoldan koyan, yolda kalır nefse uyan, 

Ne işin var kimse ile, sen nefsine hor bakadur. 

Diler isen bu dünyanın şerrinden olasın emîn, 

Terkeyle kibri ve kini, gir hırka altına derviş oladur…”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, “Yasak ve nâhoş olan bir şeyin meydana gelmesinden dolayı çekilen sıkıntı, kırk sabah yağmur yağmasından daha hayırlıdır” diye buyurur.

“Allah’ı davet eden gönül, dar olmamalıdır” der Hasan Dede, “Allah, hepimizi, bütün insanları davet ediyor. Ne kadar zor olursa, o kadar kıymetlidir. Zorluğu, kazancımızın kıymetinden. İçinde bulunduğumuz dünya çok sehhâredir. Onun için, içine girdiğin gönülden çıkmayacaksın. Çıkar çıkmaz tutuyor insanı. Aşikâr olanı görmemize engel olan cehâlet perdesidir; eğer sadakât ve güçlü bir imanla yola koyulursak, o zaman Hakk bizi kabul eder; perde kalkar, sevgili görünür.”

Kasîde:

“Senden vazgeçmiş değilim, daima seninle meşgûlüm. Her an seni biraz daha yüceltmedeyim. Biraz daha fazla azîz etmedeyim. 

Tertemiz zâtıma, padişahlık güneşim üzerine yemin ederim ki, ben, seni sana bırakmam. Seni lütuflarla, keremlerle yüceltir dururum. 

Senin yüzüne, kendi ışıklarımdan, kendi nurlarımdan nurlar saçarım. Senin başını, on tane mağfiret, yarlıgama parmağı ile kaşırım. 

Rıza göğünde binlerce inâyet bulutu var. O bulutlardan yağarsam; ancak senin başına yağarım. Başkasının başına yağmam. 

Lütfum, sana hizmet etmek için hazırlanmıştır. Zaten ben iyilikler kaynağıyım. 

Bana; ‘Hastayım’ dediğin geceden beri, binlerce şifâ şerbeti, sevgiyle, şefkatle kaynayıp duruyor. 

Yanıma gel de, gözlerine yeni bir sürme çekeyim. Çekeyim de, sırlarımı görüp anlaman için gözlerin nurlansın, aydınlansın. 

Lütfum öyle çok, keremim öyle bol ki, beni inkâr eden yabancıların bile ellerinden tutmadayım. En kötü insanları bile nimetlerimle beslemekteyim. Hâl böyleyken, beni sevenlerden, bana yakın olanlardan nasıl olur da lütfumu esirgerim?”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXV

Muhammed Aleyhisselâm’ın adını eğlenerek anan kimsenin ağzı çarpık kalması.

812. Birisi ağzını eğerek Ahmed adını alayla andı, ağzı çarpıldı öyle kaldı.

813. Pişman olup “Ey Muhammed, affet! Ey Peygamber, sen, ledün ilminden lütûflara mahzârsın.

814. Ben bilgisizlikten seninle alay ettim. Alay edilmeye lâyık ben oldum” dedi.

815. Tanrı, bir kimsenin perdesini yırtmak isterse onu, temiz kişileri yermeye meylettirir.

816. Tanrı, bir kimsenin ayıbını örtmek isterse o kimse ayıplı kimselerin ayıbı hakkında ses çıkaramaz olur.

817. Tanrı, yardım etmek dilerse bize yalvarma ve münâcatta bulunma meylini verir.

818. Onun için ağlayan göz ne mübârektir. Onun aşkıyla yanıp kavrulan yürek ne mukaddestir.

819. Her ağlamanın sonu gülmektir. Sonunu gören adam, mübârek bir kuldur.

820. Akar su nerdeyse orası yeşerir; nerde gözyaşı dökülürse oraya rahmet nâzil olur.

821. İnleyen dolap gibi gözü yaşlı ol ki can meydanında yeşillikler bitsin.

822. Ağlamak istersen gözyaşı dökenlere acı… Merhamete nâil olmak istersen zayıflara merhamet et!

Hasan Dede’nin dile getirdiği bir hikâyede benzer bir vakâ zuhûr eder…

“Şems-i Mardinî, Hazreti Mevlâna’ya karşı, ‘Onun dergâhında ney üfleniyor, rebab çalınıyor, bendir çalınıyor. Bunlar İslâmiyet’te yoktur, oraya gitmeyin’ diye çok dil uzatıyordu.

Bir gün Şems-i Mardinî medresede cemaati ile oturduğu sırada, Hazreti Mevlâna medreseye geldi, karşısında oturdu.

O sırada ikindi vakti geldi, davet okundu, namaza doğruldular. Namazda iken, Şems-i Mardinî secdede bir mânâ gördü. Hazreti Peygamber’in huzuruna geldi.

‘Selâmün aleyküm yâ Resûlallah.’

‘Aleyküm selâm yâ Şems-i Mardinî, ve’l ikrâm’ dedi Hazreti Resûlallah ve sağ ve sol elindeki biri kemikli biri kemiksiz iki et tabağını Şems-i Mardinî’ye uzattı.

Şems-i Mardinî sordu, ‘Yâ Resûlallah, bunların hangisi daha lezzetlidir? Kemiklisi mi, yoksa kemiksizi mi?’

‘Kemiklisi’ diye cevap verdi Peygamber Efendimiz ve mânâ bitti.

Şems-i Mardinî o hava ile Hazreti Mevlâna’nın huzuruna geldi, selâm verdi. Aklınca Mevlâna’yı imtihana tutacak…

‘Bir şey sorabilir miyim yâ Mevlâna?’

‘Buyur, sor.’

‘Etin hangisi daha lezzetlidir, kemiklisi mi, yoksa kemiksizi mi?’

‘Hazreti Resûlallah biraz önce sana söylemedi mi, kemiklisidir, diye…’

Bu cevabı duyar duymaz Şems-i Mardinî bir “Allaaahh” bağırdı, Mevlâna’nın önünde secdeye kapandı. Onun büyüklüğünün farkına vardı ve o günden sonra da hiçbir yerde Mevlâna’ya dil uzatamadı.”

Beyit:

“Bizler tevhid âleminin yanıklarıyız. 

Bizde ‘Lâ ilâhe illallah’ sırrı vardır.”

Abdülbâki Gölpınarlı, 812-814. beyitlerde anlatılan kişi hakkında, “Büyük ihtimâlle, bu hikâyede, Vâil oğlu Âs’ın oğlu Hakem’in Hazreti Muhammed’in yürüyüşünü taklid ederek alay ederken Hazreti Peygamber’in ‘Öyle kal’ demesi üzerine titrek bir hâle gelmesi ve ölünceyedek de o hâlde kalması anlatılmaktadır, ki Furûzanfer, Maâhiz’de bu vakâyı bildirmektedir” der, fakat şunu da ekler ve, “Titrek kalmakla ağız eğilmesi arasında pek münâsebet göremiyoruz. Bu bakımdan bizce hikâyenin kaynağı bu olamaz” diye açıklar.

Hazreti Şems-i Tebrizî, Makalat’ında şöyle buyurur: “Eğer Hazreti Muhammed’in ümmeti hakkında duası, yâni ‘Yâ Rabbi, onlar bilmiyorlar, onları bağışla’ diyen yalvarışı olmasaydı nasıl olur da insanlar O’na haset edebilirlerdi. Nasıl olur da O’na kötülük eden Ebu Cehil’in elleri anında kurumazdı. Şu kadarı var ki, O’na bir edepsizlik eden kişiye çabucak bir belâ erişir. O, öyle bir insandır ki, O’nun karşısında bütün insanlar ve melekler her şeyi bırakır, O’nun güzelliğini seyre dalarlar, sözlerine hayran olurlar. Mûcizelerini görenlerin yürekleri yerinden oynar. Fakat O’nun herkesi affeden, koruyan ‘Yâ Rabbi, onlar bilmiyorlar, sen onları bağışla’ duası olduğu için insanlar O’na karşı çıkma, O’na edepsizlik etme gafletine düşebildiler. Yüce Efendimizin kıyâmete kadar uzanan, hatta öteki âlemi bile içine alan şefaati, affı, mağfireti, yaratılmışlara karşı duyduğu rahmanî muhabbeti nedeniyle, gerek ümmet-i Muhammed, gerek diğer ümmetler, O’nun yüce ismini gâfilâne zikretmek ve o kutlu insana sırt dönmek cehâletinde bulunmuşlardır.”

Nitekim, Hasan Dede de, “Hazreti Muhammed, kavminden en çok cefâ çeken Peygamber olmasına rağmen, onların cezalandırılması için Allah’a münâcatta bulunmayıp hep sabır göstermiştir. Onlara Allah’tan hidâyet isteyerek: ‘Onların kaplerine hidâyet ver, benim kim olduğumu anlasınlar, ben onları yoketmek için gelmedim’ demiştir” diye anlatır.

Hazreti Muhammed Efendimizin bendesi Hazreti Mevlâna bakın ne diyor: “Benim bir mânevî evlâdım, bana münâcatta bulunursa ben onun yedi sülâlesine şefaatçi olurum.”

‘Tanrı, yardım etmek dilerse bize yalvarma ve münâcatta bulunma meylini verir. Onun için ağlayan göz ne mübârektir. Onun aşkıyla yanıp kavrulan yürek ne mukaddestir. Her ağlamanın sonu gülmektir. Sonunu gören adam, mübârek bir kuldur.’

821. beyitte geçen ‘İnleyen dolap’ ise, Yunus Emre’nin,

“Dolap niçin inilersin? 

Derdim vardır inilerim, 

Ben Mevlâ’ya aşık oldum, 

Anın için inilerim…

Benim adım dertli dolap, 

Suyum akar yalap yalap, 

Böyle emreylemiş Çalab, 

Derdim vardır inilerim…” diye başlayan meşhûr şiirini hafızalarımızda canlandırıyor.

“Unutmayalım ki, bu ömürde ne yaşıyorsak geçicidir” der Hasan Dede, “Bütün dava, sadece Allah’a yaraşır bir insan olmak ve O’nun rızasını kazanmaktır. Bu yoldaki çabalarımız ne kadar içten ve saf olursa, yaşayacağımız güzellikler de o kadar çok olur.”

Ne güzel seslenir bizlere Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde…

“Eğer onun aşk sırrından haberin varsa, canını ver de sevgiliye öyle bak! 

Aşk kıyısı, dibi bulunmayan büyük bir denizdir. O denizin suyu baştan başa ateştir, dalgası da incidir. 

Onun incileri sırlardır. O sırların her biri de Hakk yolunda yürüyen yolcuyu mânâlar âlemine götüren bir kılavuzdur. 

Dün gece mest olarak uyumuştum. Gece yarısı o ay yüzlü sevgili yanıma geldi. 

Ay ışığında sapsarı yüzümü gördü de acıdı ve sapsarı yüzümü gözyaşları ile ıslattı. 

Merhameti da bana vuslat şerbeti sundu. Bedenimde bulunan kılların her biri ayrı ayrı can buldu.”