MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXIV

“Herkesin bildiği üzüm şarabı İsa ümmetinindir. Mansûr şarabı da Muhammed ümmetine mahsustur. Bu şarabın kadehi yoktur. Kadehsiz içilir.” Mevlâna

Bizim coşkunluğumuz gamdan, neşeden değildir; aklımız, irfânımız hayal ve vehimden meydana gelmemiştir.

Nâdir bulunur bir hâlettendir; inkâr etme ki Hakk’ın kudreti pek büyüktür.

Sen bu hâli insanların ahvâline kıyas etme, cevir ve ihsân menzilinde kalma!

1800. Cevir, ihsân, mihnet ve neşe, gelip geçicidir. Gelip geçenlerse ölürler; Hakk onlara vâristir.

Sabah oldu, ey sabahın penâhı Tanrı! Ben özür serdedemiyorum, bize hizmet eden Hüsâmeddin’den sen özür dile!

Akl-ı Küll’ün ve canın özür dileyeni sensin; canların canı, mercanın parıltısı sensin.

Sabahın nuru parladı, biz de bu sabah çağında senin Mansûr şarabını içmekteyiz.

Senin feyzin bizi böyle mest ettikçe şarap ne oluyor ki bize neşe versin!

1805. Şarap, coşkunlukta bizim yoksulumuzdur; felek, dönüşte aklımızın fakîridir.

Şarap bizden sarhoş oldu, biz ondan değil… Beden bizden var oldu, biz ondan değil!

Biz arı gibiyiz, bedenler mum gibi. Tanrı, bedenleri balmumu gibi göz göz, ev ev yapmıştır.

Bu bahis çok uzundur, tâcirin hikâyesini anlat ki o iyi adamın ne hâle geldiği, ne olduğu anlaşılsın.

Âyet-i kerîmede buyrulur ki: “Semâvat ve arzın mirası Allah’ındır.” (Âl-i İmrân, 180)

Belh şehrinden ayrılacakları vakit, selâm olsun üzerlerine, Yüce Pîr Mevlâna’nın babası Sultan Ulemâ Hazretlerine cemaat bir soru sorar: “Bizi bırakıp nereye gidiyorsunuz yâ Sultan Ulemâ?”

Sultan Ulemâ Hazretleri onlara şu cevabı verir: “İn Allah min Allah… Allah’tan geldik Allah’a gidiyoruz; Âdem’den geldik Âdem’e gidiyoruz.”

“Âdem’den maksat insandır” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder: “İnsan, bu âlemde Allah’ın kendisine bahşettiği yaşamın sonunda, yine ait olduğu yer olan vatanına, yâni aslına dönecektir. Bizim ruhumuzun vatanı, Sevgilimizin vücududur. Fakat aynı zamanda Sevgilinin de vatanı seveninin vücududur.”

Ulu Ârif Çelebi, selâm olsun üzerine, Dîvân’ında şöyle buyurur: 

“Ruh topraktır, aşk ise ölümsüzlük suyu. Akıl karıncadır, o ise Süleyman. Eğer aşk kadehinden bir yudum içtiysen, bu mânâlar senin için kolaydır. 

Aşkın Şah’ı eğer seni kabul ederse, teşekkür olarak ucuz olan canını ver. Aşk yakınlık başköşesinde oturmuş; akılsa acizlik çölünde dolaşıp durmaktadır. 

Yüzünü padişahlık toprağına koy. Zîrâ aşk ona Fâtiha suresini okumaktadır. 

İrfân ile kendinden geçmiş Ârif’in canı, Mevlâna’nın sırrından bir nükte söyledi. Bu da onundur, Allah ondan razı olsun…”

‘Sabah oldu, ey sabahın penâhı Tanrı! Ben özür serdedemiyorum, bize hizmet eden Hüsâmeddin’den sen özür dile!’

Hüsâmeddin Çelebi Hazretleri, efendisi Mevlâna’yı taparcasına severdi, gece gündüz yanından ayrılmaz, Mevlâna’nın dilinden dökülen şiirleri, kasîdeleri, gazelleri kaleme alırdı. Zîrâ, Mesnevî’nin yazılmasına da Hüsâmeddin Çelebi sebep olmuştur. 

Hazreti Mevlâna, “Ruhumun mertebesi” diye hitâb ettiği Hüsâmeddin Çelebi hakkında şöyle bir dil sarfeder: “Ey benim gözümün nuru Hüsâmeddin! Eğer bende, senin bu hizmetlerine karşı bir hased görürse gözlerin, kasem ederim Hazreti Muhammed’e, yüzümdeki nuru hemen alsın.”

Sultan Veled Hazretleri, İbtidânâme isimli eserinde, Mevlâna ile Hüsâmeddin Çelebi arasındaki muhabbeti, dostluğu şöyle dile getirir:

“Şeyh’in çağında, Şeyh’le, Şeyh’in evinde, gönüldeşti: onunla oturup kalkardı. Arılıkta, vefâda ikisi de solukdaştı: bütün ashâb da gamsız gussasız, sevinçliydi. İkisinin bağışı da herkeseydi; herkes, o ikisinden hem bilgin bir hâle gelmedeydi, hem kulluğa koyulmada. Herkes, aşk bahçesinde ağaçlara dönmüştü; Şeyh’le nâib de o bahçede bahar yeliydi sanki, esip duruyordu. Herkesin fidanı onların suyuyla diriydi; herkes hâl bakımından kavuşmaya erişmişti, güzelleşmişti. Her birine gelir, kadrince, incitmeksizin gelirdi; her birine, lâyığınca lütuflarda bulunulurdu. Her bir ağaca, bir başka şekil verilirdi; her birinin meyvaları şekerden de tatlıydı. Birine o ışıkla hurma verirdi; birine cana canlar katan nar. Melek gibi her biri, burçları geçer, yücelere ağar, yedi göğü aşardı. Böylece beraber olarak on yıl tertemiz, aparı, duru su gibi yaşadılar.”

Kasîde:

“Bana senin akîk renginde olan dudakların gerek; şeker ne işe yarar? Bana senin yüzün gerek; parlak, nurlu yüzün varken ayın bana ne faydası olacak? 

Senin mahmur gözlerin olmayınca şarap bana zevk vermez, beni mest edemez. Sen benim yol arkadaşım olmazsan ben o yolculuğu ne yapayım? 

Senin güneş gibi nurlu olan yüzün olmayınca güneşin ışığı benim ne işime yarar? Gördüğüm sen değilsen bana görüşün, gözün ne faydası vardır? 

Seninle buluşmadıktan sonra ömrün sürüp gitmesinde ne kâr vardır? Sana sığınmadıktan sonra kalkanın ne faydası vardır. 

Gecem kıyamet günü gibi uzadı, gitti. Ama gönlüm sana secde etmek istiyor. Seher vaktini beklememe lüzum var mı? 

Ayın bulunmadığı bir gecede yıldızlar ne yapabilir? Kuşun başı olmadıktan sonra iki kanadı ne işe yarar? 

Sen benim ruhum olmadıkça ben ruhtan ne elde edebilirim? Sen bana gönül gözü bağışlamadıkça ben bu baş gözünü ne yapayım? 

Dünya bir ağaca benzer. Yaprağı, meyvesi senden biter, senden gelir. Yaprağı ve meyvesi olmayan bir ağaç ne işe yarar? 

Ey gönül; beşeriyet hâlinden, insanlıktan vazgeç de melek ol! Melek huylu olmazsa insanın hayvandan ne farkı vardır? 

Mâdemki haber ona mahrem değil! Hiçbir şeyden haberin olmasın; mest ol kal! Zaten haber vericisi sen olmadıktan sonra, haberden ne fayda beklenir?”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XCV

“Bil ki, aşkın gül bahçeleri kan perdeleri arasında olduğu için, ölümü göze almayan, oraya varamaz.” Mevlâna

1276. Cihan; gâh sabredip gâh şükrettikçe bağlar, bahçeler gâh giyinir, gâh çırçıplak kalır.

1277. Güneş, ateş renginde doğmuşken diğer bir saatte başaşağı batar.

1278. Göklerde parıldayan yıldızlar, zaman zaman ihtirâka uğrar.

1279. Güzellikte yıldızlardan daha parlak olan ay da ince ağrıya tutulup hilâl olur.

1280. Çok sakin ve edepli olan bu yeri de sarsıntı sıtmaya düşürür.

1281. Nice dağlar, bu ansızın gelen felâketten dolayı yeryüzünde kumlar gibi dağılıvermiştir!

1282. Ruhla eş olan hava bile kazâ baş gösterince vebâ kesilir, ufûnetlenir.

1283. Ruhun kız kardeşi olan lâtif su, bir gölcükte sarı, acı ve bulanık bir hâle gelir.

1284. Azâmetli ve kibirli ateşi bile bir yel söndürüverir!

1285. Denizin hâlini de ıstırâbından, coşkunluğundan anla, aklının değişik durduğunu, kalıptan kalıba girdiğini bil!

1286. Tanrı rızasını arayıp duran, başı dönmüş feleğin hâli de oğullarının hâli gibidir.

1287. Gâh en altta, gâh ortada, gâh en tepede. Onda da bölük bölük kutlu ve yomsuz zamanlar var!

1288. Ey küllîyât ile karışmış olan, ey insan! Basit cisimlerin hâlini de kendinden kıyâs et!

1289. Küllîyâtın böyle hastalıkları, böyle dertleri olunca onların cüzîyâtının yüzü nasıl sararmaz?

1290. Hele birbirine zıt olan şeylerden; su, toprak, ateş ve yelden meydana gelmiş cüzü…

1291. Koyunun kurttan kaçmasına şaşılmaz; şaşılacak şey, bu koyunun, kurda gönül vermesidir!

1292. Sağlık, zıtların sulhudur; aralarında savaşın başlamasını da ölüm bil!

1293. Tanrı’nın lütfu, bu arslanla yaban eşeğine, bu iki zıdda, vefâkârlık hususunda ülfet vermiştir.

1294. Dünya hasta ve mahpus olunca, hastanın fânî olmasına şaşılır mı?”

1295. Tavşan, arslana bu çeşit nasîhatler verip, “Ben bu sebepler yüzünden geriledim” dedi.

“Ey aşıklar!” der Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, ve şöyle devam eder, “Cihanda ne varsa aşk onun canıdır. Aşktan başka ne görüyorsan, hiçbiri ebedî kalmaz. Senin yokluğun doğu gibi, senin ecelin batı gibidir. Dediğimi yaparsan, bu göğe benzemeyen bambaşka bir gök olursun. Göğün yolu senin içindir ki, aşk kanadını çırpmaya bak.”

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “Hakîkatte baktığınızda, dünya üzerindeki bütün varlıkların temelinde sevgi ve aşk vardır, hepsi sevginin ve aşkın sûretleridir” diye buyurur ve kâinattaki bütün varlıkların toplamının aynı bir insan gibi olduğuna işâret ederek, “Bu âlem insanın en büyük şeklidir. İnsan, kâinat demektir; kâinat da insan demektir. İnsan-ı kâmil de bunun kalbi, özetidir” der.

Nitekim, Hazreti Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr’in bir beyitinde, “Güneş de, ay da, yıldızlar da, gökyüzünde ilâhî aşk ile dönmekte; âdeta oynamaktadırlar. Üzerinde yaşadığımız dünya da dönmekte, oynamaktadır. Biz ise bunların ortasındayız” der ve bir başka beyitinde de, “Şu içinde yaşadığımız hayatın, şu akıp giden kum selinin ne durması vardır, ne dinlenmesi; bir şekil bozulunca başka bir şeklin temelini atarlar!” diye buyurur.

‘Ey küllîyât ile karışmış olan, ey insan! Basit cisimlerin hâlini de kendinden kıyâs et! Küllîyâtın böyle hastalıkları, böyle dertleri olunca onların cüzîyâtının yüzü nasıl sararmaz? Hele birbirine zıt olan şeylerden; su, toprak, ateş ve yelden meydana gelmiş cüzü…’

Hasan Dede, insanın mâhiyeti olan ‘su, toprak, ateş ve yel’i açıklarken, “Sen, dört ana sırrın sahibisin” der, “Birinci ana sır, vücudundaki harâret; güneşten bir parça. İkinci ana sır, vücudundaki su; denizden bir parça. Üçüncü ana sır, deri ile kemik; topraktan bir parça. Dördüncü ana sır, nefes; semâvattan bir parça. Bu dördü senden ayrılıp aslına gidecek. Peki sen nereye gideceksin?..”

Ve bir şiirinde şöyle seslenir bizlere…

“Ey canlar, ey aşıklar!

Hilkâtin cilvesi aşk zuhûr etti, 

Her şey mahvoldu. 

Aşk tümdür, ondan gayri her şey mahvolur, 

Aşk ne ilk, ne de sondur, 

Aşk sonsuzluk vahdetidir. 

Aşkın ne sûreti ne de sîreti vardır, 

Aşk her vasfın üstündedir. 

Aşkın naz ve cilvelerinden maşukluk zuhûr etti, 

Aşk kadeh sûretinde göründü, 

Aşk şarap hâlinde dem oldu. 

Her kim o sûrette demi gördü, 

Aslına vâsıl oldu, 

Görmeyen tümüyle yok oldu. 

Her şey aslına rücû etti, 

Aşkı, aşktan başka,

Hiçbir şey tefsîr edemedi…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XCIII

“Mâdemki barış savaş olur, savaş da barış olur. O hâlde her istediğini yapan o yüce Yaratıcı’nın elindeki sanat kudretini bilmek gerek.” Hasan Dede

1248. Âdem bunların hepsini bildi. Fakat kazâ gelince nehyi bilmede hataya düştü.

1249. Acaba bu nehiy, haram olduğundan mıdır, yoksa korkutmak için mi?

1250. Gönlünce tevîli üstün tutunca kendisi hayretteyken tabîatı, buğdaya doğru koştu.

1251. Bahçıvanın ayağına diken batınca hırsız fırsat buldu, esvâbını çalıp kaçtı.

1252. Âdem hayretten kurtulup tekrar yola gelince, gördü ki hırsız eşyayı iş yerinden götürmüş!

1253. “Rabbenâ innâ zalemnâ” deyip ah etmeye başladı. Yâni “karanlık bastı, yol kayboldu” dedi.

1254. Bu kazâ, güneşi örten bir buluttur. Arslan ve ejderha bile ondan feryâd ve figân etmektedir.

1255. “Kazâ ve kader zuhûr edince bir tuzağı bile görmüyorsam bu yolda câhil olan yalnız ben değilim ya!”

1256. Zorlamayı bırakıp feryâd ü figâna koyulan kişi ne kutlu kişidir; o, iyi bir işe sarılmıştır.

1257. Eğer kazâ, seni gece gibi sararsa sonunda yine elinden tutacak odur.

1258. Yüz kere canına kasdederse yine sana can veren derdine dermân olan kazâdır.

1259. Bu kazâ yüz kere yolunu kesse de yine senin çadırını göklerin üstüne kurar.

1260. Seni emînlik mülküne götürmek için bu korkutmasını inâyet bil!

1261. Bu sözün sonu gelmez, söz de uzadı. Sen tavşanla arslan hikâyesini dinle!

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, “O, bir can karşılığı bir öpücük veriyor; ne bedava bir alışveriş! Git; can ver de bir öpücük satın al!” diye seslenir.

Sultan Veled Hazretleri, İbtidanâme adlı eserinde şöyle buyurur:

“Hele daha çevik çalışın, tez olun da şu hapis âleminden, şu körlük dünyasından kurtulun. Ey oğullar, onun izinden birer birer sıçrayın; çıkın şu oluş bozuluş dünyasından. Müridseniz şeyhin yolunda yürüyün; maşuka doğru aşıkçasına koşun. Yolunuzu kesenler sayısız; hepsi de canınızın kanına susamış. ‘Evirip çeviren odur ancak’ kılıcını, genç ihtiyar, hepiniz alın elinize. Yol keseniniz nefstir; vurun boynunu da cennetlere doğru yürüyün. O köpek huylu, diri kaldıkça Hakk’tan bir koku almanıza meydan vermez. Sonunda herkesi aşağılığa çeker de ondan sonra helâk eder gider. O düzenci çok güçlü bir yol kesendir; can gözünü aç da akıllıca otur. Âdem’e, o meyvayı bir solukta yedirdi ve cennetten çıkarttı onu. Âdem, bir kuş gibi onun tuzağında kaldı; gözlerinden ırmak gibi yaşlar aktı. Virdi, ‘Rabbimiz, nefislerimize zulmettik biz’ sözüydü; bir zaman hep böylece dilekte bulundu. Elbisesi, tacı gitti, çırçıplak kaldı; ayrılık ateşinde yanıp kavruldu. Hakk’tan elde ettikleri kalmadı; testideki su bitti de testi kaldı. Testiye benzeyen bedeni ağlayıp inlemeye kaldı; aşkla suyunu aramaya koyuldu. Allah, sızlayışını kabul etti; testisine denizleri boşalttı. Ayrılığa düşmüş canı, buluşma devletine erdi; yine o hoş parça-buçuk, asla kavuştu. Yakıp yandıran zahmet, ebedî bir define oldu; tekrar makbûl olup sürülmekten kurtuldu. Aşk iksiriyle canı altın oldu; o denizde katresi inci kesildi. Parça-buçuğu tüm oldu da gamdan kurtuldu; o yas, tekrar düğün dernek oldu gitti. Şeytandı, tekrar melek oldu; kuzgundu, Allah, onu alıcı doğan yaptı. Yerdeydi, Zühre’den de değersizdi; göğe ağdı, yine güneş oldu. Güneş sözü, anlatabilmek için; yoksa bu söz, onu ululamamaktır.”

Yunus Emre’nin şu seslenişi ne kadar yerinde ve güzeldir…

“Hakîkate bakar isen, nefsin sana düşman yeter, 

Var şimdi nefsin ile dövüşüp savaşadur. 

Nefstir eri yoldan koyan, yolda kalır nefse uyan, 

Ne işin var kimse ile, sen nefsine hor bakadur. 

Diler isen bu dünyanın şerrinden olasın emîn, 

Terkeyle kibri ve kini, gir hırka altına derviş oladur…”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, “Yasak ve nâhoş olan bir şeyin meydana gelmesinden dolayı çekilen sıkıntı, kırk sabah yağmur yağmasından daha hayırlıdır” diye buyurur.

“Allah’ı davet eden gönül, dar olmamalıdır” der Hasan Dede, “Allah, hepimizi, bütün insanları davet ediyor. Ne kadar zor olursa, o kadar kıymetlidir. Zorluğu, kazancımızın kıymetinden. İçinde bulunduğumuz dünya çok sehhâredir. Onun için, içine girdiğin gönülden çıkmayacaksın. Çıkar çıkmaz tutuyor insanı. Aşikâr olanı görmemize engel olan cehâlet perdesidir; eğer sadakât ve güçlü bir imanla yola koyulursak, o zaman Hakk bizi kabul eder; perde kalkar, sevgili görünür.”

Kasîde:

“Senden vazgeçmiş değilim, daima seninle meşgûlüm. Her an seni biraz daha yüceltmedeyim. Biraz daha fazla azîz etmedeyim. 

Tertemiz zâtıma, padişahlık güneşim üzerine yemin ederim ki, ben, seni sana bırakmam. Seni lütuflarla, keremlerle yüceltir dururum. 

Senin yüzüne, kendi ışıklarımdan, kendi nurlarımdan nurlar saçarım. Senin başını, on tane mağfiret, yarlıgama parmağı ile kaşırım. 

Rıza göğünde binlerce inâyet bulutu var. O bulutlardan yağarsam; ancak senin başına yağarım. Başkasının başına yağmam. 

Lütfum, sana hizmet etmek için hazırlanmıştır. Zaten ben iyilikler kaynağıyım. 

Bana; ‘Hastayım’ dediğin geceden beri, binlerce şifâ şerbeti, sevgiyle, şefkatle kaynayıp duruyor. 

Yanıma gel de, gözlerine yeni bir sürme çekeyim. Çekeyim de, sırlarımı görüp anlaman için gözlerin nurlansın, aydınlansın. 

Lütfum öyle çok, keremim öyle bol ki, beni inkâr eden yabancıların bile ellerinden tutmadayım. En kötü insanları bile nimetlerimle beslemekteyim. Hâl böyleyken, beni sevenlerden, bana yakın olanlardan nasıl olur da lütfumu esirgerim?”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XCI

Karganın, Hüdhüd’ün davasını kınaması.

1221. Karga, bunu işitince hasedinden ilerleyip Süleyman’a, “Hüdhüd aykırı ve kötü söyledi.

1222. Padişah huzurunda söz söylemek, edebe aykırıdır. Hele yalan ve olmayacak söz olursa.

1223. Eğer onun böyle bir görüşü olsaydı bir avuç toprak altındaki tuzağı nasıl görmezdi?

1224. Nasıl olur da tuzağa tutulurdu, nasıl olur da ümitsiz bir hâlde kafese girerdi?” dedi.

1225. Bunun üzerine Süleyman dedi ki: “Ey Hüdhüd! Daha ilk kadehte tortu kalktı, böyle bulunman lâyık mı, akla sığar mı?

1226. Ayran içen, kendini nasıl oluyor da sarhoş gösteriyor, huzurumda sonu yalan çıkacak bir söz söylüyorsun?”

Hazreti Şems şöyle buyurur: “Tabîat ehli olmamalı, gönül ehli olmalı. Gönül ara, tabîata bakma! Gönülün yeri nerede? Gönül gizlenmiştir. O Allah adamıdır, kıskançlıktan ona gönül ehli derler. Bir aralık Hakk’ın parlak ışığı gönülde yansılanırsa, gönül sevinçlidir. O ışık, bir anda kaybolur, ancak gönül, gönül olmak için çok kere böyle olur. Yanar, çok kere gönül kırılır, aradan kalkar; Allah kalır.”

“İnsanda hased var, inat var, gurur var, kibir ve öfke var… Bir insanın iç âlemi bu huylarla bozuk olunca, hiçbir şey ona huzur vermez” der Hasan Dede, “Ârif-i billâh olan Allah dostları hep vücutlarında ihtilâl yaptılar ve nefslerini bütün kötülüklerden arındırdılar.”

Nihâyetinde, karga hased edip, Padişaha, ‘Hüdhüd aykırı söylüyor, doğru söylemiyor’ deyince Padişah, ‘Ey Hüdhüd!’ dedi, ‘Daha ilk kadehte tortu kalktı, böyle bulunman lâyık mı, akla sığar mı?’

Hazreti Mevlâna, bu beyitlerde buyurduğu teşbîhlerle, kadehle ‘kelâm’ı, şarapla ‘kelâm içindeki fikri’, tortuyla ‘fikrin yalan olması’nı işâret etmiştir.

Hüdhüd’ün karganın kınamasına cevap vermesi.

1227. Hüdhüd dedi ki: “Padişahım, Allah aşkına bu çıplak yoksul hakkında düşmanın söylediği sözü dinleme!

1228. Eğer ettiğim dâvâ yalansa işte başımı koydum, boynumu vur! Kazâ hükmünü inkâr eden karga, binlerce aklı olsa yine kâfirdir.

1229. Sende ‘kâfirler’ sözünden bir ك (kef) harfi, küfür sıfatlarından bir sıfat bulunsa, oyluklar arasındaki yarık gibi koku yerisin, şehvet yeri.

1230. Eğer kazâ gözümü ve aklımı kapatmazsa ben tuzağı havada da görürüm.

1231. Fakat kazâ gelince bilgi, uykuya dalar, ay kararır, gün tutulur.

1232. Kazânın bu çeşit hilesi nâdir midir ki? Kazâ ve kaderi inkâr edenin inkârı bile, bil ki kazâ ve kaderdendir.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, bir hadîsinde, “Küfre râzı olmak küfürdür… Cenâb-ı Hakk, kazâ ve kaderime razı olmayan, benden başka bir Rabb arasın, demiştir” diye buyurur.

1229. beyitte geçen ‘Kef’, aynı zamanda yarık mânâsına gelmektedir ki, Hüdhüd, kargaya, sende kâfirlikten bir kef, yâni yarık, bulundukça etrafa pis koku yayarsın, diye seslenir.

Nitekim, Mevlâna buyurur ki: “Cihan padişahları, kötülüklerinden dolayı kulluk şarabından bir koku bile almamışlar. Yoksa onlar da Edhem gibi, hemencecik coşarlar, sarhoş olurlar, dünya saltanatını vurup kırarlardı! Fakat Allah, bu âlem dursun, mâmur olsun diye gözlerini ağızlarını kapamıştır.”

“Bir kişi Hazreti Muhammed’in izinden yürür, kabı ölçüsünde onun gibi hizmet sunmaya gayret gösterirse, ondan koku yansıtır. İnsanlık kokmaya başlar” der Hasan Dede, “Gösteriş ve menfaat uğruna yapılan hizmetler geçersizdir. Kişi herkesi, hattâ kendini bile kandırabilir ama Hakk’ı kandıramaz. Çünkü Hakk her şeye vâkıftır.”

Hazreti Mevlâna, bu hikâyede, Hüdhüd teşbîhiyle hem zâhir hem de bâtın gözü açık olan ârifleri, karga teşbîhiyle de batın gözü kör olan nefs sahibi zâhir âlimlerini işâret etmektedir.

“Nice altınları, hasetçi hırsızların elinden kurtulsun diye dumanla karartmışlardır. Nice bakırlar vardır ki aklı kıt olanlara satsınlar diye onları altın suyuna batırmışlar, altın yaldızla yaldızlamışlardır” diye buyurur Mevlâna, “Biz bütün ülkelerin iç yüzünü görenleriz… gönlü görürüz, dış yüzüne bakmayız biz! Zâhirin etrafında dönüp dolaşan kadılar, zâhiri görünüşe göre hükmederler. Birisi şehâdet getirdi, imanını gösteren bir şey yaptı mı bunlar, derhâl o adamın mümin olduğuna hükmederler. Bu suretle de nice münâfıklar, zâhire sığınmışlar… böylece de yüzlerce iman sahibinin kanını gizlice dökmüşlerdir.”

Rubâi:

“O padişah mukadderat kalemi ile rakamlar yazıp duruyor. Gönül, onun elinde bir kalem. Hoca sen de bir an için olsun hayattan şikâyeti bırak, kadere boyun eğ de, müslümanlığını yenile! 

Padişah, kader gereği seni imtihan için cefâ eder. Sıkıntılar verir. Sen o cefâyı padişahın elinde bir kabarcık gibi bil! Padişahın elini tutan kişi o kabarcığı öper.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XC

Kazâ gelince aydın gözlerin bile bağlanacağını bildiren Süleyman hikâyesi.

1202. Süleyman’ın büyük dîvan çadırı kurulunca bütün kuşlar huzuruna geldiler.

1203. Onu, kendilerinin dilini anlar, sırrını bilir bir zât bulup huzuruna canla başla koştular.

1204. Bütün kuşlar, cik cik ötmeyi bırakmışlar; kardeşinin seninle konuşmasından daha fasîh bir surette Süleyman’la konuşmaya başlamışlardı.

1205. Aynı dili konuşmak, hısımlık ve bağlılıktır. İnsan yabancılarla kalırsa mahpusa düşmüşe benzer.

1206. Nice Hintli, nice Türk vardır ki dildeştirler. Nice iki Türk de vardır ki birbirlerine yabancı gibidirler.

1207. Şu hâlde mahremlik dili, bambaşka bir dildir. Gönül birliği, dil birliğinden iyidir.

1208. Gönülden sözsüz, işâretsiz, yazısız yüzbinlerce tercüman zuhûr eder.

1209. Kuşların hepsi, bütün sırlarını, hünerlerine, bilgi ve işlerine ait şeyleri,

1210. Süleyman’a birer birer apaçık söylüyorlar, kendilerini bildirmek ve tanıtmak için övünüyorlardı.

1211. Bu övünmek, kibirden, varlıktan dolayı değildi. Her kuş, onun huzuruna varsın, yakınlarından olsun diye övünüyordu.

1212. Bir kul, bir efendiye kul olmak dilerse hünerinden bir miktarını ona arz eder.

1213. Fakat o efendi tarafından satın alınmayı istemezse kendisini hasta, sağır, çolak ve topal gösterir.

1214. Hüdhüd’ün hünerini arz etme sırası geldi; sanâtını ve düşüncelerini bildirme nöbeti erişti.

1215. Dedi ki: “Ey Padişah, en küçük bir hünerimi kısaca arz edeyim. Kısa söylemek daha iyidir.”

1216. Süleyman, “Söyle bakalım, o hangi hünerdir?” dedi. Hüdhüd, “Gâyet yükseklerde uçtuğum zaman, 

1217. Havadan bakınca yerin tâ dibindeki suyu görürüm.

1218. O su nerdedir, derinliği ne kadardır, rengi nedir, topraktan mı kaynıyor, taştan mı? Hepsini görür, bilirim.

1219. Ey Süleyman! Ordu kurulacak yeri tâyin etmek üzere beni sefere beraber götür” dedi.

1220. Süleyman da, “Ey iyi yoldaş! Susuz ve uçsuz bucaksız çöllerde sen bize arkadaş ol; bu suretle su bulur, seferde yoldaşlara saka olursun” dedi.

Sultan Veled Hazretleri, Rebabnâme’sinde şöyle buyurur: “Rebabın söyledikleri de o bâblardan, o fasıllardandır. Her nefeste yüz türlü hikâye anlatır ki onları evde dinleyecek kimse varsa, dinler. Bazen ayrılık acısıyla inler, bazen vuslat zevkiyle sevinir. Bazen aşk ateşleri içinde yanar. Bazen aşkın verdiği zevk ile teselli bulur. Bazen cefâdan şikâyet eder, bazen de kadehlerin dönüp dolaşmasına şükür eyler. Bazen ziyândan, hüsrândan bahseder, bazen de kârla zararın uyuştuklarını haber verir. Bunlardan başka daha yüz çeşit şeylerden bahseder. Ancak sen bu sırları o kulağa söyle ki: ‘Sırlar ona ağır gelmez, yüksünmez.’ Çünkü sağır kulaklar bu seslenişlerden nasîb alamaz. Sağır kulak sesten ne anlar? Ona göre güzel veya çirkin ses eşittir. Sen, bu sırları duyup da icâbet edecek kulaklara söyle ki bu inlemelerden faydalanabilsin. Senin kulağınla senin aklından başka bu ince mânâlı sözleri dinlemeye lâyık hangi kulak vardır? Sana söylüyorum, yalnız sana. Her ne kadar sana söylerken başkaları da dinlerse de. Çünkü bu sırları anlamak zordur. Kötü ruhlu kimselere kolaylıkla nasîb olmaz. Kuşların sırrından ancak Süleyman anlar. Süleyman olmayanın kulağına kuş sesi nasıl girebilir?”

Nitekim, ‘aynı dili konuşmak, hısımlık ve bağlılıktır. İnsan yabancılarla kalırsa mahpusa düşmüşe benzer. Nice Hintli, nice Türk vardır ki dildeştirler. Nice iki Türk de vardır ki birbirlerine yabancı gibidirler. Şu hâlde mahremlik dili, bambaşka bir dildir. Gönül birliği, dil birliğinden iyidir. Gönülden sözsüz, işâretsiz, yazısız yüzbinlerce tercüman zuhûr eder.’

Hazreti Ali, “Akıllının gönlü, sırrının sandığıdır” diye buyurur.

Hasan Dede, “Güzel duygulara ancak akıldan ve kendinden geçmiş olan kimseler mahrem olabilir. Tanrı ile meşgûl olmayan akıl, akıl değildir. Ona akıl denilemez” der.

Ve ne güzel seslenir Yüce Mevlâna bir kasîdesinde… 

“Ey aşık! Hileyi bırak! Aklı terk et, divâne ol, divâne! Ateşin tam ortasına atıl, âdetâ gönlüne gir! Pervâne ol, pervâne! 

Kendini yabancı say, kendine yabancı ol! Hem de evini yık, harâb et! Sonra gel; aşıklarla, aynı evde otur, onlarla düş, kalk! 

Git, gönlünü siniler gibi yedi kere yıka, kinden, nefretten temizlen! Sonra gel aşk şarabına kadeh ol!

Sevgiliye lâyık olmak için tamamiyle can hâlini al! Mest olanların yanına gidince sen de mest ol, mest!.. 

Güzellerin taktıkları küpelerin sohbet yeri, buluşma yeri onların yanaklarıdır. Güzel yanaklarla, güzel kulaklarla dost olmak istiyorsan; inci tanesi ol, inci tanesi! 

Düşüncen nereye giderse seni peşinden sürükler, oraya çeker götürür. Sen düşünceden vazgeç de, kazâ ve kader gibi en ileride yürü, en öne geç!

Kibire kapılmak, hevâ ve hevese meyl etmek bir kilittir ki, gönüllerimiz onunla kilitlenir. Sen anahtar ol, anahtarın dişi ol!

Mustafa (s.a.v), Hannâne direğini okşadı. Sen bir ağaçtan da aşağı değilsin ya, haydi Hannâne direği ol, Hannâne direği! 

Hazreti Süleyman sana, ‘Kuş dilini duy, öğren!’ diyor. Hâlbuki sen öyle bir tuzaksın ki, kuş senden ürker kaçar; sen tuzak olma, yuva ol, yuva! 

Bir güzel sana yüz gösterirse, ona ayna ol, onu içine al, onunla dol! Güzel sana karşı saçlarını serer açarsa, sen ona tarak ol, tarak!

Zenginleştin, armağanlara, mallara sahip oldun da bunlara karşılık şükrâne olarak aşkı verdin. Malı bırak, mal şöyle dursun, sen aşka şükrâne olarak kendini ver, kendini!

Bir müddet ateş oldun, rüzgâr oldun, su oldun, toprak oldun. Bir müddet de hayvan oldun, hayvanlık âleminde dolaştın. Mâdem ki, bir müddet can hâline geldin, hiç olmazsa sevgiliye lâyık bir can ol, sevgiliye lâyık bir can!..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXVIII

Yahudi padişahının bu söze ehemmîyet vermeyip inkâr etmesi, kendisine nasîhat edenlerin nasîhatlerini kabul etmemesi.

869. O Yahudi padişahı bu hayret verici mûcizeleri gördü. Fakat ancak şüphe etti ve inkârda bulundu.

870. Nasîhatçiler: “İşi haddinden ileri götürme, inat hayvanını bu kadar ileri sürme” dediler.

871. Nasîhatçilerin ellerini bağlayıp hapsetti. Zulmünü birbirine uladı.

872. “Mâdem iş bu dereceye vardı. Ey köpek, sabret; kahrımız erişti!” diye bir ses geldi.

873. Ondan sonra ateş kırk arşın alevlendi; bir halka teşkîl etti ve o Yahudileri yaktı.

874. Onların asılları önceden de ateşti; sonunda da asıllarına gittiler.

875. Zâten o zümre ateşten doğmuştu. Cüzîler küllî tarafına yol alır, o tarafa giderler.

876. Onlar ancak mümini yakan bir ateştiler. Kendilerini ise ateşleri çerçöp gibi yaktı.

877. Anası Hâviye olan kimsenin mekânı, ancak Hâviye’dir.

878. Çocuk anası, onu arar; asıllar, mutlaka ferîleri izler.

879. Su, havuz içinde zindanda mahpûs gibidir ama hava onu çeker. Zîrâ su, erkâna mensûptur.

880. Onu havuzdan kurtarır, azar azar tâ madenine kadar götürür. Azar azar olduğundan nihâyet sen, nasıl alıp götürüldüğünü görmezsin.

881. Bu nefes de bizim canlarımızı azar azar dünya hapishânesinden öyle çalar.

882. Sözlerin temizleri, bizden çıkarak ona yükselir, ondan başkasının bilmediği yere kadar varır.

883. Nefeslerimiz, temizlik sebebiyle bizden hediye olarak bekâ yurduna yücelir.

884. Sonra ululuk sahibi Tanrı’dan, ancak rahmet olarak sözlerimizin mükâfatı, iki misli bize gelir.

885. Sonradan kul nâil olduğu şeylere bir daha nâil olsun diye bizi, yine o güzel sözlere sevk eder, yine bize o çeşit sözler söyletir.

Yüce Allah, Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden, Kur’an-ı Kerim’de Zümer sûresinin 23. âyetinde şöyle buyuruyor: “Bir Allah’tır ki sözün en güzelini indirmiştir bir kitap hâlinde, bir kısmı, bir kısmına benzer, bir kısmı, bir kısmını gerçekleştirir, her şeyi tekrar tekrar bildirir; Rablerinden korkanların tüyleri diken diken olur onu dinlerken, sonra da bedenleri ve gönülleri, Allah’ı anmak için yumuşar; işte bu, Allah’ın bir hidâyetidir ki dilediğini, onunla doğru yola sevkeder ve Allah, kimi doğru yoldan saptırırsa ona yol gösterecek yoktur.”

Hasan Dede, bir şiirinde şöyle seslenir bizlere…

“Dil çakmak taşıyla demire benzer, 

Söz kıvılcım olur kavrulur her yer. 

Sakın lâf söyleme mânâsız yere, 

Taşı yerli yersiz vurma demire. 

Ortalık karanlık her taraf pamuk, 

Kıvılcım bir yangın olur çarçabuk. 

Cahiller gafletle bir söz söylerler, 

Akılları bozup berbât eylerler. 

Tek sözle mahvolur âlemdekiler, 

Bir arslan kesilir ölü tilkiler. 

Perdesiz olaydı canların özü, 

Can veren olurdu onların sözü. 

İstersen sözünün hoş olmasını, 

Yememen gerekir hırs helvasını. 

Helvayı çok sever küçük çocuklar, 

Erenlerde ise sonsuz sabır var. 

Göklere yükselir sabrı bilenler, 

Yeryüzünde kalır hırsla helva yiyenler…”

“Aman aman, üzerinizdeki örtünün uçlarının, gelişi güzel yerlere doğru salıverilmesinden sakınınız. Büyüklük taslamaktan doğan, bu hâli Hazreti Allah sevmez” diye buyurur Hazreti Muhammed Efendimiz.

Ve bakın ne güzel söyler Yüce Mevlâna… “Akıllardaki bu aykırılık, bil ki mertebe bakımından yerden göğe kadardır. Akıl vardır güneş gibi. Akıl vardır, zühre yıldızından da aşağıdır, yıldız akmasından da. Akıl vardır, bir sarhoş mumu gibi; akıl vardır, bir ateş kıvılcımı gibi. O güneş gibi aklın önünden bulut kalktı mı Allah’ın nurunu gören akıllar faydalanırlar.”

Nitekim Sultan Veled Hazretleri de şöyle seslenir: “Din yolu, hizmet ve ibâdet ile anlaşılabilir, dedikodu ve boş sözlerle değil. Geçmişler, akıllı insanlar olduklarından hizmet ve ibâdet ile maksada eriştiler. Onlardan sonra gelenler hizmet ve ibâdetsiz, ilim, münâkaşa ve mücâdele ile maksada erişmek istiyorlar ve işte bunun için de hiçbir şey elde edemiyorlar ve hiçbir sonuca varamıyorlar.”

“Ruh topraktır, aşk ise ölümsüzlük suyu. Akıl karıncadır, o ise Süleyman. Eğer aşk kadehinden bir yudum içtiysen, bu mânâlar senin için kolaydır” diyor Ulu Ârif Çelebi, Divân’ında; ve şöyle devam ediyor: “Aşkın Şah’ı eğer seni kabul ederse, teşekkür olarak ucuz olan canını ver. Aşk yakınlık başköşesinde oturmuş; akılsa âcizlik çölünde dolaşıp durmaktadır. Yüzünü padişahlık toprağına koy. Zîrâ aşk ona Fâtiha sûresini okumaktadır. İrfân ile kendinden geçmiş Ârif’in canı, Mevlâna’nın sırrından bir nükte söyledi. Bu da onundur, Allah ondan razı olsun…”

Her nefeste biraz daha yakınlaşıyoruz içimizdeki Rabbimize azar azar; ve ‘azar azar olduğundan nihâyet, nasıl alıp götürüldüğümüzü görmüyoruz.’ Oysa, işte ‘aşk yakınlık başköşesinde oturmuş’, bizi beklemede…

Yine Mevlâna’ya kulak verelim; bakın ne güzel söyler… 

“Âlemi sel kaplasa, dalgalar yükselip develer gibi yuvarlansa, havada uçan kuşlar elem çeker ama suda yüzen kuşlar için ne tasa var? Tufan denizi, balıkların nasıl canına can katarsa biz de onun gibi denizin dalgalarına alışmış ve bu nimete şükürden yüzümüzü de ağartmışız… Ey şeyh! Denize gireceğiz, bize peştamal ver. Ey su! Bizi kendine daldır. Ey İmranın oğlu Musa! Gel, denizin suyuna âsânı vur… Bu aşk her başta bir başka sevdâ kaynatır. O sakînin sevdâsı benim olsun, ondan başka ne varsa hepsi sizin…”