MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XCVIII

“Halk içre bir âyîneyim, her kim bakar bir ân görür. Her ne görür kendi yüzün, ger yahşî ger yaman görür.” Niyâzî Mısrî

1318. Ey adam! İnsanlarda gördüğün birçok zulüm, senin huyundur; sen, kendi huyunu onlarda görüyorsun.

1319. Senin varlığın, nifâkın, zulmün, gafletin onlara aksetmiştir.

1320. Sen osun, sen kendini yaralamaktasın. O anda lânet ipliğini kendine, kendin dokuyorsun!

1321. O kötülüğü sen kendinde açıkça görmüyorsun. Görsen kendine kendin, candan düşman olurdun.

1322. Ey ahmak! Kendine saldıran o arslan gibi sen de kendine saldırıyorsun.

1323. Ahlâkının künhüne erişir, hakîkatini anlarsan o adam olmamazlığın senden olduğunu bilirsin.

1324. Arslana; başka bir arslan gibi görünen şeklin, kendi aksinden ibâret olduğu kuyu dibinde zâhir oldu.

1325. Bir zayıfın dişini söken, o ters gören arslanın işini işlemektedir.

1326. Ey başkasının yüzünde kötü bir ben gören! Gördüğün kendi beninin aksidir, ondan nefret etme!

1327. “Müminler birbirinin aynasıdır.” Bu haberi Peygamber’den rivâyet etmediler mi?

1328. Gözünün önüne gök renkli bir cam koymuşsun, o sebepten âlem sana gök görünüyor.

1329. Kör değilsen bu körlüğü kendinden bil. Kendine kötü de, başkasına deme!

1330. Eğer mümin, Tanrı nuruyla bakmamış olsaydı; gayb mümine bütün çıplaklığıyla nasıl görünürdü?

1331. Fakat sen Tanrı nuruyla değil, Tanrı ateşiyle baktığından kötülükte kaldın, iyilikten gâfil oldun.

* İyiliği kötülükten ayırt edemedin, kötülükten de gâfil oldun, iyilikten de.

1332. Ey gama, kedere dalmış adam! Azar azar ateşe nur serp ki ateşin nura dönsün.

1333. Yâ Rabbi, sen de o tertemiz suyu serp de âlemin şu ateşi tamamiyle nur olsun.

1334. Denizin suyu hep fermân altındadır; yâ Rabbi, su da senindir, ateş de!

1335. Sen istersen ateş, lâtif su olur; dilemezsen su bile ateş kesilir.

1336. Bizim şu niyâzımızı da yine sen ilhâm etmektesin. Zulümden kurtulmamız, senin ihsânındır.

1337. Sen bize bu isteği, biz istemeksizin verdin, hadsiz, hesapsız ihsânlarda bulundun.

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Ne mutlu o kimseye ki, nâsın ayıplarını bırakır da, kendi ayıbı ile meşgûl olur” diye buyurur.

Nitekim, Hazreti Mevlâna, Fîhi Mâ-Fîh’de, “Zulüm ediş, kin güdüş, haset, hırs, insafsızlık, ululuk gibi bütün kötü huylar, sende oldu mu incinmezsin. Fakat bunları bir başkasında gördün mü ürkersin, incinirsin. Bil ki kendinden ürkmedesin, kendinden incinmedesin” diye buyurur, “İnsan, kendi kelliğinden, kendindeki çıbandan iğrenmez; yaralı elini yemeğe sokar, parmağını yalar, gönlüne hiç de tiksinti gelmez. Fakat bir başkasında küçücük bir çıban, yâhut azıcık bir yara görse onun yediği yemekten tiksinir, o yemek, içine sinmez. İşte kötü huylar da kelliklere, çıbanlara benzer. İnsan, bunlar kendisinde oldu mu incinmez; fakat bir başkasında bu huyların pek azını bile görse ondan incinir, tiksinir. Sen ondan ürküyor, kaçıyorsun ya, o da senden ürker, incinirse mâzur gör; senin incinişin de onun için bir özürdür; çünkü sen onu görünce inciniyorsun ya, o da aynı şeyi görüyor da senden inciniyor. ‘İnanan, inananın aynasıdır’ dedi, ‘kâfir, kâfirin aynasıdır’ demedi. Amma bu, kâfirin aynası yok demek değildir; onun da aynası vardır, lâkin aynasından haberi yoktur.”

“Biri bir heybe alır, boynuna asar. Onun iki gözü vardır; biri önde, diğeri arkada” der Hasan Dede, “Fakat sadece arkadaki gözü karıştırır, hiç öndeki gözü karıştırmaz. Öndeki gözü karıştırsa kendi kusurlarını görür ki ne kadar çok kusurları var. Ancak malesef, muhabbetler hep arka gözden, diğer şahıslardan konuşulur. Böylece kendini temiz tuttuğunu zanneder. Ön göze bir baksa, arka gözü karıştırmaya sıra gelmez.”

‘Eğer mümin, Tanrı nuruyla bakmamış olsaydı; gayb mümine bütün çıplaklığıyla nasıl görünürdü? Fakat sen Tanrı nuruyla değil, Tanrı ateşiyle baktığından kötülükte kaldın, iyilikten gâfil oldun.’

Şiir:

“İyi kötü, her şey, herkes, dervişin parça buçuğudur,

Böyle olmayan adam, derviş değildir.” 

Hazreti Mevlâna, yine Fîhi Mâ-Fîh’de şöyle bir misâl verir ve der ki, “Bengisu karanlıktadır derler. Karanlık, erenlerin bedenleridir; bengisu da onlardadır. Bengisuya, ancak karanlıkta ulaşabilirsin; şu karanlıktan çekinirsen, kaçarsan bengisuya nasıl ulaşacaksın? Puştlardan puştluğu, kahpelerden kahpeliği öğrenmek istersen binlerce istemediğin şeye, dilemediğin şeylere katlanmak gerek, bunu belleyip elde etmek için dayanmak gerek değil mi? Bu, böyleyken peygamberlerin, erenlerin durağı olan ölümsüz, sürüp giden yaşayışı istiyorsun da sonra hoş görmediğin bir şeye uğramamak, sendeki bâzı huylardan vazgeçmemek dileğindesin; nasıl olur bu?”

‘Yâ Rabbi, su da senindir, ateş de! Sen istersen ateş, lâtif su olur; dilemezsen su bile ateş kesilir. Bizim şu niyâzımızı da yine sen ilhâm etmektesin. Zulümden kurtulmamız, senin ihsânındır. Sen bize bu isteği, biz istemeksizin verdin, hadsiz, hesapsız ihsânlarda bulundun.’

Rubâi:

“İnciyi sedef gibi içine alacak bir gönül arzu ediyorum; kendini gören, kendi içinde inci olduğunu sanan taş yürekli kişiyi istemiyorum! 

Kendini, kendini görmekten kurtarmış, benliğini ayak altına almış, Allah aşkı ile dolup taşmış, dertten, derdin, gamın insanı rahatsız eden sıkıntılarına aldırmayan birisini arzu ediyorum!”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XCVII

Arslanın kuyuya bakıp kendisinin ve tavşanın aksini görmesi.

1303. Arslan onu kucağına aldı. O da arslanın himâyesinde kuyuya kadar vardı.

1304. Kuyunun içinde, suya bakınca arslanın ve onun aksi, su içinde parıldadı.

1305. Arslan su içinde parıldayan aksini gördü. Suda bir arslan şekliyle kucağında şişman bir tavşan şekli gördü.

1306. Su içinde düşmanını görünce, tavşanı bırakıp kuyu içine sıçradı.

1307. Kendi kazdığı kuyuya kendi düştü. Çünkü yaptığı zulüm, kendi başına geldi.

1308. Zâlimlerin zulmü karanlık bir kuyudur; bütün âlimler böyle dediler.

1309. Daha ziyâde zâlim olanın kuyusu, daha korkunçtur. Adâlet, “daha kötüye, daha kötü ceza verilir” buyurmuştur.

1310. Ey zulümle bir kuyu kazan! Sen kendin için tuzak hazırlıyorsun.

1311. İpekböceği gibi kendi etrafını örme; kendine kuyu kazarsan bâri kararlıca kaz!

1312. Zayıfları sen yardımcısız, kimsesiz sanma; Kur’ân’dan “İza cae nasrûllahi”yi oku.

1313. Sen filsen, düşmanın senden ürkmüşse sana ceza olarak ebâbil kuşu gelip çattı.

1314. Yerde bir zayıf aman dilerse, gökyüzü askerleri birbirlerine karışırlar.

1315. Sen birisini dişinle ısırıp da kan içinde bırakırsan diş ağrısına tutulunca ne yaparsın?

1316. Arslan, kuyuda kendisini görünce hiddetinden o anda kendini düşmanından ayırt edemedi.

1317. Kendi aksini kendi düşmanı sandı, hülâsa, kendisine kılıç çekti.

Akl-ı meaş’ı, yâni nefs-i emmâreyi temsîl eden arslan kuyu içindeki suda kendi aksini görünce, düşman farzederek kuyuya atladı ve ‘kendi kazdığı kuyuya kendi düştü.’

Cenâb-ı Allah, Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden, selâm olsun üzerine, Âl-i İmrân sûresinin, 140. âyetinde, “Size bir yara değdiyse, o kavim de tıpkı sizin gibi yaralandı. Bu günler, öyle günler ki onları insanlar arasında nöbetle döndürür dururuz. Böylece de Allah, bilgisini, inananlara açıklar, içinizden şehitler edinir ve Allah zâlimleri sevmez” diye buyurur.

Hazreti Ali Efendimizin, selâm olsun üzerine, çok güzel bir sözü vardır, şöyle der: “Bin sefer mazlûm ol, ama bir sefer zâlim olma…” 

“Peygamber Efendimiz, akşamları istirahate çekilmeden evvel tam yetmişbeş sefer ‘Estağfurullah’ çekerdi ve bilerek ya da bilmeyerek birine kırıcı bir söz söylemiş ise içindeki Rabbine sığınırdı ki onu affetsin” diye anlatır Hasan Dede ve devam eder, “Bakın Peygamber olduğu halde ‘Estağfurullah’ çekiyor, istiğfâr ediyor; ya bizim ne yapmamız lâzım… Bu dünyada neyi ikrâm edersek döner bize geri gelir. Bizler sırat köprüsünü devamlı geçmekteyiz. Hakîkatte kıldan ince, kılıçtan keskin denilen; kırk sene düzlük, kırk sene yokuş, kırk sene inişli sırat köprüsü, bu dünyadır. Sen bu âlemde incineceksin, incitmeyeceksin, her varlığa sevgiyle, cömertçe yaklaşacaksın. İnsan, kendisinde isterse Tanrı’yı konuşturur, isterse İblis’i konuşturur. İkisi de insana ait. Peki bunlardan hangisi huzur verir? Elbette Tanrı’yı konuşturmak huzur verir.”

Nasr sûresinin 1. âyetinde, “Allah’ın yardımı ve fetih geldiği zaman” ve Fil sûresinin 1. ve 2. âyetlerinde de, “Rabbin Fil ordusuna görmedin mi ne etti? Onların kurdukları tuzağı altüst etti” diye buyurur Hazreti Muhammed Efendimiz ve bir hadîs-i şerîfte de, “Müminin arkası himâye olunmuştur, korunmuştur” diye seslenir.

Nitekim, Hazreti Mevlâna buyurur, “Zayıfları sen yardımcısız, kimsesiz sanma; Kur’ân’dan ‘İza cae nasrûllahi’yi oku. Sen filsen, düşmanın senden ürkmüşse sana ceza olarak ebâbil kuşu gelip çattı. Yerde bir zayıf aman dilerse, gökyüzü askerleri birbirlerine karışırlar.”

“Tasavvuf ehli der ki: ‘İncitme müminin kalbini, çünkü müminin kalbinde Beytullah var, Allah var” der Hasan Dede, “Bir mümini incitirsen Allah’ı incitmiş olursun, çünkü Allah’ın bir ismi de Mümin’dir.”

Yüce Pîr Mevlâna ne güzel söyler… “Tanrı ışığını nefesleriyle söndürmek isterlerse de Tanrı, kendi ışığını tam parlatır; kâfirler hoş görmeseler de böyledir bu.”

Kasîde:

“Sağdan, soldan çekiştirmeler, ayıplamalar duyulsa bile gönlünü bir güzele kaptırmış olan kişi aşkından dönmez! 

Aşk yüzünden kınanmak, ayıplanmak nasıl bir âdet ise, aşığın kulağının sağır olması da bir âdettir. 

Aşk uğrunda iki dünyanın yıkılması, virân olması; aslında mamûr olmaktır, yeniden yapılmak, meydana gelmektir. Aşk uğrunda, aşk yolunda bütün faydalardan vazgeçmekte fayda vardır! 

Hazreti İsa dördüncü kat gökten; ‘Haydi ey aşıklar, elinizi, ağzınızı yıkayınız! Gök sofrası kuruluyor. Mânevî yemekler yeme zamanı geldi!’ diye bağırıyor.

Yürü! Yokluk meyhânesinde sevgiliye karşı yok ol! Nerede iki sarhoş varsa, orada kavga ve gürültü vardır. 

Sen şeytanların bulunduğu yere; ‘Yardım, yardım!’ diye gelip giriyorsun. Aklını başına al da yardımı Allah’tan iste! Buradakilerin hepsi de insan şeklinde birer şeytan, birer ifrittir.

O kadar çok mânâ şarabı iç ki, mest olasın da dedikodudan kurtulasın. Sen aşık değil misin? Aşk da bir meyhâne değil mi?”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XCVI

Tavşanın ayağını geri çekmesindeki sebebi, arslanın ciddiyetle sorması.

1296. Arslan dedi ki: “Sen bu sebepleri bırak da şu geriye çekilmenin sebebini söyle, benim maksadım o.”

1297. Tavşan, “Arslan, bu kuyuda oturuyor; bu kalenin içinde bütün âfetlerden emîn!” dedi.

1298. Aklı olan kimse oturmak için kuyu dibini seçer. Çünkü gönül sefâları hâlvettedir.

1299. Kuyunun karanlığı, halkın verdiği karanlıklardan daha iyidir. Halkın ayağını tutan, halkla karışıp görüşen; başını kurtaramamış, selâmete erişmemiştir.

1300. Arslan, “İleri yürü. Benim açacağım yara, onu kahreder, bir bak, o arslan orada mı?” dedi.

1301. Tavşan “Ben o ateşten bir kez yanmışım. Sen beni kucağına alırsan,

1302. Ey kerem mâdeni, ancak o vakit yardımınla gözümü açar, kuyuya bakabilirim” dedi.

Kur’ân-ı Kerîm’de, Bakara sûresinin 112. âyetinde, Cenâb-ı Allah, Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden şöye buyurur: “Kim Allah’ın huzurundaymış gibi hareket eder ve yüzünü tertemiz bir surette Allah’a çevirir, ona teslim olursa ecri Rabbinin indindedir. Onlara ne korku vardır, ne de mahzûn olurlar.”

Hazreti Muhammed Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde de buyurur ki: “Benim yanımdaki hâliniz her zaman devam etse, melekler ellerinize sarılır da musâfaha ederler sizinle; evlerinize gelirler de ziyâret ederler sizi.”

“İnsana yakışan, Allah’ın varlığını her an kendisinde hissederek, devamlı teslîmiyet içinde O’nunla râbıtada durarak yaşamasıdır” der Hasan Dede, “Zaten vuslat da bu değil midir? Vuslat, kendinden geçmek ve her ân Sevgiliyle beraber olmak, O’nunla yaşamak demektir. İlm’el-yakîn, Ayn’el- yakîn, Hakk’el-yakîn. Evvelâ bilmek lâzım; bildikten sonra sıra görmeye gelir; ondan sonra O, sana senden yakın olur; seninle beraber olur. Aklı olan, Allah’ı kendinde arar. Allah’ı aramak için kendi dışında bir adım atarsa kâfir olur. Çünkü Allah bizden ayrı değildir. Allah, ‘Ben size şah damarınızdan daha yakınım’ demiyor mu?.. Gönlünde Hazreti Muhammed, Hazreti Ali, Hazreti Mevlâna varken hiç gam yeme; sen kale gibisin.”

Ve bir şiirinde de şöyle seslenir Hasan Dede…

“Şekerle dudaklarının arasında uzun bir yol var, 

Ah güzellikte sonu olmayan Mevlâna’m! 

Bir ömürdür güneşle ay döner durur, 

Günlerdir, gecelerdir senin geceni arzular durur. 

Ah güzellikte sonu olmayan Mevlâna’m! 

Ah gönül, dayanmaya gücün yoksa git… 

Ah güzellikte sonu olmayan Mevlâna’m! 

Senin için aşk dâvâsına girenler az değil ya… 

Ah can! Korkmuyorsan sen gel, 

Fakat korkuyorsan senin de işin değil bu, sen de git… 

Ah güzellikte sonu olmayan Mevlâna’m! 

Güzelim cemâlin gönülden de güzel, candan da. 

Ah güzellikte sonu olmayan Mevlâna’m!..”

Ne güzel söyler Yüce Mevlâna… “Allah yakınlığının debdebesini gördün mü, Şehzâde gibi sevgiline kavuşursun… ayağındaki dikeni çıkarırsın! Kendinden geçmeye çalış da hemencecik kendini bul… doğrusunu Allah daha iyi bilir.”

Beyit:

“Aklı başında olanlar, bağla bağlanmış kullardır; aşıklarsa hürdür, şekerlenmiş, ballanmış canlardır onlar! Akıllıların yuları ‘zorla gelin’ emridir; gönlünü kaptıranların baharı ‘dileyerek gelin’ emri!..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XCV

“Bil ki, aşkın gül bahçeleri kan perdeleri arasında olduğu için, ölümü göze almayan, oraya varamaz.” Mevlâna

1276. Cihan; gâh sabredip gâh şükrettikçe bağlar, bahçeler gâh giyinir, gâh çırçıplak kalır.

1277. Güneş, ateş renginde doğmuşken diğer bir saatte başaşağı batar.

1278. Göklerde parıldayan yıldızlar, zaman zaman ihtirâka uğrar.

1279. Güzellikte yıldızlardan daha parlak olan ay da ince ağrıya tutulup hilâl olur.

1280. Çok sakin ve edepli olan bu yeri de sarsıntı sıtmaya düşürür.

1281. Nice dağlar, bu ansızın gelen felâketten dolayı yeryüzünde kumlar gibi dağılıvermiştir!

1282. Ruhla eş olan hava bile kazâ baş gösterince vebâ kesilir, ufûnetlenir.

1283. Ruhun kız kardeşi olan lâtif su, bir gölcükte sarı, acı ve bulanık bir hâle gelir.

1284. Azâmetli ve kibirli ateşi bile bir yel söndürüverir!

1285. Denizin hâlini de ıstırâbından, coşkunluğundan anla, aklının değişik durduğunu, kalıptan kalıba girdiğini bil!

1286. Tanrı rızasını arayıp duran, başı dönmüş feleğin hâli de oğullarının hâli gibidir.

1287. Gâh en altta, gâh ortada, gâh en tepede. Onda da bölük bölük kutlu ve yomsuz zamanlar var!

1288. Ey küllîyât ile karışmış olan, ey insan! Basit cisimlerin hâlini de kendinden kıyâs et!

1289. Küllîyâtın böyle hastalıkları, böyle dertleri olunca onların cüzîyâtının yüzü nasıl sararmaz?

1290. Hele birbirine zıt olan şeylerden; su, toprak, ateş ve yelden meydana gelmiş cüzü…

1291. Koyunun kurttan kaçmasına şaşılmaz; şaşılacak şey, bu koyunun, kurda gönül vermesidir!

1292. Sağlık, zıtların sulhudur; aralarında savaşın başlamasını da ölüm bil!

1293. Tanrı’nın lütfu, bu arslanla yaban eşeğine, bu iki zıdda, vefâkârlık hususunda ülfet vermiştir.

1294. Dünya hasta ve mahpus olunca, hastanın fânî olmasına şaşılır mı?”

1295. Tavşan, arslana bu çeşit nasîhatler verip, “Ben bu sebepler yüzünden geriledim” dedi.

“Ey aşıklar!” der Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, ve şöyle devam eder, “Cihanda ne varsa aşk onun canıdır. Aşktan başka ne görüyorsan, hiçbiri ebedî kalmaz. Senin yokluğun doğu gibi, senin ecelin batı gibidir. Dediğimi yaparsan, bu göğe benzemeyen bambaşka bir gök olursun. Göğün yolu senin içindir ki, aşk kanadını çırpmaya bak.”

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “Hakîkatte baktığınızda, dünya üzerindeki bütün varlıkların temelinde sevgi ve aşk vardır, hepsi sevginin ve aşkın sûretleridir” diye buyurur ve kâinattaki bütün varlıkların toplamının aynı bir insan gibi olduğuna işâret ederek, “Bu âlem insanın en büyük şeklidir. İnsan, kâinat demektir; kâinat da insan demektir. İnsan-ı kâmil de bunun kalbi, özetidir” der.

Nitekim, Hazreti Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr’in bir beyitinde, “Güneş de, ay da, yıldızlar da, gökyüzünde ilâhî aşk ile dönmekte; âdeta oynamaktadırlar. Üzerinde yaşadığımız dünya da dönmekte, oynamaktadır. Biz ise bunların ortasındayız” der ve bir başka beyitinde de, “Şu içinde yaşadığımız hayatın, şu akıp giden kum selinin ne durması vardır, ne dinlenmesi; bir şekil bozulunca başka bir şeklin temelini atarlar!” diye buyurur.

‘Ey küllîyât ile karışmış olan, ey insan! Basit cisimlerin hâlini de kendinden kıyâs et! Küllîyâtın böyle hastalıkları, böyle dertleri olunca onların cüzîyâtının yüzü nasıl sararmaz? Hele birbirine zıt olan şeylerden; su, toprak, ateş ve yelden meydana gelmiş cüzü…’

Hasan Dede, insanın mâhiyeti olan ‘su, toprak, ateş ve yel’i açıklarken, “Sen, dört ana sırrın sahibisin” der, “Birinci ana sır, vücudundaki harâret; güneşten bir parça. İkinci ana sır, vücudundaki su; denizden bir parça. Üçüncü ana sır, deri ile kemik; topraktan bir parça. Dördüncü ana sır, nefes; semâvattan bir parça. Bu dördü senden ayrılıp aslına gidecek. Peki sen nereye gideceksin?..”

Ve bir şiirinde şöyle seslenir bizlere…

“Ey canlar, ey aşıklar!

Hilkâtin cilvesi aşk zuhûr etti, 

Her şey mahvoldu. 

Aşk tümdür, ondan gayri her şey mahvolur, 

Aşk ne ilk, ne de sondur, 

Aşk sonsuzluk vahdetidir. 

Aşkın ne sûreti ne de sîreti vardır, 

Aşk her vasfın üstündedir. 

Aşkın naz ve cilvelerinden maşukluk zuhûr etti, 

Aşk kadeh sûretinde göründü, 

Aşk şarap hâlinde dem oldu. 

Her kim o sûrette demi gördü, 

Aslına vâsıl oldu, 

Görmeyen tümüyle yok oldu. 

Her şey aslına rücû etti, 

Aşkı, aşktan başka,

Hiçbir şey tefsîr edemedi…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XCIV

Kuyuya yaklaşınca arslanın yanından, tavşanın geri çekilmesi.

1262. Kuyu yanına gelince arslan, tavşanın geri kaldığını gördü.

1263. Dedi ki: “Niçin ayağını geri çektin. Ayağını geri çekme, ileri gel!”

1264. Tavşan, “Ayağım nerde? Elim, ayağım kesildi. Canım tir tir titriyor, yüreğim yerinden oynadı.

1265. Yüzümün rengini görmüyor musun? Altın sarısı gibi. Rengim, ne hâlde olduğumu bildiriyor.

1266. Tanrı yüze ‘bildirici’ demiştir. Onun için âriflerin gözü, yüze dalmış, kalmıştır.

1267. Renk ve koku, çan gibi haber verir; atın kişnemesi, atın mevcûdiyetini bildirir.

1268. Eşeğin sesini, kapının sesinden fark edesin diye her şeyin sesi, o şeyi haber verir.

1269. Peygamber, insanları ayırt etmek husûsunda ‘İnsan, sözünde gizlidir’ dedi.

1270. Yüzün renginde gönül hâlinden bir nişan vardır. Bana acı, sevgimi kalbinde tut!

1271. Kırmızı yüz, sahibinin refah ve saadetine delâlet eder; sarı yüz, sahibinin meşakkat ve belâ içinde olduğunu bildirir.

1272. Elimi, ayağımı alana, yüzümün rengini uçurana, kuvvetimi giderene, çehremi bozana uğradım.

1273. Önüne geleni kırana, ağaçları kökünden, dibinden söküp çıkarana sataştım.

1274. Adamları, hayvanları, cemâdat ve nebâtatı mat edene rastladım.

1275. Bunlar cüzîyattır, küllîyatın da onun yüzünden renkleri sararmış, kokuları bozulmuştur.

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, 1266. beyitte, ’Tanrı yüze bildirici demiştir. Onun için âriflerin gözü, yüze dalmış, kalmıştır’ diye buyuruyor.

Abdülbâki Gölpınarlı, bu beyitin yorumunu yaparken, “Hazreti Muhammed, gerçek yoksulların yüzlerinden tanınacağını, Bakara sûresinin 273. âyetinde bildirmektedir” der ve ayrıca, “Arâf sûresinin 48. âyetinde, Arâf erlerinin, insanları yüzlerinden tanıyacakları anlatılmaktadır ve Yunus sûresinin 27, âyetinde, kötülük edenlerin yüzleri ‘Gecenin bir parçasına bürünmüştür sanki’ diye belirtilmektedir, Hac sûresinin 72. âyetinde, âyetler okununca kâfirlerin yüzlerinde inkâr belirtileri göründüğü söylenmektedir. Fetih sûresinin 29. âyetinde, inananların yüzlerinde secde belirtilerinin göründüğü bildirilmektedir. Mutaffıfîn sûresinin 24. âyetinde de inananların yüzlerinde cennet parlaklığı bulunduğu ve Peygamber’in onları bu parlaklıkla tanıdığı açıklanmaktadır. Ve daha birçok âyetlerde de, kıyâmette, inananlarla inanmayanların yüzlerinden tanınıp bilineceği söylenmiştir” diye açıklar.

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Hayrı güzel yüzlülerin katında arayın, onlardan dileyin” diye buyurmaktadır.

Nitekim Hazreti Mevlâna, “Aşıklara sevgilinin güzelliği müderristir; defterleri, dersleri, meşkleri de onun cemâli” diye buyurur ve yine bir beyitinde, “Bana senin akîk gibi dudağın gerek, şekerin ne faydası var? Bana senin cemâlin lâzım, kamerin ne yeri var?” diye seslenir.

“Hakk her an tazedir, cihanın sonsuz güzeli O’dur. Aşık, O’nu kalıp haline getirmeden, tamamen kalıp dışı sonsuz güzelliklerde seyreder” der Hasan Dede ve Evliyâullah’ı örnek göstererek, “Bütün Evliyâullah, Hakk aşıklarıdırlar. Hazreti Muhammed, akılları taşıdığı kadar onlara yüzünü gösterdi. Onlar da oraya gönüllerini bağladılar ve oradan bir an dahî ayrılmak istemediler. Çünkü o bâkî güzel, dünya durdukça güzelliğini koruyacaktır. Bütün varlık O’dur, O’nun yarattıklarıdır. O, güler yüzde, tatlı dildedir.”

Nitekim, Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, “Akıllı insanın dili, gönlünün ötesindedir; ahmak kişinin gönlü, dilinin ötesinde” diye buyurur.

‘Eşeğin sesini, kapının sesinden fark edesin diye her şeyin sesi, o şeyi haber verir.’ Ârif olana, aşıklar defterinden bir harf bile kâfidir.

Kasîde:

“Şarap içeceksen, bâri bizim dilberimizin elinden al, iç; güzel yüzlü, güzelliği ile âlemleri yakıp yandıran sevgilimizin elinden iç!.. 

Mecnûn gibi sevgiye engel olan akıl perdesini yırtmak istiyorsan, cesur aşkı bul da, onun elinden kadehsiz verilen mekânsızlık şarabını al, iç!.. 

Eğer içinde bir sıkıntı varsa, gönlün daralmış ise, betin benzin solmuşsa, onun gül bahçesine git, orada otur; mahmûr isen, onun seçkin mânâ şarabını iç!..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXXVII

Tavşanın, arslanın huzuruna gelmesi, arslanın ona kızması.

1150. Arslanın kzgınlığı arttı, titizlendi. Baktı ki tavşan, uzaktan geliyor.

1151. Korkusuz ve çalımlı bir tavırla, hiddetli, kızgın, suratı asık bir hâlde koşmakta.

1152. Çünkü müteessîr ve zebûn bir hâlde gelişten suçluluk anlaşılır. Ama cesurluk her türlü şüpheyi giderir.

1153. Arslanın hizâsına yaklaşıp ilerleyince arslan bağırdı: “Bre adam evlâdı olmayan!

1154. Ben ki filleri parça parça etmişim; ben ki erkek arslanların kulağını burmuşum.

1155. Bir tavşan parçası kim oluyor ki böyle benim emrimi ayak altına alsın!

1156. Tavşan uykusunu ve gafletini bırak; ey eşek, bu arslanın kükreyişini dinle!”

Hasan Dede, “Korkunun kaynağı, kimliğini unutup nefste kalıştır, cesaret ise imandan gelir” der, “Eğer sen güçlü bir imanla yola koyulmuş isen seni yolundan kimse çeviremez. Ama imanın zayıfsa korkularla yaşarsın. Nefsi susturup korkulardan kurtulmaya ancak bilgi ile ulaşılır. Hakîkat bilgisi ile dolmaya, donanmaya başlayan insan korkularını teker teker yenilgiye uğratır ve korkunun yerini cesaret alır. Yüzmeyi bilmeyen hâliyle sudan korkar ama öğrendiği zaman bütün denizler onundur. Yaşamın ve ölümün hakîkatine ulaşan kişinin de defterinden korkular silinir. Hayatını cesaretle, kalbinde taşıdığı iman ve güvenle sürdürür.”

Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. Eğer gerçekten iman etmiş kimseler iseniz üstün olan sizlersiniz” (Âl-i İmrân, 139) diye buyrulmaktadır.

Sultan Veled Hazretleri, Rebabnâme adlı eserinde, “Arzunu, canın arzusu tarafına döndürürsen, kötüden iyiye geçmiş olursun. Birkaç gün gayret eyle, tembellik etme, dine meyil ver ki sonunda dinden olmayasın. Cennetlerin en iyisine karşılık olarak ebediyyen hayatta kalasın. Bu suretle dine sarılınca da kibirden, kinden, hasetten temizlenirsin! İnsanlık dindir, dinden başkası hevâ ve hevestir. Onları bırak da dine sarıl!” diye buyurur, “Havasın hası olan Cenâb-ı Mevlâna buyurmuşlardır ki: ‘Ey kardeş, sen düşüncenin aynısın. Yoksa, kemikten, sinirden başka değilsin. Eğer düşündüğün gül ise gülşensin; dikense, külhâna lâyıksın! Eğer gül suyu isen, herkes seni bağrına basar; idrar isen dışarıya atarlar.’ O din sultanının esrârını dinle ki, inkârdan, şüpheden kesin bilgiye doğru gidesin. Endişe, din endişesidir. Başkası kabuktur. Eğer sen iyi kimse isen iç olmaya çalış! Dost tarafına yollan! Dine doğru gidersen canını geçicilikten kurtarırsın! Din, sana ebedîlik diyârında yüzlerce cihan bahşeder. Orada her şeyin sonsuza dek olduğunu görürsün. Hazineleri zahmetsiz elde edilir, emniyetlerinin sonunda korku yoktur. Doğru yol, benim öğütlerimdir. Benim şekerimden yiyenlere ne mutlu! Şekeri yemek için tûti lazımdır. Kargaya yedirmek için kimse şeker almaz.”

Halk arasında, ‘tavşan uykusu’ diye bir tâbir vardır. Tavşan uyurken gözlerini kapatmaz, uyanık görünür ama gerçekte uyumaktadır. 

Yüce Pîr Mevlâna, 1156. beyitte, tavşan gibi uyuyanlara, “Tavşan uykusunu ve gafletini bırak; ey eşek, bu arslanın kükreyişini dinle!” diye seslenir.

Kasîde:

“Şu dumanlarla dolmuş evde bir pencere açtılar da, duman çıktı gitti; eve, güneşin nuru doldu! 

O ev nedir; neyin temsîlidir? O ev, gönül evidir; içeri dolan duman da, üzüntülerimizi, kederlerimizi göstermektedir! Aslında, boş düşüncelerimiz, endişelerimiz, bizim mânevî zevkimizin, ruhanî neşemizin boynunu vurmaktadır! 

Ey Hakk yoluna düşen kişi! Aklını başına al, gaflet uykusundan uyan da, düşünceden de kurtul, hayalden de!.. Yâ Rabbi! Şu bizim uykuya dalanlarımıza bir davulcu gönder! 

Uykuya dalan kimse, bir hiç için binlerce gam yer, kederlere kapılır! Rüyâsında ya kurt görür, ya da yolunu kesen eşkiyâ!.. İnsan, rüyâsında yüzbinlerce kılıç, yüzbinlerce mızrak görür; fakat uyanınca, kılıçlar, mızraklar şöyle dursun, bakar ki, bir iğne bile yok!..

Ölüp gidenler derler ki: ‘Boş yere ne olmayacak gamlar yemişiz, üzülüp durmuşuz! Ömrümüz, çeşitli vesveselerle geçti gitti! 

Bir hayal için düğünler yapmışız, evler kurmuşuz; yine hayal için zırhlar giyinmişiz, savaşa girmişiz! 

O düğün de, o savaş da, o yas da hep boş şeylermiş; bütün bunlar, bu nefsin işleri imiş!.. Bugün ne ondan bir oyun kaldı, ne bundan bir ağıt, bir feryâd!..’

Dünya âleminde başlarına gelenlerden ötürü yüzlerine vururlar, yüzlerini yırtarlar, dövünürler dururlar. Fakat, gaflet uykusu sona erince, görürler ki yüzlerinde bir tırmık beresi bile yok! 

Nerede o bizimle sütle bal gibi kaynaşan, nerede o bizimle su ile yağ gibi bir türlü uzlaşamayan?.. Şimdi, gerçekler belirdi; uyku da geçti, hayal de!.. Şimdi, huzur var, rahat var; emniyet, istirahat var; ne bizlik kaldı, ne benlik!.. 

Şimdi, ne ihtiyar var, ne genç; ne esir var, ne de eşkiyâ; ne yumuşak var, ne sert kaldı!.. Artık ne mum var, ne demir!.. 

Bir renklilik, bir sıfata bürünmüş birlik var; bedenden uçup gitmiş bedenden kurtulmuş bir can var!..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXX

Av hayvanlarının tekrar tavşanın sırrını ve düşüncesini araştırmaları.

1041. Ondan sonra dediler ki: “Ey çevik tavşan! Aklındakini meydana çıkar!

1042. Ey bir arslanla pençeleşen, kavgaya girişen, düşündüğün şeyi söyle!

1043. Danışmak, insana anlayış ve akıl verir; akıllar da akıllara yardım eder.

1044. Peygamber, “Ey tedbîr sahibi, danış ki kendisiyle danışılan kişi emîndir” dedi.

Hasan Dede, “Kalb ile dinleyebilmek için insanın çok saf olması lâzımdır. Her şeyden arınmış olması lâzımdır” diye buyurur ve Hazreti Mevlâna’dan misâl vererek, “Mevlâna’nın çok güzel bir sözü vardır, şöyle seslenir” der, “Ey yolcu! Bir iş yapmak istediğin zaman birkaç bilgine danış, ya da istersen yüzlerce bilgine danış; fakat işe başlamadan evvel mutlaka kalbine danış ve kalbinden gelen ses ile işe koyul… Çünkü kalpteki ses her zaman üstündür. Oradan güzel bir ses gelirse o sese uy. Akıl yenilebilir ama kalb yenilmez, orası tevhid yeridir. Hele o kalbe güzel bir Dost koymuşsan, hiç yenilmezsin.”

Nitekim, ‘Peygamber, “Ey tedbîr sahibi, danış ki kendisiyle danışılan kişi emîndir” dedi.’

Tavşanın sırrını onlardan gizlemesi.

1045. Tavşan, “Her sır söylenemez, gâh çift dersin, tek olur; gâh tek dersin, çift çıkar!

1046. Aynanın berraklığını, yüzüne karşı översen nefesinden ayna çabucak buğulanır, bulanır, bizi göstermez olur.

1047. Şu üç şey hakkında dudağını kıpırdatma: Gittiğin yol, paran, bir de mezhebin.

1048. Çünkü bu üçünün de düşmanı çoktur. Düşman bildi mi, sana pusu kurar.

1049. Bir iki kişiye söyledin mi, artık o sırra vedâ et. İki kişiyi aşan, bir başkasına da söylenen her sır, yayılır.

1050. İki üç kuşu birbirine bağlasan elem içinde yerde mahpus kalırlar.

1051. Danışanlar, üstü örtülü, güzel bir tarzda konuşur, danışırlar. Danışmaları, görenleri yanıltacak şekilde kinâyelerledir.

1052. Peygamber, kapalı bir tarzda meşveret ederdi. Ashâb cevap verir, düşman haberdâr olmazdı.

1053. Düşman ayağı baştan ayırd edemesin, bir şeyi sezmesin diye reyini kapalı misâlle söylerdi.

1054. Bu misâlle muradını anlatmış olurdu. Ağyâr sualinden bir koku bile duymaz, hiçbir şey anlamazdı” dedi.

Hazreti Ali, “Akıllı kişi ne sırrını ifşâ eder, ne de başkasının sırrını sorar” diye buyurur.

Hazreti Mevlâna, Fîhi Mâ-Fîh’de şöyle anlatır ve der ki: “Dostlara ısmarıcım olsun, içyüzden anlam gelinleri size yüz gösterdi, gizli şeyler açıldı mı, sakının sakının, onu yabancılara söylemeyin, anlatmayın; duyduğunuz şu sözlerimi herkese söylemeyin. Çünkü ‘Hikmeti, ehli olmayandan başkasına vermeyin; ona zulmetmiş olursunuz; ehlinden de esirgemeyin, ehline zulmedersiniz’ denmiştir. Eline bir güzel, bir sevgili geçse, ben seninim, beni kimseye gösterme; evinde gizle dese onu çarşılarda pazarlarda dolaştırman, herkese, gel de şunu bir gör demen, yerinde bir iş midir; o sevgilinin de hiç hoşuna gider mi bu iş? Onlara gitmez amma sana da kızar. Ulu Tanrı, bu sözleri onlara harâm etmiştir. Hani cehennemlikler, cennetliklere, nerde verginiz, nerde adamlığınız? Tanrı’nın size verdiği, bağışladığı şeylerden birazcığını sadaka olarak, kulların gönüllerini almak için döküp saçsanız, bize bağışlasanız ne olur ki? Çünkü biz bu ateşin içinde yanıyor, eriyoruz; o meyvelerden birazcığını verseniz, o arı duru, soğuk mu soğuk cennet sularından bizim de canımıza dökseniz ne çıkar ki? diye bağırırlar ya…

‘Cehennemlikler, cennettekilere; sudan, Tanrı’nın size rızk olarak verdiği şeylerden bize de dökün saçın derler; cennettekiler de derler ki: Gerçekten de Allah her ikisini de kâfirlere harâm etmiştir.’

Cennettekiler, onu Tanrı harâm etmiştir size derler; bu nimetin tohumu dünyada ekilecekti; mâdemki orda ekmediniz, ekmeye de çalışmadınız, burada ne biçeceksiniz, ne elde edeceksiniz? Büyüklük etsek de size versek bile mâdemki Tanrı, onu size harâm etmiştir, boğazınızı yakar, boğazınızdan aşağıya gitmez o. Bir keseye koysanız kese yırtılır, dökülür gider. İşte tıpkı bunun gibi. 

Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin; Mustafa’nın yanına, münâfıklardan, yabancılardan bir topluluk geldi. Sahâbe, gizli şeyleri anlatmada, Mustafâ’yı övmedeydi. Peygamber, üstü kapalı olarak sahâbeye buyurdu ki: ‘Kaplarınızın ağızlarını kapatın.’ Yâni testilerin, kâselerin, tencerelerin, kapların kacakların, küplerin ağızlarını örtün; örtülü tutun; pis, zehirli hayvanlar vardır; testilerinize düşerler. Tanrı esirgesin; siz de bilmeden o testiden su içersiniz; size ziyânı dokunur. Mustafa, böylece onlara, yabancılardan hikmeti gizleyin; yabancıların önünde ağzınızı dilinizi kapatın; çünkü onlar farelerdir; bu hikmete, bu nimete lâyık değildir onlar buyurdu.”

Kasîde:

“Ey Hakk’ın sırlarını öğrenmek isteyen! Haydi gel, bu aşk bahçesinde gezinmeye bak ki, aşk sırlarıyla sevinesin. 

Bizim gül bahçemiz şarap kadehleri devreden bir aşk bahçesidir. Bu gül bahçesi, bülbüllerin yuvasıdır, cihan farelerine lâyık bir yer değildir.

Burada tûti kuşlarına şekerler, susayanlara âb-ı hayat vardır. Sanki bu, nisan yağmurudur. Bazen zehir gibi acı, bazen kıymetli inci olur. Müttekîler sedef gibi inci ile dolarlar. Şakîler yılan gibi zehirle dolarlar. 

Tevhid ilmi, tasavvuf ehline, hâl ehline nasiptir; fıskdan, fücûrdan uzaklaşmayan kimse, mürşitlerin sözlerinden uzak kalır…”