Arap’ın, su testisini halîfenin kullarına vermesi.
Su testisini sunup tapuya hizmet ve tâzim tohumunu ekti.
Dedi ki: “Bu armağanı o sultana götürün, padişahtan murat isteyeni ihtiyaçtan kurtarın!
2815. Tatlı, lezzetli su… Yağmur sularından biriken gölden toplanmıştır. Testi de güzel, yepyeni.”
Padişah kullarının bu söze gülecekleri geldi. Fakat o armağanı can gibi kabul ettiler.
Çünkü basîret sahibi padişahın tabîatındaki lütuf, bütün saray erkânına da sirâyet etmişti.
Padişahların huyu halka da tesîr eder. Yeşil gök, yeryüzünü de yeşertir.
Padişah bir havuza benzer. Maîyetini de lüleler gibi bil. Su, göllere lülelerden akar.
2820. Lülelerden akan suların hepsi, tertemiz bir havuzdan geldiği için her lüle, zevkli ve tatlı su akıtır.
Eğer havuzdaki su tuzlu ve pis olursa her lüleden o çeşit su akar.
Çünkü her lüle havuza muttasıldır. Sen bu sözün mânâsına iyice dal, adamakıllı dikkat et, düşün!
Mürşidim Hasan Dede, selâm olsun üzerine, sohbetlerinde şöyle bir menkîbe dile getirirdi:
“Bir gün ustanın biri çırağına demiş, ‘Git bir testi zeytinyağı al, getir.’
Çırak gitmiş almış. Ustasına güzel görünmek için koşarak geliyor testiyle. Yolda bir köstek alıyor, yere düşüyor, testi kırılıyor. Testi kırılınca bütün zeytinyağını toprak içiyor. Çocuk başlıyor hıçkıra hıçkıra ağlamaya ve bakıyor testisine…
O sırada Hazreti Ali Efendimiz yetişiyor, çocuğa soruyor, ‘Niye ağlıyorsun oğlum?’
Çocuk anlatıyor durumu.
Hazreti Ali diyor, ‘Dur ağlama.’ Ve alıyor testi parçalarını, parmağıyla mest ediyor, birleştiriyor, testi tamamlanıyor. Sonra testiyi çocuğa veriyor, ‘Tut testiyi düşmesin’ diyor ve alıyor zeytinyağının döküldüğü toprağı, öyle bir sıkıyor ki, zeytinyağı topraktan süzülüyor ve olduğu gibi testiye akıyor. Dolduruyor testiyi, bir damla vermiyor toprağa… Ve çocuğa, ‘Haydi git’ diyor, ‘testindeki zeytinyağını ustana götür!’
Çocuk sevinç içinde tekrar yola koyulup gidiyor.”
Hasan Dede’nin anlattığı bu menkîbeden anlıyoruz ki, çocuğun iyi niyeti, Allah’ın kerem yüzünün sahibi Hazreti Ali Efendimizin lütuf denizini coşturuyor, selâm olsun üzerine, ve çocuğun yolda kırılan testisinin parçalarını birleştirerek onu tekrar yola koyuyor.
Hazreti Ali’nin bendesi olan mürşid-i kâmiller de, yolcularını çocukları gibi görürler. Çocuklar ne kadar kırıp dökseler de, onlar yine lütufla karşılık verirler, sevgi sunarlar; çünkü onlar için bu yolda en önemli varlık, gönüldür.
İşte şöyle der Hasan Dede…
“Allah için uğraşanların gayreti boşa gitmez. Allah, alıcı değil, vericidir. O, kendisine çektikten sonra bırakması, şânından değildir. Bizim işimiz taklit değil, hakîkattir. Hakîkat ayân beyân ortadadır, Cenâb-ı Hakk her an bize müjde vermektedir. Her şeyimizi Allah için fedâ etmemiz lâzım. O zaman Allah bize sahip çıkmaz mı? Çıkar… O vakit, Allah bizi bizden satın alır. O baştan aşağı sevgidir; O baştan aşağı vericidir; O baştan aşağı ışıktır, nurdur. O karşılıksız verendir; hepimizi seven, hepimizi büyüten, besleyen, genişletendir.”
Nitekim, hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:
“Kalb padişahtır, padişah sâlih olduğu vakit, onun cünûdları (askerleri, orduları) da sâlih olur ve fâsid olduğu vakit, onun cünûdu da fâsid olur.”
Kasîde:
“Gerçekten de biz sizin gönül gözlerinizi açtık. Siz şimdi gizli şeyleri görmeye bakın! Gerçekten biz şimdi sizin aranızda bulunmadayız. Yardıma gelenden müjdeyi bekleyin.
Ey seher vakti esen, ötelerden gelen! Ey hoş haberler getiren rüzgâr! Müjdeyi ver de gönlümü al! Ey müjdeci! Elimde bir canım kaldı, o da sana fedâ olsun, onu da al!
Senden mânevî bir bakışa nâil olunca, bizi öldürmek için çekilen kılıçlar bize kalkan olur, zırh olur. Yıkık yerler gül bahçesine döner. Dünyanın gözü aydın olur.
Ey ısıracak dişleri kalmayan kahır! Ey kötürüm olduğu için yanımıza gelemeyen gam! Ey yüzlerce defa güldükçe gülen lütuf! Canlar zafere kavuştuğu için can da gülmede, cihan da!
Zevkim, sefâm göçüp gittiyse de, aklım uykusuzluktan dağıldıysa da Cenâb-ı Hakk’a yemin ederim ki yine de ruhum ondan vazgeçmedi. Allah’a yemin ederim ki yine de canım onun lütfunu inkâr etmedi.
Sanki ben onun bulutuyum, o da benim kamerim! Sanki o benim gündüzüm oldu da, ben de ona geceyim. O benim canım, ben de o canın bedeniyim. Velhâsıl; o güzelliğe, o parlaklığa ben hayranım. Daima; ‘Hayranın olayım senin!’ diye yalvarıp duruyorum.
İşiteni, duyanı olmayan, kabul edilmeyen duadan; şefaatçisi bulunmayan günâhtan; ilacı, hekimi ele geçmeyen dertten, o gümüş rengi bedenli sevgili olmadığı için yüzün sararıp solmasına âh olsun, yazıklar olsun.”
Yüce Pîr Mevlâna