Kazâ gelince aydın gözlerin bile bağlanacağını bildiren Süleyman hikâyesi.
1202. Süleyman’ın büyük dîvan çadırı kurulunca bütün kuşlar huzuruna geldiler.
1203. Onu, kendilerinin dilini anlar, sırrını bilir bir zât bulup huzuruna canla başla koştular.
1204. Bütün kuşlar, cik cik ötmeyi bırakmışlar; kardeşinin seninle konuşmasından daha fasîh bir surette Süleyman’la konuşmaya başlamışlardı.
1205. Aynı dili konuşmak, hısımlık ve bağlılıktır. İnsan yabancılarla kalırsa mahpusa düşmüşe benzer.
1206. Nice Hintli, nice Türk vardır ki dildeştirler. Nice iki Türk de vardır ki birbirlerine yabancı gibidirler.
1207. Şu hâlde mahremlik dili, bambaşka bir dildir. Gönül birliği, dil birliğinden iyidir.
1208. Gönülden sözsüz, işâretsiz, yazısız yüzbinlerce tercüman zuhûr eder.
1209. Kuşların hepsi, bütün sırlarını, hünerlerine, bilgi ve işlerine ait şeyleri,
1210. Süleyman’a birer birer apaçık söylüyorlar, kendilerini bildirmek ve tanıtmak için övünüyorlardı.
1211. Bu övünmek, kibirden, varlıktan dolayı değildi. Her kuş, onun huzuruna varsın, yakınlarından olsun diye övünüyordu.
1212. Bir kul, bir efendiye kul olmak dilerse hünerinden bir miktarını ona arz eder.
1213. Fakat o efendi tarafından satın alınmayı istemezse kendisini hasta, sağır, çolak ve topal gösterir.
1214. Hüdhüd’ün hünerini arz etme sırası geldi; sanâtını ve düşüncelerini bildirme nöbeti erişti.
1215. Dedi ki: “Ey Padişah, en küçük bir hünerimi kısaca arz edeyim. Kısa söylemek daha iyidir.”
1216. Süleyman, “Söyle bakalım, o hangi hünerdir?” dedi. Hüdhüd, “Gâyet yükseklerde uçtuğum zaman,
1217. Havadan bakınca yerin tâ dibindeki suyu görürüm.
1218. O su nerdedir, derinliği ne kadardır, rengi nedir, topraktan mı kaynıyor, taştan mı? Hepsini görür, bilirim.
1219. Ey Süleyman! Ordu kurulacak yeri tâyin etmek üzere beni sefere beraber götür” dedi.
1220. Süleyman da, “Ey iyi yoldaş! Susuz ve uçsuz bucaksız çöllerde sen bize arkadaş ol; bu suretle su bulur, seferde yoldaşlara saka olursun” dedi.
Sultan Veled Hazretleri, Rebabnâme’sinde şöyle buyurur: “Rebabın söyledikleri de o bâblardan, o fasıllardandır. Her nefeste yüz türlü hikâye anlatır ki onları evde dinleyecek kimse varsa, dinler. Bazen ayrılık acısıyla inler, bazen vuslat zevkiyle sevinir. Bazen aşk ateşleri içinde yanar. Bazen aşkın verdiği zevk ile teselli bulur. Bazen cefâdan şikâyet eder, bazen de kadehlerin dönüp dolaşmasına şükür eyler. Bazen ziyândan, hüsrândan bahseder, bazen de kârla zararın uyuştuklarını haber verir. Bunlardan başka daha yüz çeşit şeylerden bahseder. Ancak sen bu sırları o kulağa söyle ki: ‘Sırlar ona ağır gelmez, yüksünmez.’ Çünkü sağır kulaklar bu seslenişlerden nasîb alamaz. Sağır kulak sesten ne anlar? Ona göre güzel veya çirkin ses eşittir. Sen, bu sırları duyup da icâbet edecek kulaklara söyle ki bu inlemelerden faydalanabilsin. Senin kulağınla senin aklından başka bu ince mânâlı sözleri dinlemeye lâyık hangi kulak vardır? Sana söylüyorum, yalnız sana. Her ne kadar sana söylerken başkaları da dinlerse de. Çünkü bu sırları anlamak zordur. Kötü ruhlu kimselere kolaylıkla nasîb olmaz. Kuşların sırrından ancak Süleyman anlar. Süleyman olmayanın kulağına kuş sesi nasıl girebilir?”
Nitekim, ‘aynı dili konuşmak, hısımlık ve bağlılıktır. İnsan yabancılarla kalırsa mahpusa düşmüşe benzer. Nice Hintli, nice Türk vardır ki dildeştirler. Nice iki Türk de vardır ki birbirlerine yabancı gibidirler. Şu hâlde mahremlik dili, bambaşka bir dildir. Gönül birliği, dil birliğinden iyidir. Gönülden sözsüz, işâretsiz, yazısız yüzbinlerce tercüman zuhûr eder.’
Hazreti Ali, “Akıllının gönlü, sırrının sandığıdır” diye buyurur.
Hasan Dede, “Güzel duygulara ancak akıldan ve kendinden geçmiş olan kimseler mahrem olabilir. Tanrı ile meşgûl olmayan akıl, akıl değildir. Ona akıl denilemez” der.
Ve ne güzel seslenir Yüce Mevlâna bir kasîdesinde…
“Ey aşık! Hileyi bırak! Aklı terk et, divâne ol, divâne! Ateşin tam ortasına atıl, âdetâ gönlüne gir! Pervâne ol, pervâne!
Kendini yabancı say, kendine yabancı ol! Hem de evini yık, harâb et! Sonra gel; aşıklarla, aynı evde otur, onlarla düş, kalk!
Git, gönlünü siniler gibi yedi kere yıka, kinden, nefretten temizlen! Sonra gel aşk şarabına kadeh ol!
Sevgiliye lâyık olmak için tamamiyle can hâlini al! Mest olanların yanına gidince sen de mest ol, mest!..
Güzellerin taktıkları küpelerin sohbet yeri, buluşma yeri onların yanaklarıdır. Güzel yanaklarla, güzel kulaklarla dost olmak istiyorsan; inci tanesi ol, inci tanesi!
Düşüncen nereye giderse seni peşinden sürükler, oraya çeker götürür. Sen düşünceden vazgeç de, kazâ ve kader gibi en ileride yürü, en öne geç!
Kibire kapılmak, hevâ ve hevese meyl etmek bir kilittir ki, gönüllerimiz onunla kilitlenir. Sen anahtar ol, anahtarın dişi ol!
Mustafa (s.a.v), Hannâne direğini okşadı. Sen bir ağaçtan da aşağı değilsin ya, haydi Hannâne direği ol, Hannâne direği!
Hazreti Süleyman sana, ‘Kuş dilini duy, öğren!’ diyor. Hâlbuki sen öyle bir tuzaksın ki, kuş senden ürker kaçar; sen tuzak olma, yuva ol, yuva!
Bir güzel sana yüz gösterirse, ona ayna ol, onu içine al, onunla dol! Güzel sana karşı saçlarını serer açarsa, sen ona tarak ol, tarak!
Zenginleştin, armağanlara, mallara sahip oldun da bunlara karşılık şükrâne olarak aşkı verdin. Malı bırak, mal şöyle dursun, sen aşka şükrâne olarak kendini ver, kendini!
Bir müddet ateş oldun, rüzgâr oldun, su oldun, toprak oldun. Bir müddet de hayvan oldun, hayvanlık âleminde dolaştın. Mâdem ki, bir müddet can hâline geldin, hiç olmazsa sevgiliye lâyık bir can ol, sevgiliye lâyık bir can!..”