Tâcirin, kırda Hindistan dudularını görüp onlara dudusundan haber götürmesi.
Hindistan uçlarına varınca kırda birkaç dudu gördü.
Atını durdurup seslendi, dudunun selâmını ve kendisine emânet ettiği sözleri söyledi.
1585. O dudulardan birisi, bir hayli titredi ve düşüp öldü, nefesi kesildi.
Tâcir, bu haberi verdiğinden dolayı pişman oldu, dedi ki: “Bir cana kıydım.
Bu dudu, olsa olsa o duducağızın akrabası olacak, galiba bunların cisimleri iki, canları bir.
Bu işi niye yaptım, o haberi niye verdim? Bu münâsebetsiz sözle biçâreyi yaktım, yandırdım.”
Bu dil, çakmaktaşı ile çakmak demiri gibidir. Dilden çıkan da ateşe benzer.
1590. Mânâsız yere gâh hikâye yoluyla, gâh lâf olsun diye çakmaktaşı ile çakmak demirini birbirine vurma!
Zîrâ ortalık karanlıktır, her taraf pamuk dolu. Pamuk arasında kıvılcım nasıl durur?
Zâlim onlardır ki gözlerini kapamışlar, söyledikleri sözlerle bütün âlemi yakmışlardır.
Bir söz, bir âlemi yıkar, ölmüş tilkileri arslan eder.
Canlar aslen İsa nefeslidir; bir ânda yara, bir ânda merhem olurlar.
1595. Canlardan perde kalkaydı; her canın sözü, Mesîh’in sözü gibi tesîr ederdi.
Şeker gibi söz söylemek istersen sabret, hâris olma, bu helvayı yeme!
Ferâset sahiplerinin iştahları sabradır, onlar sabretmek isterler. Helva ise, çocukların istediği şeydir.
Sabreden, göklerin üstüne yükselir; helva yiyense geriler, kalır!
Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Hayrı söyle ve yoksa sus!” diye buyurur.
‘Zâlim onlardır ki gözlerini kapamışlar, söyledikleri sözlerle bütün âlemi yakmışlardır.’
Hazreti Ali Efendimiz, selâm üzerine olsun, Nehc’ül Belâga’da şöyle buyurur: “Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, katından ‘Elif Lâm Mîm, insanlar sanırlar mı ki inandık derler de öylece bırakılıverirler ve sınanmazlar onlar’ âyeti inince (Ankebût, 1-2) bildim ki Resûlallah aramızdayken fitne inmez bize. Yâ Resûlallah dedim. Allah’ın sana haber verdiği bu fitne nedir? Buyurdu ki: Yâ Ali, ümmetim benden sonra fitneye düşer. Ben, yâ Resûlallah dedim, Uhud günü, Müslümanlardan şehit olanlar oldu; bense şehâdete erişemedim; bana bu, pek ağır geldi; müjdelerim seni, şehâdet bundan sonra nasîb olacak sana buyurmuştun; bu mudur fitne? Resûlallah, evet buyurdu, bu böyledir; o vakit nasıl sabredeceksin? Ben, yâ Resûlallah dedim, bu durak sabır duraklarından değil, müjde duraklarından, şükredilecek bir durak. Resûlallah, yâ Ali buyurdu, kavim, mallarıyla fitneye, sınanmaya düşecek, dinleriyle Rablerine minnet etmeye kalkışacak; rahmetini dileyecekler, fakat azâbından emin olacaklar, bize azâb etmez diyecekler. Harâmını, yalancı şüphelerle unutturucu dileklerle helâl sayacaklar. Ben, yâ Resûlallah dedim; bu çağda hangi konağa indireyim onları, ne sayayım onları? Dinden dönmüş mü sayayım, sınanmaya düşmüş mü? Buyurdular ki: Sınanmaya düşmüş say.”
‘Canlardan perde kalkaydı; her canın sözü, Mesîh’in sözü gibi tesîr ederdi.’
Ahmed Avni Konuk tefsîrinde şöyle açıklar: “Ruhlar, kendi asıllarında İsa gibi ruhullahtır. Binâenâleyh o hazretin nefesi ölüleri nasıl ihyâ ederse, bunlarda da ölüleri diriltme hâssası vardır. Fakat ne vakit ki çokluk âlemine dalar ve surete bağlanırlar, işte o vakit nefsanî sıfatlara tâbî olduklarından, bazen yara ve bazen de merhem olurlar. Yâni nefsanî sıfatların nüksetmesiyle bazen birçok fitnelere ve kalb yaralarına sebep olurlar. Ve bazen de nefsanî sıfatların hükmünden bir ân için olsun uzaklaştıklarında, o fitnelere karşı uzlaştırıcı olurlar. Eğer ruhlardan nefsanî sıfatlar tamamen kalksa idi, her bir ruhun kelâmı Mesîh gibi ölüleri diriltir ve kalblere ferahlık verirdi. Eğer bu çokluk âleminde sözü şeker gibi tatlı söylemek ve tesîrini nefs sahiplerinin kalblerine yerleştirmek istersen, nefsinin isteklerine karşı sabırlı ol ve çokluk âleminin helvasından ve tatlılıklarından yeme. Nitekim, helvadan maksat dünyevî ve nefsanî isteklerdir. Akl-ı nefs olanlar çocuklara benzer; onlar dünyevî zevklere karşı asla sabredemezler. Ehl-i ruh olanlar ise akıllı olanlardır; onlar her bir lezzetin arkasında bin belâ olduğunu görüp, sabrederler.”
‘Bir cana kıydım. Bu dudu, olsa olsa o duducağızın akrabası olacak, galiba bunların cisimleri iki, canları bir…’
Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, buyurur der ki: ‘Bu kâinatta ne görüyorsanız hepsi Allah’ın ailesidir. Allah da benim sevgilimdir. Sakın ailemden birini incitmeye kalkmayın, yoksa sevgilim incinir…”
“Biz, bize ‘kötü’ diyenleri tenkit etmek bile istemeyiz. Çünkü olabilir ki, bu tenkitten onların gönülleri incinebilir. Onların gönlü, Allah’ın gönlüdür, bizim gönlümüzdür; hepimizin gönlü, aynı gönüldür. Yıktığın gönül, senin. Yıkarsan, kendi malını yıkmış, harâb etmiş olursun. Allah, ayırım bilmez; şu Arap, şu Türk demez. Çünkü O, her varlığın anasıdır; hiçbirinin incinmesini istemez. İncitenden ayrı, incinenle beraberdir. Biz de yüzümüzü Allah’a döndüysek, söyleyeceğimiz sözlere çok dikkat etmeliyiz. Bilelim ki kimi incitiyorsak, Allah’ı incitiyoruz demektir” diye buyuran Hasan Dede’nin şu şiiri, selâm üzerine olsun, tamamiyle Mevlâna’nın yukarıdaki beyitlerinin izâhı gibidir ve ne kadar güzeldir…
“Dil çakmak taşıyla demire benzer,
Söz kıvılcım olur kavrulur her yer.
Sakın lâf söyleme mânâsız yere,
Taşı yerli yersiz vurma demire.
Ortalık karanlık her taraf pamuk,
Kıvılcım bir yangın olur çarçabuk.
Cahiller gâfletle bir söz söylerler,
Akılları bozup berbât eylerler.
Tek sözle mahvolur âlemdekiler,
Bir arslan kesilir ölü tilkiler.
Perdesiz olaydı canların özü,
Can veren olurdu onların sözü.
İstersen sözünün hoş olmasını,
Yememen gerekir hırs helvasını.
Helvayı çok sever küçük çocuklar,
Erenlerde ise sonsuz sabır var.
Göklere yükselir sabrı bilenler,
Yeryüzünde kalır hırsla helva yiyenler…”