MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXXI

“Biz yokluk şerbetini içmiş, güneşin çocuklarıyız…” Hasan Dede

Yurdu olmayan padişahlar padişahı can, bak, bütün bedene nasıl tesîr etmiştir.

Tabîatı, soyu sopu hoş aklın lütfu da, bak, bütün bedeni nasıl müeddep bir hâle getiriyor.

2825. Kararı, sükûnu olmayan şûh ve şen aşk da bütün bedeni nasıl cünûna sürüklüyor.

Kevser gibi olan deniz suyunun letâfeti yüzünden dibindeki ateş parçalarının hemen hepsi inci ve mücevherdir.

Usta hangi hünerde tanınmışsa, hangi hünerle şöhret bulmuşsa çırağı da o hünerde ilerler, o hünerde meşhûr olur.

Usûl ilmini bilen üstâdın yanında zihni çevik, istidâtlı talebe usûl okur.

Fakîh üstâdın yanında ise usûl okumaz, fıkîh tahsil eder.

2830. Nahîv üstâdının talebesi nahîv üstâdı olur.

Hakîkat yolunda mahvolan üstâdın talebesi ise üstâdının sâyesinde padişahta mahvolur, yokluğa erişir.

Ölüm günü, bütün bu bilgiler içinde işe yarayan ve yol azığı olanı da yokluk bilgisidir.

Bedenler, bu dünyaya aittir, yâni fânîdir; fakat onu diri tutan can, her zaman bâkîdir ve mânânın ta kendisidir.

Aslı ve tabîatı lâtif olan akıl ise, zâhire tesîr ederek insanı mânâya doğru çeker.

Kararı ve sükûnu olmayan aşk da, selâm olsun üzerine, mürşidim Hasan Dede’nin buyurduğu üzere, “Akıllıyı deli, deliyi de akıllı eder.”

Şeyh Gâlib Hazretleri de, selâm olsun üzerine, bir şiirinde şöyle seslenir:

“Kevser-i ateş nihâdın adı aşk,

Düzâh-ı cennet nümânın adı aşk,

Bir lügat gördüm cünûn isminde ben,

Anda hep cevr ü cefânın adı aşk.”

Nitekim Fütûhat-ı Mekkiye’de şu menkîbe anlatılır:

Hazreti Süleyman zamanında, mescidin kubbesinde uçan bir kırlangıç, dişisine seslenir: “Emret, şu kubbeyi Süleyman’ın başına yıkayım!”

Kuş diline vâkıf olan Hazreti Süleyman bu sözü işitince kırlangıcı huzûruna çağırtıp, “Bu söylediğin söz nasıl bir sözdür?” diye sorar.

Kırlangıç cevâben der ki: “Yâ Süleyman, ben o dişi kuşun âşıkıyım, bu söz aşkın lisânıdır, beni mazûr gör!”

Hazreti Süleyman kırlangıcın bu cevabı üzerine tebessüm buyurur ve onu âzad eder.

Yüce Pîr Mevlâna’nın yukarıdaki beyitte buyurduğu gibi… “Kevser gibi olan deniz suyunun letâfeti yüzünden dibindeki ateş parçalarının hemen hepsi inci ve mücevherdir.”

“Her ikisinden de inci ve mercan çıkar.” (Rahman, 22)

“Usûl ilmini bilen üstâdın yanında zihni çevik, istidâtlı talebe usûl okur. Fakîh üstâdın yanında ise usûl okumaz, fıkîh tahsil eder. Nahîv üstâdının talebesi nahîv üstâdı olur. Hakîkat yolunda mahvolan üstâdın talebesi ise üstâdının sâyesinde padişahta mahvolur, yokluğa erişir. Ölüm günü, bütün bu bilgiler içinde işe yarayan ve yol azığı olanı da yokluk bilgisidir.”

“Aşk bir yokluk denizidir. O denize kavuşan her damla damlalıktan çıkar, deniz olur” der Hasan Dede ve şöyle buyurur: “Bir insanın öğrenmesi gereken en yüce bilgi yokluk bilgisidir. Hakk’ın güzelikleri bizde varlığını ne kadar çok gösterirse, biz o kadar alçalırız. İşimiz bu bizim; yokluğa bürünmek! Kendimizi yoklukta tutmak. Hakk’ın büyüklüğünü, güzelliklerini kendi içimizde seyretmek. Başka bir yerde değil!.. Çünkü bir insan ancak kendisini yokluğa verdiğinde Hakk’a ulaşır, huzûra erer ve Hakk ile yaşamını sürdürdüğü takdirde son nefesinde tekrar aslına döner.”

Şiir:

“Biz yokluk şerbetini içmiş, güneşin çocuklarıyız, 

Kendimizden geçmişiz, yok olmuşuz fakat, 

Akılların sahibi ve varlığın kaynağıyız. 

Biz güneşten ayrı değiliz, yalnız bir örtüyle gezeriz. 

Bize gerçek imanla teslîm olan herkese, 

Gün gelir bu örtüyü çekeriz. 

Biz sevginin türlü görünümlerinde, 

Güneşin şuâları gibi yansıyan, 

Tüm gamları kederleri mutluluk yapan, 

Âb-ı hayat kaynağının sahibiyiz. 

Âb-ı hayatın kendisiyiz ey güzel dost, 

Gözlerime derinden bir bak da gör, 

Sana senden yakın olan tek kişiyim ben. 

Aşka koş, aşka sarıl, aşka düş…”

Hasan Dede

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXX

Arap’ın, su testisini halîfenin kullarına vermesi.

Su testisini sunup tapuya hizmet ve tâzim tohumunu ekti.

Dedi ki: “Bu armağanı o sultana götürün, padişahtan murat isteyeni ihtiyaçtan kurtarın!

2815. Tatlı, lezzetli su… Yağmur sularından biriken gölden toplanmıştır. Testi de güzel, yepyeni.”

Padişah kullarının bu söze gülecekleri geldi. Fakat o armağanı can gibi kabul ettiler.

Çünkü basîret sahibi padişahın tabîatındaki lütuf, bütün saray erkânına da sirâyet etmişti.

Padişahların huyu halka da tesîr eder. Yeşil gök, yeryüzünü de yeşertir.

Padişah bir havuza benzer. Maîyetini de lüleler gibi bil. Su, göllere lülelerden akar.

2820. Lülelerden akan suların hepsi, tertemiz bir havuzdan geldiği için her lüle, zevkli ve tatlı su akıtır.

Eğer havuzdaki su tuzlu ve pis olursa her lüleden o çeşit su akar.

Çünkü her lüle havuza muttasıldır. Sen bu sözün mânâsına iyice dal, adamakıllı dikkat et, düşün!

Mürşidim Hasan Dede, selâm olsun üzerine, sohbetlerinde şöyle bir menkîbe dile getirirdi:

“Bir gün ustanın biri çırağına demiş, ‘Git bir testi zeytinyağı al, getir.’

Çırak gitmiş almış. Ustasına güzel görünmek için koşarak geliyor testiyle. Yolda bir köstek alıyor, yere düşüyor, testi kırılıyor. Testi kırılınca bütün zeytinyağını toprak içiyor. Çocuk başlıyor hıçkıra hıçkıra ağlamaya ve bakıyor testisine…

O sırada Hazreti Ali Efendimiz yetişiyor, çocuğa soruyor, ‘Niye ağlıyorsun oğlum?’

Çocuk anlatıyor durumu.

Hazreti Ali diyor, ‘Dur ağlama.’ Ve alıyor testi parçalarını, parmağıyla mest ediyor, birleştiriyor, testi tamamlanıyor. Sonra testiyi çocuğa veriyor, ‘Tut testiyi düşmesin’ diyor ve alıyor zeytinyağının döküldüğü toprağı, öyle bir sıkıyor ki, zeytinyağı topraktan süzülüyor ve olduğu gibi testiye akıyor. Dolduruyor testiyi, bir damla vermiyor toprağa… Ve çocuğa, ‘Haydi git’ diyor, ‘testindeki zeytinyağını ustana götür!’

Çocuk sevinç içinde tekrar yola koyulup gidiyor.”

Hasan Dede’nin anlattığı bu menkîbeden anlıyoruz ki, çocuğun iyi niyeti, Allah’ın kerem yüzünün sahibi Hazreti Ali Efendimizin lütuf denizini coşturuyor, selâm olsun üzerine, ve çocuğun yolda kırılan testisinin parçalarını birleştirerek onu tekrar yola koyuyor.

Hazreti Ali’nin bendesi olan mürşid-i kâmiller de, yolcularını çocukları gibi görürler. Çocuklar ne kadar kırıp dökseler de, onlar yine lütufla karşılık verirler, sevgi sunarlar; çünkü onlar için bu yolda en önemli varlık, gönüldür.

İşte şöyle der Hasan Dede…

“Allah için uğraşanların gayreti boşa gitmez. Allah, alıcı değil, vericidir. O, kendisine çektikten sonra bırakması, şânından değildir. Bizim işimiz taklit değil, hakîkattir. Hakîkat ayân beyân ortadadır, Cenâb-ı Hakk her an bize müjde vermektedir. Her şeyimizi Allah için fedâ etmemiz lâzım. O zaman Allah bize sahip çıkmaz mı? Çıkar… O vakit, Allah bizi bizden satın alır. O baştan aşağı sevgidir; O baştan aşağı vericidir; O baştan aşağı ışıktır, nurdur. O karşılıksız verendir; hepimizi seven, hepimizi büyüten, besleyen, genişletendir.”

Nitekim, hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

“Kalb padişahtır, padişah sâlih olduğu vakit, onun cünûdları (askerleri, orduları) da sâlih olur ve fâsid olduğu vakit, onun cünûdu da fâsid olur.”

Kasîde:

“Gerçekten de biz sizin gönül gözlerinizi açtık. Siz şimdi gizli şeyleri görmeye bakın! Gerçekten biz şimdi sizin aranızda bulunmadayız. Yardıma gelenden müjdeyi bekleyin. 

Ey seher vakti esen, ötelerden gelen! Ey hoş haberler getiren rüzgâr! Müjdeyi ver de gönlümü al! Ey müjdeci! Elimde bir canım kaldı, o da sana fedâ olsun, onu da al! 

Senden mânevî bir bakışa nâil olunca, bizi öldürmek için çekilen kılıçlar bize kalkan olur, zırh olur. Yıkık yerler gül bahçesine döner. Dünyanın gözü aydın olur. 

Ey ısıracak dişleri kalmayan kahır! Ey kötürüm olduğu için yanımıza gelemeyen gam! Ey yüzlerce defa güldükçe gülen lütuf! Canlar zafere kavuştuğu için can da gülmede, cihan da! 

Zevkim, sefâm göçüp gittiyse de, aklım uykusuzluktan dağıldıysa da Cenâb-ı Hakk’a yemin ederim ki yine de ruhum ondan vazgeçmedi. Allah’a yemin ederim ki yine de canım onun lütfunu inkâr etmedi. 

Sanki ben onun bulutuyum, o da benim kamerim! Sanki o benim gündüzüm oldu da, ben de ona geceyim. O benim canım, ben de o canın bedeniyim. Velhâsıl; o güzelliğe, o parlaklığa ben hayranım. Daima; ‘Hayranın olayım senin!’ diye yalvarıp duruyorum. 

İşiteni, duyanı olmayan, kabul edilmeyen duadan; şefaatçisi bulunmayan günâhtan; ilacı, hekimi ele geçmeyen dertten, o gümüş rengi bedenli sevgili olmadığı için yüzün sararıp solmasına âh olsun, yazıklar olsun.”

Yüce Pîr Mevlâna

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXIX

Arapların atasözü: Zînâ edersen bâri hür kadınla zînâ et, çalarsan bâri inci çal.

“Zînâ edersen hür kadınla et” sözü bu yüzden atasözü olup kaldı. “Çalacaksan inci çal” sözü de neye meyledeceksen en iyisine meylet mânâsına geldi.

Kul, yâni mâşuk; efendisinin, Tanrı’sının yanına gitti. Âşık ağlayıp inler bir hâlde kaldı. Gül kokusu, güle gitti; o, hor hakîr kalakaldı.

Dileğinden uzaklaştı… Çalışması zâyî oldu, çektiği eziyet hiçe gitti, ayağı yaralandı.

2805. Gölge avlayan avcıya benzedi. Hiç gölge, ona sermâye olur mu?

Adam, kuşun gölgesini sımsıkı tutmuş. Kuş da ağacın dalında ona şaşmakta ve,

“Bu akılsız adam neye seviniyor?” demekte. İşte sana bâtıl, işte sana çürümüş sebep!

Eğer cüzü külle muttasıldır, ayrılmaz dersen diken ye, gül isteme. Diken de gülden ayrılmaz.

Cüzü külle ancak bir yüzden bağlıdır. Yoksa Tanrı’nın peygamberleri göndermesi abes olurdu.

2810. Çünkü peygamberler, kulları Tanrı’ya ulaştırmak için gelmişlerdir. 

Herkes bir tenden ibâretse, Tanrı ile kul, küll ile cüz birbirine bağlı ise; kimi kime ulaştırırlar?

Oğul bu sözün sonu yoktur. Gün sona erdi, hikâyeyi tamamla!

Bu Arap atasözü, ne yapacaksan, elinden gelenin en ilerisini, en değerlisini yap mânâsını ifâde eder.

Yâni, dikene kânî olma, hür ol, çalacaksan bâri inci çal; gülün dikenine âşık olma, gülü iste, güle koş, güle sarıl, olacaksan güle âşık ol. Diken gibi olan beden kaydından çıktın mı, asıl mâşukun gül bahçesine kavuşursun. O vakit anlarsın ki, diken de, gül de, gülbahçesi de meğer senmişsin…

Mürşidim Hasan Dede, selâm olsun üzerine, bir sohbetinde şöyle buyurur: “Bir insanda zan varsa, o hamdır. Hâlbuki kemalât, zannın altındadır. Zannın altından kemalât doğunca, o vakit huzur başlar, o vakit aşk başlar.

Kâmil mürşitler, yolcularındaki zannı, şüpheyi temizlemek ister, ama yolcuda eğer zerre kadar istek yoksa, olmaz. Kemalât, küll’dür, biz ise cüz’üleriz. Kemalâttan, yâni aslımızdan haberimiz olunca, tevhide ereriz. Çünkü hakîkatte, O biziz, biz de O’yuz. 

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, Kur’ân-ı Kerîm’de, Necm sûresinin 28. âyetinde, “Onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zanna uyuyorlar. Şüphesiz zan, hakîkat nâmına hiçbir şey ifâde etmez” diye buyurur. 

Demek ki, her zaman hayale değil, gerçek olana inanmak lâzım. Bir insanın gerçek bir inanca sahip olması için de inandığı yeri görmesi gerekli; yoksa adı üstünde, hayal… Bir hayale insan ne kadar inanabilir? 

Bizler, tasavvuf ehli olarak, daima insan üzerinde dururuz ve insan dışına çıkmayız; hayalî bir Allah peşinde koşmayız. Evet, Allah insanlara bir hayal kuvveti vermiştir, fakat hayale âşık olanın, kendisi de hayalden ibârettir, gerçek değildir… 

Kişinin düşüncesi ne ise, orayı seyreder, orayı işitir. Bir insan sevgiye, aşka düşmemişse ve tam bir imanla bağlı olduğu yere sarılmamışsa eğer, defalarca hakîkatleri duymuş olsa dahî, daima kendine uygun geldiği şekilde dinler ve öyle algılar. Zan gitmeden, insan âşık olamaz. 

Biz ne şuyuz, ne buyuz; sevgiden başka bir şey bilmiyoruz. Bizi yok edecek ve yok etme suretiyle ihyâ edecek bir sevgi deryâsına atılmalıyız. Sevgiyi nâmütenâhi büyütmeli, kendimizi de o kadar küçültmeliyiz.”

Kasîde:

“Ey gönül, sen başka türlü olma, başka türlü oluşunu ondan saklayamazsın. Çünkü sevgilinin gözü her şeyi görür, gönlü her şeyi bilir, sırları gizlemeye uğraşma! Gizlediğin sırlardan da onun haberi vardır. 

Nasıl ki, şarabın bütün cilvelerini, neler edip neler yapacağını meyhânecinin gönlü bilirse, o da senin bütün sırlarını bilir ve çerçöp gibi tutar, onları suyun üstüne atıverir. 

Onun nâzik eline diken yakışmaz! Onun eline ancak, gül yaraşır. Dikenin gönlünde bitecek, bütün gizli güllerin hepsini de o bilir. 

Sen, her gün azar azar bir şey öğrenirsin. Sen, git de her şeyi birdenbire bilene kul köle ol! 

Sen, hüküm zamanında bir şâhidin ikrârına esirsin. Sûfînin teni ise gönül şahâdetiyle ikrâr eder.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXVIII

Dünyaya âşık olan kişi, üstüne güneş vurmuş bir duvara âşık olur. Bu parlaklığın, bu ziyânın duvardan olmayıp güneşten olduğunu anlamak için hiç zihnini yormamış ve gönlünü tamamiyle duvara vermiş olan kişiye benzer; güneşin ziyâsı, güneşe kavuşunca ebedîyen mahrûm kalır.

“Ve hile beynehüm ve beyne ma yeştehune.”

Küll âşığı olanlar, bu cüze müştâk olmazlar. Cüze müştâk olan, küllden mahrûm kalır.

Cüzü, cüze âşık olunca mâşuku, çabucak küllüne gider, âşık ayrılığa düşer.

2800. Cüzü seven, maskaralaştı, başkalarına kul oldu. Denize düştü, boğulmak üzere; eline geçen ota yapışmakta.

O zayıf mâşuk, hâkim değildir ki âşığın derdine dermân olsun. Efendisinin işini mi görsün, kendi işini mi?

Küll âşıkları, yâni Hakk âşıkları, her şeyin yaratıcısı olan o kudretin elinde olduklarının idrâkine varmışlardır; onlar, kendi varlıklarında Hakk’ı seyrederler, Hakk’ta seyrederler, tüm kâinatta yek vücud olarak Hakk’ı müşâhede ederler. Onların Yaratıcı’yla aralarında perde, yâni ayrılık kalkmıştır. Onlar hem âşığın mâşuku, hem de mâşukun âşığıdır.

Cüze âşık olanlar, yâni Hakk’ın yarattıklarına âşık olanlar ise, Hakk’ın vehimlerine tutulmuş, Hakk’tan, yâni Hakk’ta fânî olup tevhide ermenin verdiği o doyumsuz zevkten mahrûm kalmışlardır. Cüz denizine düşmüşlerdir ve boğulmamak için sarıldıkları mâşuklar, kendilerinin hâkimi değillerdir ki, yâni kendi dertlerine dermân olamamışlardır ki, âşığın derdine dermân olabilsinler; onlar ancak tek hâkim olan Yaratıcı’nın emrettiği işleri görmek üzere yaratılmış olanlardır. Hakk’ın yarattıklarına, yâni cüze gönüllerini kaptıranlar, vehim perdesi altında kalmışlardır. Vehim, gerçekte var olmayan, fakat var olduğu sanılandır.

“Ve hile beynehüm ve beyne ma yeştehune.”

“Onlarla istedikleri şeylerin arasına bir engeldir çekildi artık.” (Sebe, 54)

Kasîde:

“Geldim ki kulağından tutup seni çeke çeke kendime getireyim. Seni âşık edeyim. Seni kendinden geçireyim, seni canımın içine, gönlüme alayım. 

Ey gül fidanı! Hoş bir bahar rüzgârı gibi yanına geldim. Seni okşayacağım, kucaklayacağım, güllerini etrafa saçacağım. 

Geldim ki seni, üzüntülerle, gamlarla dolu bu dünyada neşelendireyim, cilvelendireyim. Âşıkların duaları gibi seni alıp ötelere, gökyüzünün ta üstüne çıkarayım. 

Duydum ki, güzellerin birisinden bir öpücük almışsın. O öpücüğü güzellikle bana geri ver, yoksa öpücük yerine ben de seni alırım. 

Gül de ne oluyor? Sen gül değil ‘küll’sün. ‘Söyle!’ emrini veren de sensin. Başkaları seni bilmesin, ben seni bilirim. Sen bensin, benden ibâretsin.

Sen benim canımsın, ruhumsun, bana Fâtihâ okuyorsun ama, sen baştan fâtihâ ol da seni gönlüme çağırayım, içime alayım.

Ey benim evim! Her ne kadar tuzaktan kaçmışsan da yine benim evimsin. tuzağa geri dön, eğer dönmezsen ben seni alır tuzağa korum. 

Arslan bana dedi ki: ‘Sen acayip ceylânsın! Ben arslan olduğum hâlde sen arkamda neden koşup duruyorsun? Defol, git! Yoksa seni parçalarım.’

Sen, ceylân kılığına girmiş yâni ceylân şekline bürünüp gizlenmiş arslan yavrusu değil misin? Ben de ceylân suretine bakıyorum da onun için seni bırakıyorum. 

Sen benim bir topumsun. Çomağımın önünde koşup durmadasın. Seni yuvarlayıp koşturan benim ama, sen de benim arkamdan koşup duruyorsun.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXV

“Ârifin kıblesi vuslat nurudur, filozaflaşan aklın kıblesi hayal.” Mevlâna

Kısa görüşlü köhne anlayışlar, fikre yüz türlü kötü hayaller getirirler.

Herkesin doğru işitmeye kudreti yoktur. Her kuşcağız, bir inciri bütün olarak yutamaz.

2760. Hele ölmüş, çürümüş, hayallere dalmış kör bir kuş olursa…

Balık resmine ister deniz olmuş, ister toprak. Kara yüzlüye ha sabun, ha kara boya!

Kağıda gamlı bir adam resmi yaparsan o resmin ne gamla alışverişi vardır, ne neşeyle.

Resim, görünüşte gamlıdır ama, kendisi gamla alâkasızdır. Görünüşte gülen bir resmin de neşeyle münâsebeti yoktur.

Gönülde bir hâletten başka bir şey olmayan bu dünya gamı, bu dünya neşesi; hakîki neşeye hakîki gama nispetle resimden ibârettir.

2765. Resmin gamlı bir surette görünüşü, o resim yüzünden mânânın doğrulması, hakîki gamı anlaman içindir.

Bu hamamlardaki resimler camekânın dışından bakılırsa elbiseler gibidir; cansız, hareketsiz durup durmaktadırlar.

Sen, dışardan ancak elbiseleri görürsün. Elbiseni çıkar, soyun da bir içeriye gir arkadaş!

Ahmet Avni Konuk, ruhu şâd olsun, Hazreti Pîr’in bu beyitleri ile ilgili olarak şu yorumu yapar: “Kendi tasvîr ve vehmine âşık olanlar ile zât-ı Hakk’a âşık olanların ikisi de surette âşık görünürler ve âh, of ederler; fakat ikisi kağıt üzerine yapılan gamlı resimlere benzerler; aşk-ı hakîkiden bîhaberdirler ve aşkları mecâzîdir.”

Nitekim, Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir beyitinde, “Tasvîre, hayale kapılan, bizim zâtımızı misâlsiz, tasvîrsiz anlayamaz” der.

“Bu dünya bir sınav ve arınma yeridir, bir hayalden ibârettir” diye buyuran Hasan Dede, selâm olsun üzerine, yine bir yerde şöyle der: “Allah, insanlara hayal gücü vermiştir, fakat insan hayale âşık olursa, kendisi de hayalden ibâret kalır.”

Ve yine ne güzel seslenir bizlere Yüce Pîr…

“Sevgilim sen, gözünü aç da, bana bak! Zaten biz senin gözlerinin yüzünden aydınlık içindeyiz. Hâşâ, biz kendi gözümüzü, o yüzden ayırıp da başka yüze bakamayız. 

Sen, göğsünü kendin için, kendi pervânen için yak, alevlendir! Alevlendir de, biz de kendimizi aşkla, senin gibi senin göğsünün alevleri içine atalım, seninle birlikte yanalım, yakılalım. 

Aşk, korkusunu artırdıkça artırır. Biz ondan emîn olmayı istemiyoruz. Bizim emîn oluşumuz, senin aşkının korkusundandır. 

Pervâneye her gün senin mumundan, senin ateşinden; ‘Bana kendini at, alevlerim içinde yan!’ müjdesi geliyor. Ey pervâne; öl ki, ‘Biz de onun ateşinde ölmeyi kabul ettik’ diyelim, biz de onun aşkının alevleri içinde yanalım. 

Benliğimizden geçelim, varlığımızı terk edelim. ‘Aşkla varlığa ulaştık ancak aşkla varız’ dediğimiz gün, neşeliyiz, sevinç içindeyiz. 

Sevgilim, biz senin güzellik bağını görmüşüz. O yüzden selvi gibi boy atmış, o yüzden süsen gibi dillenmişiz, dilli olmuşuz. 

Sevgilinin güzel yüzüne âşık olduktan, onun gül bahçesine daldıktan sonra, yürü git, dünyanın bütün gül bahçelerini ateşe ver!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXIV

Tanrı’ya muhtaç ve susamış kişiyle Tanrı’ya ait bir şeye sahip olmayan ve ondan başkasını dileyen kişi arasındaki fark.

O kişi, yoksulun resmidir, canı yoktur, ekmek yemez. Köpek resmine kemik atma.

O, Tanrı fakîri değil, lokma fakiridir. Ölü resmin önüne yemek tabağını koyma.

2750. Ekmek yoksulu, karada balıktır. Şekli balık şeklidir ama denizden ürküp kaçar.

O evde beslenen kuştur, havada uçan simurg değil. Nefis şeyler yiyip içer, gıdası Hakk’tan değildir.

Yemek, içmek için Tanrı âşığıdır; canı güzelliğe âşık değildir.

Tanrı’nın zâtına âşık olduğunu vehmetse bile sevdiği zât değildir; vehmi, esmâ ve sıfatın verdiği vehimdir.

Vehim; vasıflardan, hadlerden doğar. Hakk ise doğmamıştır, doğurmaz.

2755. Kendi tasvîr ettiği şeye, kendi vehmine âşık olan kişi, nerden nimet ve ihsân sahibi Tanrı âşıklarından olacak?

O vehme âşık olan, doğrucuysa mecâzî sevgisi, kendisini nihâyet hakîkate çeker, götürür.

Bu sözü iyice anlatmak, açmak lâzım; fakat eski düşüncelilerden, onların köhne anlayışlarından korkuyorum.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, şöyle buyurur: “Bana gelenlerden, kimisi lokmama gelir, kimisi kisveme gelir, bana geleni daha göremedim.” 

Yâni, bu sözleriyle Mevlâna, Hasan Dede’nin yorumuyla, selâm olsun üzerine, kimisinin karnının aç olduğunu ve sofrasında karınlarını doyurmak için geldiklerini. Kimilerinin de, ben de derviş oldum demek için, kisvesine geldiklerini. Fakat O’nun için geleni daha görmediğini, dile getirmektedir. 

Yine Hasan Dede’nin anlatmış olduğu bir menkîbede, Şeyh Gâlib Hazretlerinin zamanında, selâm üzerine olsun, bir adam Galata Mevlevîhânesine gelir, “Dünyadan soyunmak istiyorum, derviş olmak istiyorum” der. 

Adamı Şeyh Gâlib’in huzuruna çıkarırlar. Şeyh Gâlib, adama bakar ve der ki: “Zaten bu adamın dünyalığı yok, her tarafı yırtık pırtık, belli ki elbiselerini yenilemek için gelmiş. Boş çevirmeyin, üzerine bir elbise verin, karnını da doyurun, sonra bırakın isterse gitsin isterse kalsın.” 

Nitekim, Hazreti Pîr, Mesnevî’sinin başında yer alan ilk 18 Beyit’te de, “Ayrılıktan parça parça olmuş bir kalb isterim ki, iştiyâk derdini açayım” diye buyururken, Tanrı’ya susamış ve Tanrı’ya tüm kalbiyle iştiyâk duyan kişiyi aradığını vurgular. 

Zîrâ, kişinin iştiyâkı yoksa, yâni mânevî gıdaya açlık çekmiyorsa, o kişinin önüne ne kadar sofralar da döşense, o yine mecâzî gıdaya istek duyar.

Kur’ân-ı Kerîm’in Bakara sûresinde geçen kıssadaki gibi… “Bir zaman onlar demişlerdi ki: Yâ Musa, biz bir türlü yemeğe dayanamayız. Rabbinden bizim için iste de bize yerin yetiştirdiği şeylerden versin. Yerden yeşillik, kabak, sarımsak, mercimek, soğan bitirsin. Musa demişti ki: Daha hayırlı olanı, ondan daha aşağılık bir şeyle değiştirmek mi istiyorsunuz?” 

Şiir:

“Allah’tan başkasını istemek, 

Artış istemek sayılır ama, çokluk eksiliş demektir.

Niyâz ile O’nu O’ndan iste, O senin canında zaten, 

O’ndan başka isteyen hani? 

Senin içinde isteyen kendisidir, 

Derviş olana bu nükteler bellidir. 

Bu istek senin içinden doğana kadar, 

O yaratıcı Allah türlü sebepler yaratır. 

Sen âşık olup O’nu isteyene kadar, 

O sebebi yaratan şaşılacak sebepler gösterir. 

Sebepler perdesini yırt! 

Asıl o isteyeni kendinde idrâk etmeye bak…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXIII

Yoksul, nasıl ihsâna ve ihsân sahibine âşıksa ihsân sahibi de yoksula âşıktır. Yoksulun sabrı çoksa ihsân sahibi onun kapısına gelir. İhsân sahibinin sabrı fazlaysa yoksul, onun kapısına varır. Fakat yoksulun sabrı, kemâlidir, ihsân sahibinin sabrı ise noksanı.

2740. Kapıdan ses gelmekteydi: “Ey istekli, gel! Cömertlik, yoksul gibi, yoksullara muhtaçtır.”

Cilâlı ve tozsuz ayna arayan güzeller gibi cömertlik de yoksul ve zayıf kişileri arar.

Güzellerin yüzü ayna ile güzelleşir. Onlar aynaya bakıp bezenirler. İhsân ve keremin yüzü de yoksula bakmakla görünür.

Bundan dolayı Hakk “Vedduhâ” suresinde “Ey Muhammed, yoksula bağırma” buyurdu.

Mâdemki yoksul, cömertliğin aynasıdır, iyi bil ki ağızdan çıkan nefes aynayı buğulandırır.

2745. Tanrı’nın bir çeşit cömertliği, yoksulları meydana çıkarır, bir başka cömertliği de onlara bol bol ihsânda bulunur.

Şu hâlde yoksullar, Tanrı cömertliğinin aynalarıdır. Hakk ile Hakk olan ve varlıktan tamamiyle geçen hakîki yoksullarsa mutlak nur olmuşlardır.

Bu iki çeşit yoksuldan başkaları esâsen ölüdür. Bu çeşit adam bu kapıda değildir, perdedeki nakıştan, suretten ibârettir.

İhsân sahibi mürşid-i kâmildir, yoksul ise Hakk’ı arayan yolcu. Mürşid-i kâmilin ihsânı cömertliğidir ki, ihsânını göstermek ve irşâd etmek için, ihsâna ve irşâda muhtaç olanları arar. 

‘Güzellerin yüzü ayna ile güzelleşir. Onlar aynaya bakıp bezenirler. İhsân ve keremin yüzü de yoksula bakmakla görünür.’

“Allah’ın muhabbet iksiri, bütün kötü ahlâkları, fenâ arzuları temizleyerek bizi bizden alır. Bu sevgi iksiri ağızdan dökülür. Kaynağı ise gönüldür” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, ve şöyle devam eder: “Gönül verilmiş ise mürşid-i kâmile, onun vasıtasıyla Pîr’ine ve Hazreti Muhammed’e, onun o güzel cemâline ulaşılmış ise, o ayna edilmiş ise kendine, artık aklın onun aklıyla kemâlat bulur, dilin onun diliyle tatlılaşır, hâlin onun hâliyle güzelleşir, hem sen güzel bir insan olursun, hem de etrafına güzellik sunarsın.”

Yüce Pîr Mevlâna’nın aynası efendisi Hazreti Şems’di, selâm olsun üzerlerine, onda gördü Allah’ın nurunu, ona büyük bir imanla bağlandı ve bir an dahî Şems’in dışına çıkmadı. Hep o aynadan topluma dil döktü ve insanlığa ışık oldu, karanlıkları aydınlattı. 

Öyle ki bir gazelinde şöyle seslenir… 

“Benim demir gibi olan gönlüm yandı aşkla, alındı mâsivâdan; tertemiz bir ayna oldu, onun güzel hayalini düşürdü içime.

Cevirler vefâ oldu, duruldu bozbulanık sıfatlar. Beşerlik fenâ buldu, Hûda sıfatı geldi. Getirin çömlekleri, doldurun tulumları; âb-ı hayat geldi, ilâhî saka geldi… Şems geldi…”

Hasan Dede der ki: “Aşk ne demektir? Kendinden geçmek demektir. Aşk, sevgilide ölmektir. Tek varlık olarak O’nu bilmektir… Aşk okyanus gibidir. Hiç karşı koymadan hareketsizce durduğunda, o zaman aşk seni alır, seni senle tanıştırır, sana kimliğini kazandırır. Senden yepyeni bir insan yaratır. Seni kendine katar. O andan itibâren artık okyanusla bir olursun. O okyanus artık sensindir, sen yoksundur artık, var olan okyanustur.”

Kasîde:

“Irmağa dalan kişiye, elbisesi yük olur. Benim şu sarığım ile hırkam bana yük oluyor, ağır geliyor. 

Mal, mülk, mutluluğa ulaşma sebepleri, hepsi de o tatlı edâlı ay yüzlüdendir. Sevgili bana yakınlık gösterir, vefâlı olursa, mal da odur, mülk de odur.

Dükkânım çalışma yerim, senin olsun, sanatım, hünerim, bilgiler, yığın, yığın kitaplar hep senin olsun, arslan da senin olsun, orman da senin olsun. Tatar ülkesinin ceylânı bana yeter. 

Aşk insanı yok eder, var eder. Gönülsüz bırakır, elsiz, ayaksız bir hâle koyar. Aşk meyhânesinin sakîsi, şarap sunar, mest eder, insanı kendinden alır…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXI

Arap’ın su testisini keçeye sarıp dikmesi ve ağzını kapatması.

Arap, “Evet” dedi. “Testinin ağzını kapa, hakîkaten armağan, bize faydalı.

Keçeye sar, sarmala. Padişah, orucunu armağanla açsın.

Çünkü dünyada bunun gibi su yoktur. Bu hâlis şarap, zevk ve sefâ kaynağı!

Çünkü onlar acı tuzlu suları içmekten daima hastadırlar, yarı kör olmuşlardır.”

2720. Durağı, yatağı acı su başı olan kuş; saf berrak suyu ne bilsin?

Ey yurdun acı su kaynağı; Şatt-ı Ceyhun’u nereden bileceksin?

Ey şu fânî konaktan kurtulmayan! Sen yokluğu, sarhoşluğu ve neşeyi ne bilirsin ki!

Bilsen bile babandan, atandan nakil ve rivâyet yoluyla bilirsin. Senin yanında bu adlar ebced gibidir.

Ebced, hevvez. Bunlar, bütün çocuklara apaçık ve meydandadır, fakat mânâsı yok.

2725. Hülâsa, Arap testiyi alıp yola düştü. Gece, gündüz onu taşımaktaydı.

Testiye bir ziyân gelecek diye korkusundan titreyerek çölden tâ şehre kadar götürdü.

Kadın da evde seccâdesini yaymış, namaz kılıp dua etmekte;

“Suyumuzu, bayağı kişilerden koru… Yâ Rabbi, bu inciyi o denize ulaştır.

Her ne kadar kocam uyanıktır, hünerlidir ama incinin binlerce düşmanı olur.

2730. Cevher dediğin de nedir ki… Bu su Kevser suyudur, incinin aslı, bunun bir katresidir” diyordu.

Ahmed Avni Konuk, ruhu şâd olsun, yukarıdaki beyitlerde geçen, armağan götürülecek padişahtan maksadın mürşid-i kâmil; acı sudan maksadın zâhirî âlimlerin ilmi; tatlı sudan maksadın Şatt-ı Ceyhun gibi dâim akıp duran mürşid-i kâmilin ledünnî ilmi; kuştan maksadın ise ruh olduğunu dile getirir; fakat bu öyle bir ruhtur ki; acı ve tuzlu su gibi olan, nakilci ve rivâyet yoluyla bilen kitap ehlinin ilmini mesken tutmuştur ve böyle bir ruh, hakîkat ehlinin berrak su gibi olan ilm-i ledününden bîhaberdir.

‘Durağı, yatağı acı su başı olan kuş; saf berrak suyu ne bilsin? Ey yurdun acı su kaynağı; Şatt-ı Ceyhun’u nereden bileceksin? Ey şu fânî konaktan kurtulmayan! Sen yokluğu, sarhoşluğu ve neşeyi ne bilirsin ki!..’

Nitekim, Hasan Dede, selâm olsun üzerine, şöyle der: “İnsan ne kadar bilgiye sahip olursa olsun, kendi cüzî aklını; aklı, Hazreti Muhammed’in küllî aklıyla birleşmiş olan bir mürşid-i kâmile teslîm etmedikçe, edindiği o bilgiler onu hiçbir yere vardırmaz. Meyvenin kabuğuna varır, ama meyvenin tadını alamaz… Her insanın içinde bir ‘Âlim’ vardır ki o, zâhir ilmin âlimlerinin bilmediklerini de bilir. O, faaliyete başladı mı, iş âşikâr olmaya başlar. Her kim gönülden isterse ‘Fenâfillâh’ sırrına erebilir. Ama herkes bunu istemeye yol bulamaz. Allah’ın isteği, kulun isteğine tâbîdir.” 

“Bil ki ârifin gözü, iki âlemde de insana amân verir. Herkes, onunla yardıma nâil olur” diye buyurur Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, ve şöyle devam eder: “Gözü Allah’tan başka bir şeye kaymadı da onun için Muhammed, her derdin şefaatçisi oldu. Dünya gecesinde güneş, perde ardındayken o Allah’ı görüyordu, ümidi ondandı. İki gözü de ‘Biz senin göğsünü açmadık mı, seni ferahlatmadık mı?’ sürmesiyle sürmelenmişti. Cebrâil’in bile görmeye tahammül edemediğini, o gördü. Allah bir yetime sürme çekti mi, onu doğru yola girmiş eşsiz, iri bir inci hâline getirir. Nuru incilerden üstün olur. Öyle bir istenen, arzulanan, Allah’ı ister, arzular.”

Kasîde:

“Ey çâresiz âşık! Beri gel, görüş sahibi ol, her şeyin aslını gör! Her şeye bakıp duran, fakat aslını göremeyen kişilerden, bakan körlerden olma! 

Ey yalnız ona âşık olan kişi! Bu huyu yıldızlardan al! Bak güneş doğup parlayınca, yıldızlar yok olur, görünmezler. Sen de, yalnız Allah’a gönül verdiğin için, Allah’tan başka her şey senin gözünde görünmez olmalıdır. 

Güçlü kuvvetli olanlar, neden senin elini bağladılar, bilir misin? Çünkü, sen henüz bir çocuk gibisin, bu âlem de bir beşiğe benzer. 

Ey yalnız dünya nimetlerine gönül veren, ey mıh gibi yeryüzüne çakılıp kalan, ötelerden, gönül şehrinden âvâre olan, uzak düşen zavallı! Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerîm’de söz incileri dizerken ‘Yeryüzünü biz bir beşik olarak hâlk ettik’ diye buyurdu. (Yüce Pîr burada, Nebe sûresinin 6. âyetine işâret buyurmaktadır.)

Ey terbiyeli, edepli, yumuşak huylu kul! Sen çocuk gibi bedenin esîri olmuşsun. Esîrlikten, zavallılıktan kendini kurtar! Sen artık çocuk değilsin, akıl dişlerin çıktı. Onları göster de, mânâ dünyasının yemeğini yemeğe hazırlan! 

Padişah çocuk kaldıkça ona bakan dadı çocuğa hayatı zehir eder, zindan eder. Zaten ana sütü emdikçe, çocuk padişah olamaz, şarap içemez. 

Testi taştan korkar, fakat kaya, taş su kaynağı olunca, o taşa her an testiler dolmak için gelirler. 

O zaman testi der ki: Taş bundan sonra beni kırarsa, neşelenirim, mutlu olurum. Çünkü o taştan akan beni doldurdu, doyurdu. Bana yüzlerce can verdi. 

Onun yolunda ölsem ne çıkar? O beni diriltti, yine de diriltir. Hattâ beni kırıp paramparça etse diye ona para, pul veririm.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCX

Arap’ın, orada su kıtlığı var sanarak çölleri aşıp Bağdat’a, halîfeye bir testi yağmur suyu hediye götürmesi.

Kadın dedi ki: “Doğruluk, varlığından tamamiyle çıkıp arınarak, isteğini terk etmendir.

2700. Testimizde yağmur suyu var. Malın, mülkün, sermâyen bundan ibâret.

Bu su testisini al, git; padişahlar padişahının huzuruna var, armağan götür.

De ki: Bizim bundan başka hiçbir malımız, mülkümüz yok. Çölde de bundan iyi su hiç yoktur.

Padişahın hazinesi ağır elbiselerle doluysa da bunun gibi suyu yoktur. Bu su, az bulunur.”

O testi nedir? Bizim mezar gibi cismimiz, içinde de bizim acı ve hislerimizin suyu var.

2705. Ey Tanrı! “Tanrı, cennet karşılığında iman edenlerin canlarını, mallarını satın aldı” âyetindeki fazl ve kereminden bizim bu küpümüzü, bu testimizi kabul et!

Bu beş duyudan meydana gelme beş lüleli testideki suyu her türlü murdâr şeylerden, her çeşit pisliklerden temiz tut.

Bu suretle şu testinin denize bir menfezi olsun da testim deniz huyuyla huylansın.

Armağanı padişaha tertemiz götürünce onu görür, anlamak ister.

Ondan sonra da artık testinin suyu nihâyetsiz bir dereceye gelir. Testinin suyundan yüzlerce dünya dolar.

2710. Lüleleri kapa, testiyi de küpten doldur. Tanrı, “Gözlerinizi hevâ ve hevesten yumun” buyurdu.

Arap, kimin böyle bir hediyesi var? Hakîkaten bu armağan, öyle bir padişaha lâyık diye gururlanmaktaydı.

Kadın da bilmiyordu ki, orada yol üzerinde şeker gibi Dicle akıp durmakta.

Şehrin ortasından gemilerle, balık ağlarıyla dolu, deniz gibi akıp gitmekte.

Padişahın huzuruna var da şevketi, azâmeti gör; altından nehirler akan bahçeler diye övülen yerlere bak!

2715. O saffet denizine nispetle bizim, anlayışlarımız bir katreden ibârettir.

Kur’ân-ı Kerim’de buyrulur ki: “Ve o kimseler, ihsâna tâbî oldular; Allah onlardan razı oldu ve onlar da Allah’tan razı oldular ve Allah onlar için ebedî kalacakları, altından nehirler akan cennetler hazırladı; işte bu, büyük bir kurtuluştur.” (Tevbe, 100)

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bakın bir kasîdesinde nasıl seslenir bizlere…

“Ey sakî! Benim gönlümü almak istiyorsan, Allah rızası için, o en büyük kadehi pîrimin avucuna koy! 

Sakî dedi ki: ‘Ben, ona şarap verdim; onu gönlümün, canımın içine aldım! Benim sıfatlarımdan ona kol kanat verdim; onu, ötelere doğru uçurdum gitti!’

Pîr, şimdi elden çıktı; adam akıllı mest olup yıkıldı! Artık onun, benim nükteli sözlerime cevap verecek hâli kalmadı! 

Adam öldüren sakîm eğer beni öldürürse, şikâyetçi değilim, pek hoşum! Onun sunduğu, onun vergisi şaraptır; benim cömertliğim de, can vermektir! 

Ey benim şarap verenim! Aslında, şarap sensin; bense, testiden ibâretim! Su sensin, ben kuru dereyim! Ey benim sakîm; mahallede mest olan benim! 

Daima benim emir verenim, hâkimim, padişahım, Allah’ım olduğu içindir ki, ben, O’nun aşk dertlisiyim; O’nun aşk küpünün dibinde oturmuşum!”

Beş duyudan meydana gelen beş lüleli testiden maksat; işitme, görme, koku alma, tat alma ve dokunma duyularımızdan meydana gelen kulaklar, gözler, burun, ağız ve diğer âzâlarımızdır. Bu beş duyu ve âzâlar vasıtasıyla meydana gelen hislerimiz de, testi gibi olan bedenlerimizin içindeki su gibidir; bu su, bazen acı olur bazen de şeker gibi tatlı. Fakat her an tatlı olmasını istiyorsak lüleleri kapatıp, yâni her türlü hevâ ve hevesten temizlenip, testiyi, küpten, yâni şeker gibi Dicle’den, mürşid-i kâmilin gönlünden doldurmamız gerek…

İşte yine Yüce Pîrimizin gönül Dicle’sinden şeker gibi tatlı beyitler akmakta ve şöyle demekte…

“Ey merhametsiz, demir yürekli sevgili! Meğer senin o demir yüreğin, üstü cilâlanmış bir aynaymış. Hâlbuki, ayna, benim canımın çok eski bir dostu, çok yakın bir arkadaşıdır. 

Ben aynayı çok seviyorum. Bu yüzden de ona sık sık bakıyorum. Ona baktığım zaman hayalen onun içine düşüyor, gönlüne giriyorum. Ayna da benim gönlüme giriyor. Beden de kim oluyor? Çünkü ben beden değilim ki, ben başkayım, beden de başka! Beden dün, evvelki gün meydana gelmiş bir gölge varlık, ben ezelden gelmiş bir ölümsüzüm. 

Sen bedene, bu gölge varlığa bakma, o bir görünüşten, balçıktan yapılmış bir şekilden ibârettir. Sen, ezelden gelmiş ölümsüz bir varlıksın. Bazen padişah, kendini göstermemek için, kıyafetini değiştirir, kaba, yün bir hırka giyer.

Aklını başına al da, gönlünü tamamiyle ölümsüz bir dilbere ver, ver de gönlün, dünya malı kazancına, hasede, kine düşmesin, mahvolup gitmesin. 

Hiddet, şehvet, şöhret gibi mânevî kirlerden arınmış, güzel, tertemiz bir hâle gelmiş ve durmadan ilâhî aşkı arayan gönlün önünde, Tur Dağı bile aşka gelir, paramparça olur, yerlere serilir, ayaklarının altına döşenir. 

İlâhî aşk şerbetine susamışsın. Fakat dünya hayatının mihnetleri, sıkıntıları seni yaralıyor, hasta ediyor. Sen, bu gurbette çeşitli ihtiyaçlar, istekler içinde çırpınırken huzuru, tam inancı bulamazsın. 

İnsanın aklı şekere benzer, bedeni ise şeker kamışı gibidir. Mânâlar şaraptır harfler ise şarap küpü! 

Eğer gelin güzel değilse, boynuna taktığı gerdanlıkla, parmaklarına geçirdiği yüzüklerle, bileğindeki bileziklerle, atlastan yapılmış, yahut altın işlemeli elbiselerle göze hoş görünmez. Gönüller, güzelleri arar, çirkinlerden hoşlanmazlar. 

Sen, mâdemki bu dünyadan vazgeçip can meyhânesine gitmiyorsun. Sen, evde otur da, mânevî ve ruhanî zevkler veren şarap yerine tarhana çorbası iç!

Aklını başına al da, beden evini kirliliklerden, günâhlardan temizle, orasını hoş bir bağ, bir gül bahçesi yap! Gönlünü de bir mâbed, bir Cuma mescidi hâline getir! 

Bu hâle gelmiş kişiye her nefeste ruhanî, gönül alıcı bir güzel kendini gösterir. Varlıklara, Allah’ın yarattığı her şeye, her hâdiseye vahdet gözüyle bakarız. Hakk âşığına her an bir peri kızı, bir güzel gelir. Ona altın bir tabak içinde badem helvası sunar.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCIX

“Beklenmedik bir zamanda ansızın bir inâyet, bir yardım, bir cezbe gelirse, o zaman yeryüzünde kalmaktan kurtulursun! İşte ben, ansızın gelen bu cezbenin kuluyum, kölesiyim!” Mevlâna

2685. Kocası, “Ben padişah huzuruna nasıl kabul olunurum; bir bahânesiz onun yanına nasıl giderim?

Buna bir münâsebet, bir vesîle gerek. Hiçbir dâne aletsiz meydana gelir mi?

Mecnûn gibi ki, birisinden Leylâ’nın bir parça hastalandığını duydu.

‘Eyvah’ dedi; ‘bahânesiz nasıl gideyim? Gitmezsem, hatırını sormazsam ne hâle gelirim?

Keşke hâzık bir hekim olaydım… O vakit Leylâ’ya koşa koşa giderdim.’

2690. Tanrı, bize ‘Yâ Muhammed, gelin, de’ buyurdu da bu dâvet, utanmamızın giderilmesine sebep oldu.

Gece kuşlarının gözleri ve kâbiliyetleri olsaydı gündüzün uçup gezerler, dönüp dolaşırlardı” dedi.

Kadın cevap verdi: “Kerem sahibi padişah meydana girer, kendisini gösterirse aletsizlik, aletin ta kendisi; vesîleden mahrum oluş, vesîlenin aynı olur.

Çünkü alet, vesîle… dâvâya düşmektir. Varlık alâmetidir. Asıl hüner aletsizliktedir, alçalmadadır.”

Arap, “Aletsiz nasıl alışveriş edeyim de aletsizliği elde edeyim?

2695. Müflisliğime de bir delîl gerek ki padişah hâlime acısın.

Sen, bana dedikodudan ve hileden başka bir şahit göster de o şen padişah merhamete gelsin.

Çünkü sözden ve kötü hileden ibâret olan bu şahitlik o hâkimler hâkiminin yanında mecrûhtur.

Müflisin şahidi doğruluk olmalı ki nuru, söylemeden parıldasın” dedi.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir kasîdesinde ne güzel seslenir…

“Günâhlardan arınmış, tertemiz, güzel görünüşlü biri var mıdır ki, şu kirli yeryüzünden başını kaldırsın da, gökyüzüne, yücelere baksın? 

Toprak ve su ile yapılan balçıktan temizlenmiş biri var mıdır ki, aslı olan denizi seyretsin! 

Yahut da Kâf dağının beline ayak bassın da zümrüd-ü ankânın kanadını görsün? 

Nazâr, bakış güneş yüzünden mest olunca, bakış da elsiz ayaksız bir hâle gelir, görüş de! 

Aşk yüzünden yardım görmüş biri var mıdır ki, hep oraya baksın, orasını seyretsin? 

Su, ancak su ile temizlenir, saf bir hâle gelir; görüş de görüşle düzene girer, görüş elde eder! 

Baştan başa görüş ol! Çünkü, Hakk’ın dergâhına yol bulan ancak görüştür!”

Hazreti Muhammed Efendimizin, selâm olsun üzerine, insanlara, “Gelin!” dâveti olmasaydı, O’nun huzuruna varmaya nasıl nâil olabilirdik, nasıl güç yetirebilirdik… O güneş, hırka altına girmeseydi, gündüzün bile göremeyen gözlerimizle, o güneşe bakmaya nasıl tahammül edebilirdik… O, yüceliğinin lütf u keremiyle gözlerimizi kuşattı da, idrâk kâbiliyetine erenler, yoklukta varlığı görür oldu… 

Bir diğer kasîdesinde yine nur âlâ nur beyitler dökülür Yüce Pîr’in baldan tatlı dudaklarından…

“Hakk’ın bir cezbesi ile kulu kendine çekişi, yüzlerce çalışıp çabalamadan değerlidir! Her şeyin üstünde olanın, izi olmayanın, nişânlar, delîller, izler ne işine yarar? 

Sen nişânı, izi, delîli köpük say; nişânsız, izsiz olanı, kendini göstermeyeni deniz gibi gör! Nişân ve iz, sözle anlatışa benzer; nişânsız ve izsiz olan da, apaçık görülmektedir! 

Güneşin arpa büyüklüğünde bir ışığı belirse, gökyüzünde, samanyolunda dönüp duran sayısız yıldızı siler süpürür! O ilâhî nurdan küçük bir ışık parlarsa, her şeyi alır götürür! 

Sus; sus ki, susuşta yüzlerce dil, yüzlerce anlatış vardır!”