MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXLIII

“Ne tecellî etti aman Allah’ım gör hakîkati, ‘Kün’ dedi hâlk etti tüm mevcudâtı.” Hasan Dede

Aman yâ Rabbi! Her an yokluk âleminden varlık âlemine katar katar yüzbinlerce kervan gelip durmakta!

Hele her gece, bütün ruhlar, bütün akıllar, o uçsuz bucaksız derin denizde batar, yok olurlar.

1885. Yine sabah vakti, o Tanrı’ya mensûb ruhlar ve akıllar, balıklar gibi denizden baş çıkarırlar.

Güz mevsiminde o yüzbinlerce dal, yaprak; bozguna uğrayıp ölüm denizine gider.

Kara kuzgun; yaslılar gibi siyahlar giyinerek, bağlarda, yeşilliklerin mâtemini tutar.

Varlık köyünün sahibinden, yokluğa, “Yediklerini geri ver” diye tekrar fermân çıkar.

“Ey kara ölüm; nebattan, ilaç olacak otlardan, köklerden, yapraklardan ne yedinse geri ver!” 

1890. Kardeş, bir an için aklını başına al! Sende de her an hazan ve bahar var.

Gönül bahçesinin yemyeşil, ter ü taze goncalar, güller, serviler ve yaseminlerle dolu olduğunu gör!

Yaprakların çokluğundan dal gizlenmiş; güllerin fazlalığından kır ve köşk görünmüyor.

Akl-ı Küll’den gelen bu sözler de, o gül bahçesinin, o servi ve sümbüllerin kokusudur.

Gül olmayan yerden gül kokusu geldiğini, şarap olmayan yerde şarabın kaynayıp coştuğunu hiç gördün mü ki?

Kâinat her gün kendisini yenilemektedir. 

Hazreti Ali Efendimizin, selâm olsun üzerine, şu görünen âlem için, “Dünya, bir anlık zamandan ibârettir” dediği gibi gelip geçicidir, fakat mânâ öyle değil… Mânâ, dâimî ve bâkîdir.

Mevlâna’mız, selâm üzerine olsun, şöyle buyurur: “Müşkülünü çözen, seni hakîkate ulaştıran bilgiyi, ölüm gelip çatmadan önce iste, öğrenmeye çalış. Aklını başına al da; şu dünyayı, yâni var gibi görünen yoğu bırak, yok gibi sandığın varı iste!”

“İnsanoğlunun yaratılıştan beri en büyük korkusu ölüm olmuştur” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, ve şöyle devam eder: “Sonrasını bilememek, dünyadan ayrılacak olmak, ölümü korkutucu hâle getirir. Ancak hakîkat bilgisi ile doldukça korkulara yer olmadığı anlaşılır. Her şey yokluktan varlığa kavuşur. Ölmekteki asıl mânâ nefsin kötü huylardan arınması, mânevî güzelliklere kavuşmasıdır. Bir kişi bu şekilde ölmediyse eğer, diri olamaz.”

“Ey kara ölüm!” diye sesleniyor Yüce Pîr Mevlâna… Ölüme, ‘kara’ diye hitâb etmesindeki maksat ise, insanın maddî suretine işarettir, oysa insanın mânevî sureti nurdan ibârettir, ki Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîsi-i şerîfinde, “Allah, halkı muhakkak zulmette yarattı; sonra onların üzerine nurunu saçtı” diye buyurur.

Nitekim, Peygamber Efendimiz başka bir kudsî hadîs-i şerîfinde de, “Cenâb-ı Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur. Âdem çamurla balçık arasındayken ben Peygamberdim” diye buyurur.

Hasan Dedemiz yine der ki, “Yaratılış olarak Hazreti Âdem insanların atası kabul edilse de, ruh ve mânâ olarak Hazreti Peygamberimiz tüm insanlık âleminin atasıdır.”

İnsanın düşünceden ibaret olduğunu söyleyen Yüce Pîr Mevlâna, “Ey saf adam, bu ağaç, ilim sahibindeki ilimdir” der, “Pek yüce, pek büyük ve etrafa yayılmış bir ağaçtır o! Hatta ağaç da ne demek her tarafı kaplayan deniz gibi âb-ı hayattır! Sen surete kapılmış yolunu yitirmişsin. Mânâyı elden bıraktığın için onu bulamıyorsun. Ona gâh ağaç derler, gâh güneş. Gâh deniz adını takarlar, gâh bulut! Hulâsâ o öyle şeydir ki yüz binlerce eseri var. En aşağılık hassâsı, sahibine ebedî bir hayat bağışlamasıdır. Tektir ama binlerce eseri, nişânesi var. O bire sayısız adlar gerek.”

Son perdenin, insanın kendisi olduğunu söyleyen Hasan Dede, “O perde de kalkınca ardından ebedî dirilik başlar” der. Fakat buraya da akılla ulaşılamayacağını belirterek, tüm perdeleri yakanın aşk olduğunu dile getirir ve “İki dünyada da kurtuluş sevgiyle olur, aşkla olur. Ağacın yaprakları, çiçekleri kökten haber verir. İnsanın sözleri, davranışları, yaşayışı da onun özünün delilleridir” diye buyurur.

‘Gül olmayan yerden gül kokusu geldiğini, şarap olmayan yerde şarabın kaynayıp coştuğunu hiç gördün mü ki?..’

Kasîde:

“Neşeli ilkbahar, dost elçisi olarak ötelerden çıkageldi! Dosttan gelen bu elçi, bizi çok sevindirdi; yerimizde duramıyoruz; kararsızız, mestiz, aşığız, mahmuruz! 

Ey göz, ey gönül çerağı! Siz de, hasret kaldığınız çemen güzellerini, yeşillik dilberlerini artık beklemeyiniz; onların hepsi de geldiler! Haydi; onları görmek için bahçeye çıkınız! 

Çıkınız; bahçelere, çayırlıklara, çemenliklere gayb âleminden tanımadığınız garip kişiler geldiler, kondular; gelenleri karşılamak, onlara; ‘Hoşgeldiniz!’ demek, hatırlarını sormak âdettir! 

Görmüyor musunuz? Gül, ötelerden kokular getirdi, güzel renkler getirdi; bahçede gelişini kutlamak istiyor! Diken, beraber yaşayacağı güler yüzlü efendisinin yüzünü seyretmek için süslendi, güzelleşti! 

Ey servi ağacı! Kulak ver de dinle ki; süsen, seni övmek, senin boyunu posunu anlatmak için ırmak kıyısına gitti; orada baştan ayağa kadar dil kesildi!

Gonca, düğüm düğüm olmuş bir hâlde gül fidanında sallanıp duruyor ama, senin lütfun düğümleri çözer de, goncalardan hoş kokulu, güzel renkli güller açılır! Zaten senin lütfun, ihsanın toprağa akseder de, o toprakta çeşit çeşit, renk renk çiçekler biter; sonra, o çiçekleri yine geldikleri yere saçar, döker! 

Sanki kıyâmet koptu da, geçen sene aralık ayında çürüyüp gidenler, ocak ayında donanlar, ölüp gidenler kutlu ilkbahar gelince dirildiler, topraktan baş çıkardılar! 

Ölmüş tohum dirildi, tekrar hayata kavuştu! Böylece, şu kara toprağın gizlediği sır, şimdi meydana çıktı, kendini gösterdi! 

Meyveli dallar, ötelerden canlılara yararlı armağanlar getirdikleri için neşe ile nazlanmadalar! Meyvesi olmayan kökler, eli boş geldikleri için utandılar da, yaprakların arkasına gizlendiler! 

Madde âleminde böyle olduğu gibi, mânâ âleminde de can ağaçları böyle olur! İyi ağaç, verimli ağaç belli olur, meydana çıkar, mânevî meyveler verir; kötü ağaç da, verimsiz, bahtsız, zavallı bir hâlde kalır!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXLI

“Ârif, sen sustuğun hâlde, senin sırrından bahseden kimsedir.” Mevlâna

Nefs çok övülmesi yüzünden Firavunlaştı. Alçakgönüllü, hor, hakîr ol; ululuk taslama!

Elinden geldikçe kul ol, sultan olma! Top gibi zahmet çekici ol, çevgân olma!

Yoksa; senin bu letâfetin, bu güzelliğin kalmayınca, seninle düşüp kalkanlar, senden usanırlar.

Evvelce seni aldatıp duranlar, o vakit seni görünce “Şeytan” adını takarlar.

1865. Seni kapı dibinde görünce hepsi birden “Mezarından çıkmış hortlak” derler.

Genç oğlan gibi. Ona önce Tanrı adını takarlar, bu yaltaklıkla tuzağa düşürmek isterler.

Fakat kötülükte adı çıkıp da zaman geçince, bu kötülükte sakalı çıkınca; artık ona yaklaşmaktan şeytan bile utanır.

Şeytan, adamın yanına bir kötülük için gelir; senin yanına gelmez. Çünkü sen şeytandan da betersin.

Şeytan, sen insan oldukça izini izler, ardından koşar, sana şarabını tattırır.

1870. Ey bir işe yaramaz adam! Şeytan huyunda ayak direyip şeytanlaşınca senden şeytan da kaçmaktadır.

Eteğine sarılan kimse de, sen bu hâle gelince senden kaçar!

Âriflerin Menkîbeleri’nde rivâyet edilir ki: “Bir gün İslâm Sultanı İzzeddin Keykavus, Mevlâna Hazretlerini ziyarete gelmişti. Mevlâna ona gerektiği gibi iltifat etmeyip bilgiler saçmakla ve nasihatlerle meşgul oldu. 

İslâm Sultanı kul gibi tezellül gösterip: ‘Mevlâna Hazretleri bana bir nasihat versin’ dedi. 

Mevlâna: ‘Sana ne öğüt vereyim. Sana çobanlık emretmişler, sen kurtluk ediyorsun. Sana bekçilik emretmişler, sen hırsızlık yapıyorsun. Tanrı seni Sultan yaptı, sen şeytanın sözü ile hareket ediyorsun’ buyurdu. 

Sultan ağlayarak dışarı çıktı, medresenin kapısında başını açıp tövbeler etti ve, ‘Ey Tanrı, Mevlâna Hazretleri bana sert sözler söyledi ise de, senin için söyledi. Ben zavallı kul da bu alçakgönüllülüğü senin padişahlığından ötürü gösteriyor ve sana yalvarıyorum. Bu iki riyâsız sıdkın hürmetine bana merhamet et’ dedi ve şu iki beyiti söyledi: 

‘Nemli olan iki gözümün yaşına, ateş ve gamla dolu olan sineme merhamet et. 

Ey rahmeti her çoktan çok, her azdan az olan ben kuluna merhamet et.’

Mevlâna Hazretleri salına salına dışarı çıktı onun gönlü­nü alıp: ‘Git, yüce Tanrı sana merhamet etti ve seni bağışladı’ buyurdu.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Her kim ki birisinin kendisine kıyâm etmesini isterse, oturmak için kendisine ateşten bir yer hazırlasın” diye buyurur.

“Kıyâm ancak Allah’ın huzurunda yapılır. Kendisine kıyâmda bulunulmasını isteyen kişide kibir vardır. İnsanlıktan çıkmış Firavun sıfatına girmiştir” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şu şiiri dile getirir:

“Kendini bil ey insan, bin sır ile Tanrı yüklemiş seni. 

Sen aynasın, O’dur güzelliğin sultanı ey insan. 

Âlemde ne varsa sendedir her ân için, 

Sen sende ara kendini, kendini tanı ey insan. 

Tüm sende olan sırlar açıklansa eğer, 

Gül bahçesi olurdu gök ile yer, ey insan. 

İnsandan silinsin şu kibir, gör o zaman, 

Her Firavun sanki Musa Peygamber ey insan. 

Dünyada ilk son varlıksın ey insan, 

Allah katında tek varlıksın, 

Halîfe-i Hakk’sın ey insan. 

Yerin göğün tek varlığı, kâinatın nurusun ey insan. 

Âlemler sende zuhûr oldu, sen Hakk’sın ey insan…”

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, buyurur ki: “Firavun, ben Tanrı’yım, dedi, alçaldı. Mansur, ben Hakk’ım, dedi, kurtuldu. O, ‘Benim’ deyişin ardından hemen Tanrı lâneti ulaştı. Fakat ey seven kişi, bu ‘Benim’ deyişin ardından hemen Tanrı rahmeti ulaştı. 

Çünkü o kara taştı, bu akîk. O, nura düşmandı, bu aşık. Bu ‘Benim’ demek, a boşboğaz, hakîkatte ‘O’dur demektir. Fakat iki nurun birleşmesi gibi de değil, bir şeyin bir şeye sızması gibi de değil. 

Çalış da taşlığın azalsın, lâl ol da taşın nurlansın. Savaşmada, zahmet çekmede sabırlı ol da ânbeân yoklukta varlık bul. Sende her zaman taşlık sıfatı azalsın, lâl sıfatı kuvvetlensin. Bedenden varlık sıfatı gitsin, başındaki sarhoşluk çoğalsın. Kulak gibi tamamiyle kulak ol da sana lâl küpe takılsın. 

Kuyu kazan adam gibi sen de adamsan şu bedenin kuyusunu kaz da suya ulaş. Fakat duru suyun Rabbinden bir cezbe gelirse kuyu kazmadan da su yerden fışkırır. Yalnız sen buna kulak asma da kazmaya savaş. Yavaş yavaş kuyunun toprağını deş, derinleştir. 

Kim zahmet çekerse defineyi elde eder. Kim çalışır çabalarsa devlete ulaşır. Peygamber, ‘Rükû ve secde varlık halkasını Tanrı kapısına vurmaktır’ dedi. Kim o kapının halkasını döverse elbette ona devlet başgösterir.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXL

“Hakk aşıkları, bir elleriyle hâlis iman şarabı içerler, öbür elleri ile de kâfirin perçemini tutarlar.” Mevlâna

Dünyanın lütfetmesi ve yaltaklanması, hoş bir lokmadır, ama az ye. Çünkü ateşten bir lokmadır!

1850. Ateş gizlidir, zevki meydanda… Dumanı sonunda meydana çıkar.

Sen, “Ben o övgüleri yutar mıyım? O, tamâhından övüyor. Ben, onu anlarım” deme!

Seni öven, halk içinde aleyhinde bulunursa onun tesîriyle gönlün, günlerce yanar.

Onun; mahrumiyetten senden umduğunu elde edemeyip ziyân ettiğinden aleyhinde bulunduğunu bildiğin hâlde,

O sözler gönlüne dokunur, onun tesîri altında kalırsın. Övgüden de bir ululuk gelir, dene de bak!

1855. Övgünün de günlerce tesîri altında kalırsın. O övgü canın ululanmasına, aldanmasına sebep olur.

Fakat bu tesîr, zâhiren görünmez, çünkü övülmek tatlıdır. Kınanmak acı olduğundan derhâl kötü görünür.

Kınanmak, kaynatılmış ilaç ve hap gibidir; içer, yâhut yutarsan uzun bir müddet ıstırâb ve elem içinde kalırsın.

Tatlı yersen onun zevki bir ândır, tesîri öbürü kadar sürmez.

Zâhiren uzun sürdüğü için de tesîri gizlidir. Her şeyi, zıddıyla anla!

1860. Övgünün tesîri, şekerin tesîrine benzer; gizli tesîr eder ve bir müddet sonra vücutta deşilmesi icâb eden bir çıban çıkar.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, Fihî Mâ-Fîh’de şöyle buyurur: “Katımda, yâhut ben yokken lütuflarda bulunuyorsunuz, çabalarda bulunuyorsunuz. Açıkça teşekkür etmiyorsam, sizi ululamıyorsam, sizden özür dilemiyorsam, bunlarda kusur ediyorsam kendimi büyük gördüğümden, yâhut aldırış etmediğimden, yâhut da nimet verenin hakkını, karşılığında sözle, işle ne mükâfatta bulunacağını bilmediğimden değil. 

Fakat sizin tertemiz inancınızdan biliyorum ki siz, onu özden, Tanrı için yapıyorsunuz, ben de özrünü Tanrı dilesin diyorum, ona bırakıyorum. Mâdemki yaptığını onun için yaptın; teşekkür etmeye kalkışsam, dille sizi ululasam, övsem Tanrı’nın vereceği sevâbın bir kısmını ben vermiş olurum. 

Çünkü bu gönül alçaklığı göstermeler teşekkür etmeler, övmeler, dünya tadıdır. Dünyada bir zahmettir, çekersin ya; bu, bir mal vermeye, bir mevkî bağışlamaya benzer; bunun karşılığının da tümden Tanrı’dan gelmesi daha iyi. Bu yüzden teşekkür etmiyorum. 

Zâti teşekkürde bulunmak, dünya istemektir. Çünkü mal yenmez ki, mal olduğundan istenmez mal. Malla at alırlar, halayıkcağız alırlar, köle alırlar; bir mevkî elde etmek isterler; böylece de övülmeyi dilerler.”

Hasan Dede, selâm üzerine olsun, şöyle bir menkîbe anlatır: “Divâne Mehmet Hazretleri, Galata Mevlevîhânesi’nin bânisidir, o kurmuştur orayı. 

Bir gün Yavuz Sultan Selim, ona ipekten bir hırka diktirmiş. Getirmiş, ‘Şeyhim’ demiş, ‘ben seni böyle harâbat görmek istemiyorum.’

Pekâlâ, Divâne Mehmet Hazretlerinin hırkası hangi kumaştan?.. Çuval kumaşından.

‘Onu sakla kendine’ demiş Divâne Mehmet Hazretleri, ‘benim hırkam bana mükemmeldir, güzeldir, parlaktır. Ben dünya boyasıyla boyanmaya gelmedim. Allah boyasıyla boyanmışım’..”

Rubâi:

“Aşıklar, adsız, sansızdırlar, dostun cemâlinden aldıkları zevk ile hayrandırlar. Aşıkların gözünde, iki cihanın zerre kadar değeri yoktur.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXIX

Halkın, bir kişiyi ululamasının ve halk tarafından parmakla gösterilmenin kötülüğü.

Ten, kafese benzer. Girenlerin, çıkanların, insanla dostluk edenlerin aldatmasıyla can bedende dikendir.

Bu, “Ben senin sırdaşın olayım” der. Öbürü, “Hayır, senin akrânın, emsâlin benim” der.

1845. Bu der ki: “Varlık âleminde güzellik, fazîlet, iyilik ve cömertlik bakımından senin gibi hiçbir kimse yok.”

Öbürü der ki: “İki cihan da senindir. Bütün canlarımız, senin canına tâbîdir.”

O da, halkı, kendisinin sarhoşu görünce kibirlenir, elden, avuçtan çıkmaya başlar.

Şeytan onun gibi binlerce kişiyi ırmağa atmıştır!

Dostluk hakkında, “Dost, sen yokken de sana dostluk edendir. Nice uzak vardır ki yakından daha yakındır; nice yakın vardır ki uzaktan da uzak” diye buyuran Hazreti Ali Efendimiz, selâm üzerine olsun, kendisi hakkında aşırı gitmenin hükmü hakkında da şöyle buyurur: “Bizim hakkımızda aşırı gitmekten sakının. Bizim hakkımızda, ‘Allah’ın rubûbiyeti altında olan kullar’ deyin, sonra bizim fazîletimizde, istediğiniz şeyi söyleyebilirsiniz.

Özünde Allah’ın ululuğunu duyan, kalbinde bu ululuk yer eden kişiye, Allah’tan başka her şey küçük görünür; Allah’ın ululuğunu bilip ululanmayan kişiye Allah’ın lütfu da, ihsânı da pek büyük olur. 

Buyruk sahiplerinin iyilerce en aşağı sayılan hâli, övünmeye kalkışmaları, kendilerini beğenmeleri, kibirliliklerini gösteren durumlara düşmeleri, bu çeşit hareketlere kalkmalarıdır.”

Nitekim, “Yokluk benim iftihârımdır” diye buyuran Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, yine bir hadîs-i şerîfinde, “Kul gibi yerim, kul gibi otururum” diye seslenir.

Hasan Dede, selâm üzerine olsun, bu hadîs-i şerîfle ilgili şu açıklamayı yapar: “Peygamber Efendimizin, bu sözleriyle bizlere anlatmak istediği, kendisinin toplum içinde veya değilken bile, kibirli bir duruş ve ulu bir tavır içinde olmaktan sakındığıdır. 

Hattâ kendisini öylesine yoklukta tutmuştur ki, söylediği her söze, ‘Allah, benden buyurdu’ diyerek başlamıştır. Allah’a adanmış olan peygamberliğinin işareti, tevâzu ile beraber kemâlatının ve ahlâkının yüceliğidir.

Zîrâ kimliğine eren kişi, kendine ait hiçbir şeyin olmadığını bilir. Kendindeki her şeyin Allah’a ait olduğunu bilir. Yoklukta durup Allah’ın varlığını kendi vücudunda seyreder.

Biz kalenderiz. Bu güzelikler bizde varlığını ne kadar çok gösterirse, biz o kadar alçalırız. İşimiz bu bizim; yokluğa bürünmek! Kendimizi yoklukta tutmak.”

Ne kadar güzel söyler Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine…

“Ben varlığı yoklukta buldum, onun için varlığı yokluğa fedâ ettim. 

Padişahların hepsi kendilerine karşı alçalana alçalırlar. Bütün halk, kendisine sarhoş olanın sarhoşudur. 

Padişahlar, kendilerine kul olana kul olurlar. Halk umûmiyetle kendi yolunda ölenin yolunda ölür. 

Dilberler, aşıkları canla başla ararlar. Bütün maşuklar aşıklara avlanmışlardır. 

Allah dedi ki: Ey haramdan, şüpheli şeylerden sakınan! Kullarımın arasına gir ki bu suretle beni görme cennetine erişesin.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXVIII

Dudunun tâcire veda edip uçması.

Dudu ona hoşa gider bir iki nasihat verdi, sonra “Allah’a ısmarladık, artık ayrılık zamanı geldi” dedi.

1840. Efendisi dedi ki: “Allah selâmet versin; git. Sen bana yeni bir yol gösterdin.”

Tâcir, kendi kendine dedi ki: “Bu, bana nasihatti. Onun yolunu tutayım, o yol aydın bir yol.

Benim canım neden dududan aşağı olsun? Can dediğin de böyle iyi bir iz izlemeli.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm üzerine olsun, bir hadîs-i şerîfinde, “Din nasihattir” diye buyurur.

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “Bizler burada sayısız hakîkatler sunuyoruz. Gerek Hazreti Mevlâna’mızdan, gerekse Hazreti Muhammed Efendimizden, onların kimliklerinden, onların güzelliklerinden dil sarfediyoruz. Dinleyenler eğer bu güzellikleri işitip ruhlarına gıda yapmaya çalışırlarsa, iyi birer insan olurlar. Bu güzelliklerin kendilerinde zuhûr etmesi için de yokluğa bürünmeleri gerekmektedir. Eğer insan yokluğa bürünmezse, ikrâr verdiği yere imanını güçlendirmezse, bu kişi ne kadar zâhirî bilgilere sahip olursa olsun, ne kendine bir faydası olur ne de başka birine faydası dokunur. Sahip olduğu bu bilgiler de ileriye doğru o kişide yük olmaya başlar. 

Bu nedenle bizler ne kadar Hazreti Muhammed Efendimizi, Pîrimiz Mevlâna’mızı bedenimizde ruh edersek, onların bilgileriyle kendimizi büyütürsek, onların gözüyle çevremize bakmaya çalışırsak, o nispetle topluma ve kendimize faydalı güzel insanlar oluruz.”

Bakın Yüce Pîr Mevlâna’mız, selâm olsun üzerine, bir kasîdesinden ne güzel sesleniyor bizlere…

“Bugün, bu bahar günü, neşe günü, sevinç günü. Güllerin çok açtığı bir yıl, gül yılı. Bu bahar mevsiminde hâlimiz, durumumuz çok iyi! Bizim gibi gülün de hâli iyi olsun! 

Ötelerden dostun yüzünün gül bahçesinden güle yardım geldi. Bu sebeple artık gözlerimiz, gülün solduğunu, dökülüp saçıldığını görmez. 

Gülün güzelliğinden, letâfetinden, ihtişâmından, renginden, kokusundan nergisin gözleri mest oldu, bahçede ağzını açmış gülüyor. 

Süsen selvinin kulağına, bülbülün aşkının sırlarını ve gülün güzel huylarını fısıldıyor. 

Gül bize iyilik etmek, lütuflarda bulunmak, bize kokusunu daha iyi duyurmak için elbisesini yırtarak koştu, geldi.

Biz de güle kavuştuğumuz için, ona daha yakın olmamız için elbisemizi yırtıyoruz. 

Gül ötelerden geldi; o cihandandır. Bu yüzden bu cihana sığmıyor. Gül o kadar lâtiftir, o kadar güzeldir ki, hayal âlemi bile gülü hayal etmeye dar geliyor. 

Gül denilen varlık kimdir? Akıl bostanından, can bahçesinden gelmiş bir haberci. Gül nedir? Solmayan, dökülmeyen, hakîkat gülünün güzelliğini, yüceliğini bildiren bir bilge. 

Gülün eteğini tutalım, ona yol arkadaşı olalım da oynaya, güle gülün aslına. zevâlsiz gül fidanına gidelim. 

Gülün aslı, zevâlsiz gül fidanı Mustafa (sav)’nın terinden bitti, yetişti, lütfundan meydana geldi. O büyük varlığın yüzünden hilâl hâlinde iken, bedir hâline geldi. 

(Burada şu hadîs-i şerîfe işaret var: Peygamber Efendimiz (sav) buyurdular ki: “Miraç gecesinde gökyüzüne çıktığım zaman terlemiştim. Ter damlalarım yeryüzüne düşünce, topraktan gül fıdanları bitti, yetişti. Kim benim kokumu koklamak isterse, kokumu almak isterse gülleri koklasın.”) 

Siz gülün yapraklarını yolarsınız, dallarını kırarsınız ama, ona yeniden yeniye can verirler, onu diriltirler, ona yeniden yeniye kol kanat ihsân ederler. 

Gör ki gül baharın davetine nasıl icâbet etti. Halil İbrahim’in öldürülmüş dört kuşu gibi ölü iken dirildi, koşarak geldi. 

Ey hoca sus! Dudağını açma! Gülün gölgesinde otur da gonca gibi dudak altından gizlice gülümse!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXVII

“Mutlak büyü nedir, gözlerinden öğrendim; aşkından, can mumunu yaktım, parlattım… Gözlerimi yüzüne dikmişim; kem gözler hâlimden ırak olsun, nazar değmesin bu hâle.” Mevlâna

Kim güzelliğini mezada çıkarırsa ona yüzlerce kötü kaza yüz gösterir.

1830. Düşmanların kem gözleri, kin ve gayızları, hasetleri; kovalardan su boşalır gibi başına boşalır.

Düşmanlar kıskançlıklarından onu parça parça ederler; dostlar da ömrünü hevâ ve hevesle zâyi eder, geçirirler.

Bahar zamanı, ekin ekmekten gâfil kişi, bu zamanın kıymetini ne bilsin!

Tanrı lütfunun himâyesine sığınman gerektir. Çünkü Tanrı, ruhlara yüzlerce lütuf döktü.

Tanrı’nın lütfuna sığınman gerek ki bir penâh bulasın. Ama nasıl penâh? Su ve ateş bile senin askerin olur.

1835. Nuh’a ve Musa’ya deniz dost olmadı mı? Düşmanlarını da kinle kahretmedi mi?

Ateş, İbrahim’e kale olup da Nemrud’un kalbinden duman çıkarmadı mı?

Dağ, Yahya’yı kendisine çağırarak ona kasdedenleri taşlarıyla paralayıp sürmedi mi?

Ey Yahya! Kaç, bana gel de keskin kılıçlardan seni kurtarayım, demedi mi?’ dedi” diye cevap verdi.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, “Bir başkasının yaptığı işleri görüp de kıskanma, sen de çalış daha iyisini yapmaya bak” diye buyurur ve bir beyitinde şöyle seslenir: “Şarap, sırlar küpünde şunun için köpürür: Kim, her şeyden geçmişse o şarabı içer. Ulu Allah, ‘İyi kişiler içerler’ demiştir. Senin içtiğin şarap haramdır. Biz, helâl olan şaraptan başka şarap içmiyoruz. Çalış da yokluktan varlığa ulaş. Allah şarabıyla sarhoş ol.”

Sultan Veled Hazretleri de, “Mertlik başkalarıyla savaşmak değildir. Asıl mertlik ve Rüstemlik kendi nefsiyle savaşmaktır” der.

“Her şeyimizi Allah için fedâ etmemiz lâzım” diye buyurur Hasan Dede, “O zaman, Allah bize sahip çıkmaz mı? Çıkar… O vakit, Allah bizi bizden satın alır. O baştan aşağı sevgidir; O baştan aşağı vericidir; O baştan aşağı ışıktır, nurdur. O karşılıksız verendir; hepimizi seven, hepimizi büyüten, besleyen, geliştirendir. 

Her zaman söylüyoruz… İnsan, Allah’ın halîfesidir, O’nun temsilcisidir. Evet, tam mânâsıyla insan olmak, Allah’ı taşımak kolay değildir. Bu yüzden, o güce, o kuvvete erişmek için işler biraz ağır olur. Fakat madem ebedî bir yaşam istiyoruz, o zaman nefsimizi zorlayacağız.”

Yüce Pîr Mevlâna yine çok güzel buyurur ve der ki: “Halk, savaş safında Allah için canları ile oynar. Birisi Eyüp gibi belâlara düşer, öbürü Yakup gibi sabreder. Yüz binlerce susuz ve muhtaç kişi, Allah için tamaha düşer, çalışır durur. Ben de suçları yarlıgayan, örten Allah için bu kapıdan sahur davulu çalıyorum, benim de ümidim onda. 

Parasını almak için müşteri mi istiyorsun? Gönül, Allah’tan daha iyi müşteri nerede var? Malından pis dağarcığı alır, sana kendinden ışıklanan bir gönül nuru verir. Hakîkatte yok olan şu buz kesmiş bedeni alır, vehmimize sığmaz bir saltanat ihsân eder. Birkaç katra göz yaşı alır, şekerlerin, balların hased ettiği kevseri bağışlar. Sevdalarla, dertlerle dolu ah’ı alır, her ah’a karşılık yüzlerce kârlı mevkii lütfeder. Gözyaşı bulutunun sürdüğü ah bulutu yüzündendir ki Halil’e ‘fazla ah eden’ dedi. 

Gel de hemen şu eşi olmayan alışverişi durmayan pazarda eskileri sat, hazır ve elde bir olan beyliği al. Eğer bir şüphe gelir de yolunu vurursa ticarette bulunan Peygamberleri kendine senet yap. O padişahlar padişahı, onların talihlerini öyle yâver etti, onlara öyle bir baht verdi ki dağlar bile onların pılı pırtılarını çekmeye muktedîr değildir.”

Şiir:

“Ah dostlar! Ali’ye yüz tutanlarız biz,

Ali ile yola düşenleriz biz. 

Ah dostlar! Hâşâ… 

Ok, hançer yarasından korkmayız biz. 

Ayağımızın bağlanmasından, 

Başımızın gitmesinden korkmayız biz. 

Ah dostlar! 

Ateş gibi gidenleriz, 

Cihana nur saçanlarız, 

Cehennemi içenleriz biz, 

Halkın dedikodusuna metelik vermeyiz biz. 

Ali’yi giyindik, Ali ile yola düştük, 

Cihan durdukça Ali ile âli kalacağız biz. 

Ali’nin demine Hu…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXVI

Tâcirin, ölü duduyu kafesten dışarı atması ve dudunun uçması.

Tâcir ondan sonra duduyu kafesten dışarı attı. Duducuk, uçup bir yüksek ağacın dalına kondu.

1820. Güneş, ufuktan nasıl süratle doğarsa, o dudu da, o çeşit uçtu.

Tâcir, hiçbir şeyden haberi yokken kuşun esrârını görünce bu işe şaşırıp kaldı.

Yüzünü yukarı çevirip, “Ey bülbül! Hâlini bildir, bu hususta bize de bir nâsib ver!

Hindistan’daki dudu ne yaptı da sen öğrendin, bir oyun ettin, canımızı yaktın!” dedi.

Dudu dedi ki: “O, hareketiyle bana nasihat etti, ‘Güzelliği, söz söylemeyi ve neşeyi bırak.

1825. Çünkü söz söylemen seni hapse tıktı’ dedi. Bu nasihati vermek için ölmüş gibi yaptı.

Yâni, ‘Ey avama karşı da, havassa karşı da nağme ve terennümde bulunan! Benim gibi öl ki kurtulasın.

Tane olursan seni kuşcağızlar, toplayıp yerler; gonca olursan oğlancıklar koparırlar.

Taneyi gizle, tamamiyle tuzak ol. Goncayı sakla, damdaki ot ol…

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir beyitinde şöyle seslenir: “Can kuşunun kanatları bitip de beden yumurtası kırılınca, can Câferlik göstermek, yâni uçmak, ötelere geçmek için Câfer-i Tayyâr olur.”

Ve yine şöyle buyurur Mevlâna…

“Gönüllerini cilâlamış olanlar; renkten, kokudan kurtulmuşlardır. Her nefeste zahmetsizce bir güzellik görürler. Onlar, ilmin kabuğundaki nakşı bırakmışlar, âynel yakîn bayrağını kaldırmışlardır. Düşünceyi bırakmışlar, aşinâlık denizini bulmuşlar, bilişikte yok olmuşlardır. Herkes ölümden ürker, korkar. Bu kavimse ona bıyık altından gülmektedir. Kimse onların gönlüne gâlib gelmez. Sedefe zarar gelir, inciye değil. Allah’ın doğruluk makâmında oturanların, orasını yurt edinenlerin derecesi; arştan da yücedir, kürsüden de, boşluktan da!..”

“İnsan, her nefeste her an ölüyor ve diriliyor. Yâni bu demek oluyor ki, ölüm şimdi, şu anda gerçekleşiyor” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve devam eder, “Ölümden korkuyorsan aşık olamazsın. Aşktan korkuyorsan mânevî dünyaya giremezsin. 

Aşk için, ‘Aşk büyük bir kumardır’ denilir. Yâni aşka tutulan her şeyini kaybeder. Bu söz çok yerinde söylenmiştir. Peki neden aşka tutulan her şeyini kaybeder? Çünkü bir insan aşka girdiği zaman artık onun parada, pulda, dükkânda, malda, mülkte, zâhirî arkadaşlarda gönlü olmaz. Hepsi onun gönlünden teker teker silinir. Görünüşte bunlar kayıp gibi görünür ama hakîkatte öyle bir kazancı olmuştur ki, o gönlünü verdiği Sevgili, ona hem kendini bağışlamıştır, hem de dünyayı bağışlamıştır. Artık ondan daha zengini yoktur.”

Yüce Pîr Mevlâna, “Suret suretsizlikten çıktı, yine suretsizliğe döndü. Zîrâ biz yine Allah’a döneceğiz” der, “Şu hâlde sen her göz açıp kapamada ölüyor, diriliyorsun. Mustafa, ‘Dünya bir ândan ibarettir’ buyurdu. Bizim fikrimiz havada bir oktur. Havada nasıl durur? Allah’a gelir. Her nefeste dünya yenilenir.”

Şiir:

“Geçince şu ömrün nev-i baharı, 

Tenlerimiz solup toprağa düşer. 

Son nefeste yâd etmezsen o Yâri, 

Aşkın kıymeti hep ayağa düşer. 

Cihan Sultanım Mevlâna’m, 

Bizi bağlamıştı bir zülfünün teli, 

Nice yıllar esti o sevda yeli, 

Görünmeden akan şu hayat seli, 

Ne bir deryâ ne bir ummâna düşer. 

Dede der, var gidelim, 

Cihan Sultanı Mevlâna’nın yoluna, 

Mevlâna aşkı hep kalblere dolunca, 

Mevlâna’ya lâyık bir de sevgi olunca, 

Gönül bülbül olup o bağa düşer…

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXV

Tâcir hikâyesine dönüş.

Tâcir, ateşler, dertler, feryâtlar içinde, böyle yüzlerce karmakarışık sözler söylüyordu.

1810. Gâh birbirini tutmaz sözler söylüyor, gâh naz ediyor, gâh niyâz eyliyor, gâh hakîkat aşkını, gâh mecâz sevdasını ifade ediyordu.

Suya batan adam fazla debelenir, eline geçen ota tutunur.

O tehlike zamanında elini kim tutacak diye can korkusundan şuraya, buraya elini sallar durur, yüzmeye çalışıp çabalar.

Sevgili, bu divâneliği, bu perişanlığı sever. Beyhûde yere çalışıp çabalamak, uyumaktan iyidir.

Padişah olan; işsiz, güçsüz değildir. Hasta olmayanın feryâd ve figân etmesi, şaşılacak şeydir!

1815. Tanrı, ey oğul, onun için “Külle yevmin hüve fi şe’n” buyurdu.

Bu yolda yolun, tırmalan, son nefese kadar bir ân bile boş durma!

Olabilir ki son nefeste bir dem inâyete erişirsin. O inâyet, seni sırdaş eder.

Padişahın kulağı, gözü pencerededir; erkeğin canı olsun, kadının canı olsun… bir can neye çalışırsa, onu duyar, görür!

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, “Allah tembelleri sevmez” diye buyurur.

“Hazreti Muhammed Efendimizin bir ismi de, Muhammed Cabbar’dır, yâni Muhammed çalışkandır” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şu menkîbeyi anlatır:

“Hazreti Muhammed Efendimizin devrinde, Hasan-ı Basrî çok çalışkan. Çalışıyor ve kazandıklarıyla hem kendisini geçindiriyor, hem kardeşini hem de onun ailesini geçindiriyor. Üstü başı düzgün, temiz. Kardeşi ise çalışmıyor, beş vakit namazında, devamlı ibâdette. 

Hasan-ı Basrî’yi bir düşünce alıyor. Ben çalışıyorum bu kadar diyor, hayatım hep dünyalık peşinde koşmakla geçiyor, bu gidişle ahireti kaybedeceğim. En iyisi bırakayım işi gücü, çalışmayı, kardeşimin havasına gireyim, beş vakit namazımı kılayım, kalan ömürümü ibâdetle geçireyim.

Başlıyor bütün gününü ibâdetle geçirmeye. İyi ama, şimdi çalışmadığı için rızkı azalıyor, kardeşini de aç bırakıyor. Çalışmıyor ya, gönderemiyor dünyalık oraya. Sonra geliyor meclise, üstü başı tozlu, eski. 

Bu durum Hazreti Peygamberin dikkatini çekiyor, gidiyor Hasan-ı Basrî’ye soruyor, ‘Hasan-ı Basrî, bu hâlin nedir?’ 

Hasan-ı Basrî, ‘Düşündüm taşındım yâ Resulallah, kardeşimi daha haklı gördüm, bıraktım işi, ibâdetle meşgul oluyorum.’ 

Peygamber Efendimiz, ‘Derhâl’ diyor, ‘işine sarıl, bütün zamanını ibâdetle geçirme. Senin işin de, çalışman da ibâdet sayılır, çünkü senin kazancından çok kişi faydalanıyor. O faydalanan kişiler daima sana Allah’tan rıza kılıyorlar.’ 

İşte Hazreti Resulallah Efendimiz, Hasan-ı Basrî’yi böyle tekrar işe yönlendirmiştir. Çünkü çalışmak her şeyin üstündedir, her şeyin üstünde. Eğer çalışmak her şeyin üstünde olmasaydı, Peygamber Efendimizin bir adı da Muhammed Cabbar olmazdı.

Biz, Allah’ı yaşatmak için geldik bu âleme; dünya nimetleri için gelmedik. Fakat bu demek değil ki, dünyadan elini ayağını çekeceksin. Elin dünyada olsun, ama gönlüne koyma. Gönlün Allah’ta olsun. Kazandıklarınla da hayır yapmaya koş, Allah yolunda harca ki, Allah’ın rızasını kazanasın. Çünkü dünya nimetlerinin hiçbiri kabire gitmez.

Bizler ilk ve son Peygamber olan, Peygamberlerin en akllısı ve en medenîsi Hazreti Muhammed’e tâbîyiz. O hâlde O’nu kendimize örnek alalım, O’nu kendimize kıble edinelim, O’nu kendimizde ruh edinelim, O’nun gibi cabbar olalım; günümüze ve yarınlara göre O’nun fikirleriyle yola çıkalım; toplumumuzu, milletimizi aydınlıklara, güzelliklere, refâha sürükleyelim de, O’nun da ruhu bizimle şâd olsun.”

Zîrâ, “O, her ân yeni bir ilâhî tasarruftadır” (Rahman, 29) ve “Erkeklerin, kendi kazandıklarından payları vardır, kadınların da kendi kazandıklarından payları vardır. Allah’tan, lütfunu, inâyetini dileyin, şüphe yok ki Allah her şeyi tamamıyla bilir” (Nisa, 32) ve O, “Ben, erkek olsun kadın olsun sizin içinizden çalışanın işini zâyî etmem” (Âl-i İmrân, 195) buyurmuştur.

Kasîde:

“Her ân gökyüzünden gönüllere gizli olarak şöyle vahîyler gelmede: ‘Ne zamana kadar, tortu gibi yeryüzünde çöküp kalacaksınız? Göğe yükselin, göğe yükselin!’ 

Ancak tembel olanlar, ağır canlılar şarap tortusu gibi dibe çökerler. Tortudan kendini kurtaran, arınan, temizlenen ise küpün üstüne çıkar. 

Hemen balçığı, çamuru karıştırma! Suyunu bulandırma da arınsın. Tortun aydınlansın ve derdine dermân bulunsun.

İnsanda şûle gibi bir can var. Fakat onun dumanı, nurundan daha fazla. Duman haddini aşınca, gönül evinde bulunan Hakk ışığını göstermez olur. 

Eser, gönül evindeki dumanı azaltırsan, senin nurun ile her iki dünya da, bu dünya da, öteki dünya da aydınlanır.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXIV

“Herkesin bildiği üzüm şarabı İsa ümmetinindir. Mansûr şarabı da Muhammed ümmetine mahsustur. Bu şarabın kadehi yoktur. Kadehsiz içilir.” Mevlâna

Bizim coşkunluğumuz gamdan, neşeden değildir; aklımız, irfânımız hayal ve vehimden meydana gelmemiştir.

Nâdir bulunur bir hâlettendir; inkâr etme ki Hakk’ın kudreti pek büyüktür.

Sen bu hâli insanların ahvâline kıyas etme, cevir ve ihsân menzilinde kalma!

1800. Cevir, ihsân, mihnet ve neşe, gelip geçicidir. Gelip geçenlerse ölürler; Hakk onlara vâristir.

Sabah oldu, ey sabahın penâhı Tanrı! Ben özür serdedemiyorum, bize hizmet eden Hüsâmeddin’den sen özür dile!

Akl-ı Küll’ün ve canın özür dileyeni sensin; canların canı, mercanın parıltısı sensin.

Sabahın nuru parladı, biz de bu sabah çağında senin Mansûr şarabını içmekteyiz.

Senin feyzin bizi böyle mest ettikçe şarap ne oluyor ki bize neşe versin!

1805. Şarap, coşkunlukta bizim yoksulumuzdur; felek, dönüşte aklımızın fakîridir.

Şarap bizden sarhoş oldu, biz ondan değil… Beden bizden var oldu, biz ondan değil!

Biz arı gibiyiz, bedenler mum gibi. Tanrı, bedenleri balmumu gibi göz göz, ev ev yapmıştır.

Bu bahis çok uzundur, tâcirin hikâyesini anlat ki o iyi adamın ne hâle geldiği, ne olduğu anlaşılsın.

Âyet-i kerîmede buyrulur ki: “Semâvat ve arzın mirası Allah’ındır.” (Âl-i İmrân, 180)

Belh şehrinden ayrılacakları vakit, selâm olsun üzerlerine, Yüce Pîr Mevlâna’nın babası Sultan Ulemâ Hazretlerine cemaat bir soru sorar: “Bizi bırakıp nereye gidiyorsunuz yâ Sultan Ulemâ?”

Sultan Ulemâ Hazretleri onlara şu cevabı verir: “İn Allah min Allah… Allah’tan geldik Allah’a gidiyoruz; Âdem’den geldik Âdem’e gidiyoruz.”

“Âdem’den maksat insandır” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder: “İnsan, bu âlemde Allah’ın kendisine bahşettiği yaşamın sonunda, yine ait olduğu yer olan vatanına, yâni aslına dönecektir. Bizim ruhumuzun vatanı, Sevgilimizin vücududur. Fakat aynı zamanda Sevgilinin de vatanı seveninin vücududur.”

Ulu Ârif Çelebi, selâm olsun üzerine, Dîvân’ında şöyle buyurur: 

“Ruh topraktır, aşk ise ölümsüzlük suyu. Akıl karıncadır, o ise Süleyman. Eğer aşk kadehinden bir yudum içtiysen, bu mânâlar senin için kolaydır. 

Aşkın Şah’ı eğer seni kabul ederse, teşekkür olarak ucuz olan canını ver. Aşk yakınlık başköşesinde oturmuş; akılsa acizlik çölünde dolaşıp durmaktadır. 

Yüzünü padişahlık toprağına koy. Zîrâ aşk ona Fâtiha suresini okumaktadır. 

İrfân ile kendinden geçmiş Ârif’in canı, Mevlâna’nın sırrından bir nükte söyledi. Bu da onundur, Allah ondan razı olsun…”

‘Sabah oldu, ey sabahın penâhı Tanrı! Ben özür serdedemiyorum, bize hizmet eden Hüsâmeddin’den sen özür dile!’

Hüsâmeddin Çelebi Hazretleri, efendisi Mevlâna’yı taparcasına severdi, gece gündüz yanından ayrılmaz, Mevlâna’nın dilinden dökülen şiirleri, kasîdeleri, gazelleri kaleme alırdı. Zîrâ, Mesnevî’nin yazılmasına da Hüsâmeddin Çelebi sebep olmuştur. 

Hazreti Mevlâna, “Ruhumun mertebesi” diye hitâb ettiği Hüsâmeddin Çelebi hakkında şöyle bir dil sarfeder: “Ey benim gözümün nuru Hüsâmeddin! Eğer bende, senin bu hizmetlerine karşı bir hased görürse gözlerin, kasem ederim Hazreti Muhammed’e, yüzümdeki nuru hemen alsın.”

Sultan Veled Hazretleri, İbtidânâme isimli eserinde, Mevlâna ile Hüsâmeddin Çelebi arasındaki muhabbeti, dostluğu şöyle dile getirir:

“Şeyh’in çağında, Şeyh’le, Şeyh’in evinde, gönüldeşti: onunla oturup kalkardı. Arılıkta, vefâda ikisi de solukdaştı: bütün ashâb da gamsız gussasız, sevinçliydi. İkisinin bağışı da herkeseydi; herkes, o ikisinden hem bilgin bir hâle gelmedeydi, hem kulluğa koyulmada. Herkes, aşk bahçesinde ağaçlara dönmüştü; Şeyh’le nâib de o bahçede bahar yeliydi sanki, esip duruyordu. Herkesin fidanı onların suyuyla diriydi; herkes hâl bakımından kavuşmaya erişmişti, güzelleşmişti. Her birine gelir, kadrince, incitmeksizin gelirdi; her birine, lâyığınca lütuflarda bulunulurdu. Her bir ağaca, bir başka şekil verilirdi; her birinin meyvaları şekerden de tatlıydı. Birine o ışıkla hurma verirdi; birine cana canlar katan nar. Melek gibi her biri, burçları geçer, yücelere ağar, yedi göğü aşardı. Böylece beraber olarak on yıl tertemiz, aparı, duru su gibi yaşadılar.”

Kasîde:

“Bana senin akîk renginde olan dudakların gerek; şeker ne işe yarar? Bana senin yüzün gerek; parlak, nurlu yüzün varken ayın bana ne faydası olacak? 

Senin mahmur gözlerin olmayınca şarap bana zevk vermez, beni mest edemez. Sen benim yol arkadaşım olmazsan ben o yolculuğu ne yapayım? 

Senin güneş gibi nurlu olan yüzün olmayınca güneşin ışığı benim ne işime yarar? Gördüğüm sen değilsen bana görüşün, gözün ne faydası vardır? 

Seninle buluşmadıktan sonra ömrün sürüp gitmesinde ne kâr vardır? Sana sığınmadıktan sonra kalkanın ne faydası vardır. 

Gecem kıyamet günü gibi uzadı, gitti. Ama gönlüm sana secde etmek istiyor. Seher vaktini beklememe lüzum var mı? 

Ayın bulunmadığı bir gecede yıldızlar ne yapabilir? Kuşun başı olmadıktan sonra iki kanadı ne işe yarar? 

Sen benim ruhum olmadıkça ben ruhtan ne elde edebilirim? Sen bana gönül gözü bağışlamadıkça ben bu baş gözünü ne yapayım? 

Dünya bir ağaca benzer. Yaprağı, meyvesi senden biter, senden gelir. Yaprağı ve meyvesi olmayan bir ağaç ne işe yarar? 

Ey gönül; beşeriyet hâlinden, insanlıktan vazgeç de melek ol! Melek huylu olmazsa insanın hayvandan ne farkı vardır? 

Mâdemki haber ona mahrem değil! Hiçbir şeyden haberin olmasın; mest ol kal! Zaten haber vericisi sen olmadıktan sonra, haberden ne fayda beklenir?”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXIII

“Güneş, Hazreti Mustafa’nın yüzünü gördü de utandı. Gök de gönül gibi yarılmıştı, parçalanmıştı.” Mevlâna

Ey güzel yüzlü! Güzel yüzünün zekâtını ver; yine pâre pâre olan canı şerh et, onu anlat, dedim.

1790. Fettan gözünün ucuyla ve nazla bir baktı da gönlüme yeni bir dağ vurdu.

Kanımı bile dökse ona helâl ettim. Helâl sözünü söyledikçe o, kaçmaktaydı.

Mâdemki torpraktakilerin feryâdından kaçmaktasın; kederlilerin yüreğine niye gam saçarsın?

Her sabah; doğudan parlayınca seni, doğu pınarı (güneş) gibi coşmakta, zuhûr etmekte buldu.

Ey şeker dudaklarına paha biçilmeyen güzel! Divânene ne bahaneler buluyorsun?

1795. Ey eski cihana taze can olan! Cansız ve gönülsüz bir hâle gelmiş olan tenden çıkan feryâd ve figânı işit!

Allah aşkına olsun, artık gülü anlatmayı bırak da gülden ayrılan bülbülün hâlini anlat!

“Aşk yanmaktır” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine ve şöyle devam eder: “Sevgili, aşığına her dakika değişik bir yüzle zuhurunu gösterir ve onu yakar.”

Zîrâ, her yerde Allah’ı görmek aşıka mahsustur. 

Selâm olsun üzerine, Derviş Mustafa Dede’nin yazmış olduğu semâ âyin-i şerîfinin dizelerinde de şöyle söylemektedir:

“Aşıktan kaçan ey efendi, gör ki nasıl pişman olur.

Senin destini taşıyan, sonunda senin işret haremine sultan olur.”

‘Mâdemki torpraktakilerin feryâdından kaçmaktasın; kederlilerin yüreğine niye gam saçarsın?..’

Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, “Tanrı’nın âlemi yaratması, birçok değişik suretlerde Hakîkat-i Mutlak nurunun görünmesidir. Varlığı kendinden olan Hâlik’in aynasıdır” diye buyurur.

Şems-i Tebrizî Hazretleri de diyor ki, selâm olsun üzerine, “Mevlâna, Ay’dır, benim Güneş gibi vücuduma gözler dayanamaz. Ay, Güneş’e ulaşamaz ama Güneş, Ay’a ulaşır.”

Kur’ân’da buyurulduğu gibi, “Gözler onu görmez ama, o gözlerin gördüklerini görür.” (Enâm Suresi, 203) 

Yine Hazreti Şems diyor ki, “Her âyet-i kerîme bir mesaj, bir aşk mektubu gibidir. Kur’ân’ın gerçek anlamını Hakk aşıkları bilir. ‘Enel Hakk’ sözünün anlamı, Tanrı’yı tanımaktır, yâni ‘Ben Tanrı’nın tefsîriyim’ demektir.”

Hasan Dede, Kur’ân-ı Kerîm’in mânâsı hakkında şöyle buyurur: “Kurdu bir ân, içini kerâmetlerle doldurdu.”

Yine âyin-i şerîfte şöyle söylemektedir Derviş Mustafa Dede:

“Gönül, usturlâb gibi yedi göğün delili oldu.

Ahmed’in sırrını anlatmaya yedi kitap yazıldı.”

“Rabb-ül âleminin mânâlar denizi olan dinin şeyhi: ‘Mânâ yok mu? İşte O, Allah’tır’ dedi” diye buyurur Mevlâna ve şöyle der: “Ben yaşadıkça Muhammed Muhtâr’ın ayağının tozuyum; eseri Kur’ân-ı Kerîm’in de kölesiyim.”

Ve, Kur’ân-ı Kerîm’in derin mânâsı ile ilgili şöyle seslenir: “Bendeniz, Kur’ân-ı Kerîm’in bir âyetine mânâ vermeye kalktım; denizler mürekkep oldu, ağaçlar kalem oldu, yapraklar kağıt oldu. Ben mânâyı yazmaya başladım; denizler kurudu, ağaçlar tükendi, yapraklar bitti, fakat mânâ bitmedi.”

Bir mecliste Mevlâna’ya sordular: “Bize Allah’ın sırrından bahseder misin?”

Mevlâna onlara şu cevabı verdi: “Allah’ın sırrı insandır. Allah, insanı yarattı, insanda kendini yarattı ve insanda sırlandı… Ben insanı anlatmaya kalksam kıyâmete kadar anlatamam.”

Hazreti Ali Efendimiz, selâm üzerine olsun, diyor ki: “Kur’ân’ın sırrı Fâtiha, Fâtiha’nın sırrı Besmele, Besmele’nin sırrı altındaki noktada gizlidir.”

Ne güzel buyurur Hasan Dede… “Nokta, elif oldu. Elif, gökte güneş oldu, ay oldu, yıldız oldu, dünya oldu. Elif, Allah oldu, Muhammed oldu, hep o Elif yazıldı. Hep sensin, hep insandır.”

Rubâi:

“Gönül dün gece geldi de, canın kulağına dedi ki: Ey adını söyleyemeyeceğim, eşsiz varlık! 

Ey adını açıkça söyleyeni parçalayan, gizlice söyleyeni yakıp yandıran güzel!

Ey can! Bilinemeyeni, tarif edilemeyeni anlatmaya kalkışan ne özür getirebilir? Ne bahane bulabilir?

Gül bahçesinde geçen sırrı, gizli şeyi bir gül bilir bir de hazin hazin ağlayan, feryâd eden bülbül bilir.”