MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXLIII

“Ne tecellî etti aman Allah’ım gör hakîkati, ‘Kün’ dedi hâlk etti tüm mevcudâtı.” Hasan Dede

Aman yâ Rabbi! Her an yokluk âleminden varlık âlemine katar katar yüzbinlerce kervan gelip durmakta!

Hele her gece, bütün ruhlar, bütün akıllar, o uçsuz bucaksız derin denizde batar, yok olurlar.

1885. Yine sabah vakti, o Tanrı’ya mensûb ruhlar ve akıllar, balıklar gibi denizden baş çıkarırlar.

Güz mevsiminde o yüzbinlerce dal, yaprak; bozguna uğrayıp ölüm denizine gider.

Kara kuzgun; yaslılar gibi siyahlar giyinerek, bağlarda, yeşilliklerin mâtemini tutar.

Varlık köyünün sahibinden, yokluğa, “Yediklerini geri ver” diye tekrar fermân çıkar.

“Ey kara ölüm; nebattan, ilaç olacak otlardan, köklerden, yapraklardan ne yedinse geri ver!” 

1890. Kardeş, bir an için aklını başına al! Sende de her an hazan ve bahar var.

Gönül bahçesinin yemyeşil, ter ü taze goncalar, güller, serviler ve yaseminlerle dolu olduğunu gör!

Yaprakların çokluğundan dal gizlenmiş; güllerin fazlalığından kır ve köşk görünmüyor.

Akl-ı Küll’den gelen bu sözler de, o gül bahçesinin, o servi ve sümbüllerin kokusudur.

Gül olmayan yerden gül kokusu geldiğini, şarap olmayan yerde şarabın kaynayıp coştuğunu hiç gördün mü ki?

Kâinat her gün kendisini yenilemektedir. 

Hazreti Ali Efendimizin, selâm olsun üzerine, şu görünen âlem için, “Dünya, bir anlık zamandan ibârettir” dediği gibi gelip geçicidir, fakat mânâ öyle değil… Mânâ, dâimî ve bâkîdir.

Mevlâna’mız, selâm üzerine olsun, şöyle buyurur: “Müşkülünü çözen, seni hakîkate ulaştıran bilgiyi, ölüm gelip çatmadan önce iste, öğrenmeye çalış. Aklını başına al da; şu dünyayı, yâni var gibi görünen yoğu bırak, yok gibi sandığın varı iste!”

“İnsanoğlunun yaratılıştan beri en büyük korkusu ölüm olmuştur” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, ve şöyle devam eder: “Sonrasını bilememek, dünyadan ayrılacak olmak, ölümü korkutucu hâle getirir. Ancak hakîkat bilgisi ile doldukça korkulara yer olmadığı anlaşılır. Her şey yokluktan varlığa kavuşur. Ölmekteki asıl mânâ nefsin kötü huylardan arınması, mânevî güzelliklere kavuşmasıdır. Bir kişi bu şekilde ölmediyse eğer, diri olamaz.”

“Ey kara ölüm!” diye sesleniyor Yüce Pîr Mevlâna… Ölüme, ‘kara’ diye hitâb etmesindeki maksat ise, insanın maddî suretine işarettir, oysa insanın mânevî sureti nurdan ibârettir, ki Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîsi-i şerîfinde, “Allah, halkı muhakkak zulmette yarattı; sonra onların üzerine nurunu saçtı” diye buyurur.

Nitekim, Peygamber Efendimiz başka bir kudsî hadîs-i şerîfinde de, “Cenâb-ı Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur. Âdem çamurla balçık arasındayken ben Peygamberdim” diye buyurur.

Hasan Dedemiz yine der ki, “Yaratılış olarak Hazreti Âdem insanların atası kabul edilse de, ruh ve mânâ olarak Hazreti Peygamberimiz tüm insanlık âleminin atasıdır.”

İnsanın düşünceden ibaret olduğunu söyleyen Yüce Pîr Mevlâna, “Ey saf adam, bu ağaç, ilim sahibindeki ilimdir” der, “Pek yüce, pek büyük ve etrafa yayılmış bir ağaçtır o! Hatta ağaç da ne demek her tarafı kaplayan deniz gibi âb-ı hayattır! Sen surete kapılmış yolunu yitirmişsin. Mânâyı elden bıraktığın için onu bulamıyorsun. Ona gâh ağaç derler, gâh güneş. Gâh deniz adını takarlar, gâh bulut! Hulâsâ o öyle şeydir ki yüz binlerce eseri var. En aşağılık hassâsı, sahibine ebedî bir hayat bağışlamasıdır. Tektir ama binlerce eseri, nişânesi var. O bire sayısız adlar gerek.”

Son perdenin, insanın kendisi olduğunu söyleyen Hasan Dede, “O perde de kalkınca ardından ebedî dirilik başlar” der. Fakat buraya da akılla ulaşılamayacağını belirterek, tüm perdeleri yakanın aşk olduğunu dile getirir ve “İki dünyada da kurtuluş sevgiyle olur, aşkla olur. Ağacın yaprakları, çiçekleri kökten haber verir. İnsanın sözleri, davranışları, yaşayışı da onun özünün delilleridir” diye buyurur.

‘Gül olmayan yerden gül kokusu geldiğini, şarap olmayan yerde şarabın kaynayıp coştuğunu hiç gördün mü ki?..’

Kasîde:

“Neşeli ilkbahar, dost elçisi olarak ötelerden çıkageldi! Dosttan gelen bu elçi, bizi çok sevindirdi; yerimizde duramıyoruz; kararsızız, mestiz, aşığız, mahmuruz! 

Ey göz, ey gönül çerağı! Siz de, hasret kaldığınız çemen güzellerini, yeşillik dilberlerini artık beklemeyiniz; onların hepsi de geldiler! Haydi; onları görmek için bahçeye çıkınız! 

Çıkınız; bahçelere, çayırlıklara, çemenliklere gayb âleminden tanımadığınız garip kişiler geldiler, kondular; gelenleri karşılamak, onlara; ‘Hoşgeldiniz!’ demek, hatırlarını sormak âdettir! 

Görmüyor musunuz? Gül, ötelerden kokular getirdi, güzel renkler getirdi; bahçede gelişini kutlamak istiyor! Diken, beraber yaşayacağı güler yüzlü efendisinin yüzünü seyretmek için süslendi, güzelleşti! 

Ey servi ağacı! Kulak ver de dinle ki; süsen, seni övmek, senin boyunu posunu anlatmak için ırmak kıyısına gitti; orada baştan ayağa kadar dil kesildi!

Gonca, düğüm düğüm olmuş bir hâlde gül fidanında sallanıp duruyor ama, senin lütfun düğümleri çözer de, goncalardan hoş kokulu, güzel renkli güller açılır! Zaten senin lütfun, ihsanın toprağa akseder de, o toprakta çeşit çeşit, renk renk çiçekler biter; sonra, o çiçekleri yine geldikleri yere saçar, döker! 

Sanki kıyâmet koptu da, geçen sene aralık ayında çürüyüp gidenler, ocak ayında donanlar, ölüp gidenler kutlu ilkbahar gelince dirildiler, topraktan baş çıkardılar! 

Ölmüş tohum dirildi, tekrar hayata kavuştu! Böylece, şu kara toprağın gizlediği sır, şimdi meydana çıktı, kendini gösterdi! 

Meyveli dallar, ötelerden canlılara yararlı armağanlar getirdikleri için neşe ile nazlanmadalar! Meyvesi olmayan kökler, eli boş geldikleri için utandılar da, yaprakların arkasına gizlendiler! 

Madde âleminde böyle olduğu gibi, mânâ âleminde de can ağaçları böyle olur! İyi ağaç, verimli ağaç belli olur, meydana çıkar, mânevî meyveler verir; kötü ağaç da, verimsiz, bahtsız, zavallı bir hâlde kalır!”