MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXVI

Halîfenin adamlarının bedevîyi ağırlamak üzere karşılamaları ve armağanını kabul etmeleri.

Çünkü elbiseyle içeriye yol yoktur. Ten elbiseden, elbise de tenden haberdâr değildir.

O bedevî Arap uzak çöllerden hliâfet şehrinin kapısına vardı.

2770. Kapıcılar, bedevîyi karşılayıp üstüne lütuf gülsuyunu serptiler.

Bedevî söylemeden ihtiyacını, dileğini anladılar. Zaten onların işi istetmeden ihsân etmekti.

Ona, “Ey Arap’ın en asîli, en yücesi! Hangi diyârdansın, yolla, yol yorgunluğuyla nasılsın?” dediler.

Bedevî dedi ki: “Eğer bana yüz verirseniz asîlim, yüceyim. Fakat ardınıza atar mühimsemezseniz ne asâletim var, ne yüzüm!

Ey yüzlerinde ululuk nişânesi olanlar, ey şevketleri Caferî altından daha hoş kişiler!

2775. Sizi bir kerecik görmek, sizinle bir kerecik buluşmak, yüzlerce kişiyi görmeye, yüzlerce güzelle buluşmaya bedeldir. Sizi görmek için mal, mülk, servet… hepsi fedâ olsun!

Ey Tanrı nuruyla bakanlar, bu dereceye erişmiş olanlar, padişahlar padişahının ahlâkıyla ahlâklanmış kişiler!

Kimyâ gibi olan bakışınızla bakıra benzer insanlara bakar, onları altın hâline getirirsiniz.

Ben garîbim, padişahın lütfunu umarak çöllerden geldim.

Onun lütfunun kokusu çölleri tuttu, kum zerrelerini kapladı, o zerreler bile lütfuyla canlandı.

2780. Buralara kadar paraya kavuşmak için gelmiştim, fakat ulaşınca sizin yüzünüzden sarhoş oldum.

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfte buyurur ki: “Allah’ın üçyüz kimsesi vardır ki, kalbleri kalb-i Âdem gibidir.”

Ahmet Avni Konuk, ruhu şâd olsun, Peygamber Efendimizin bu hadîste sözünü ettiği kimselerden maksadın nukabâ-i ilâhîyye, yâni O’nun sancağının altında mânevî eğitimde mesafe almış kimseler olduğunu, vazîfelerinin ise muhtaç olanlara yardım etmek, onların işlerini yoluna koymak olduğunu ve cümlesinin kutb-ı zamanın emri altında olduklarını dile getirir.

Nitekim, araştırmacı yazar Cafer İskenderoğlu’nun kaleme almış olduğu bir makalede belirtilir ki; bir topluluğun en önemli sembollerinden biri bayrak ve sancaktır. Sancaklar arasında bir sancak vardır ki taşıdığı anlam ile ve önem ile diğer sancaklardan ayrılır. 1400 kûsur yıldır İslâm’ın sembolü olan bu sancak Hazreti Muhammed Efendimizin ‘Ukab’ isimli emâneti olan sancaktır. Hazreti Muhammed Efendimiz katıldığı savaşlara Ukab ile girmiştir.

Ukab, Arapça’da toz, duman ve Kartal Takımyıldızı anlamına gelir. Kartal Takımyıldızı’nın diğer bir ismi de Deneb el Ukab’tır. Bu mânâda Resulullah Efendimizin sancağı Ukab, kâinatın içindeki risâletinin ve Allah’ın Halîfesi olduğunun delilidir.

Ve Kur’ân-ı Kerîm’de Târık sûresinde buyrulur ki: “Göğe ve Târık’a yemin olsun. Târık nedir sen bilir misin? O parlayan bir yıldızdır.” (Târık, 1-3)

“Bir mürşid-i kâmil de, yolcusunun aklına, ruhuna ve gönlüne en güzel şekilde hitâb eder” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder: “Kâmil bir mürşid, adı üstünde ‘kâmil’, yâni kemâlata ermiş, aklı Hazreti Muhammed’in aklıyla kemâl bulmuş. O, en başta Hazreti Muhammed’in ve sonra yüzyirmidörtbin nebînin ve sayısız velînin vârisidir. O, Hazreti Muhammed’i kendine bende etmiştir, O’nu temsil eder ve O’ndan dil döker. Yolcusunun cemâline bakar, gönlünü okur ve ona göre konuşur. Çünkü insan muhabbetle aydınlanır. Biz her zaman şunu deriz: ‘Nerede muhabbet, orada hâlk olur Muhammed.’ Muhabbet olmayan bir yerde Muhammed bulunmaz.”

Kasîde:

“Yeni bir iş yapmaya başlasam; bana emir veren, yaptırtan odur. Ben gönül aramaya kalkışsam, benim gönlümü alan dilber odur. 

Ben barış arasam, bana barış sağlayan odur. Savaşa girişsem, düşmanı öldürmek için hançerim o olur. 

Eğlenmek için âşıklar meclisine gitsem, mecliste o bana şarap olur, meze olur. Gül bahçesine gitsem, o bana yasemin olur. 

Bir maden ocağına insem, o madeni baştan başa akîk hâline getirir, akîk olarak karşıma çıkar, denize girsem, denizin incisi olur, avucuma düşer. 

Bir ovaya gitsem, bir bahçe olur gelir beni bulur. Gökyüzüne yükselsem, bu defa bir yıldız olur, karşımda parlar durur. 

Başıma gelen bir belâya sabretmek için bir köşeye çekilsem, bana minder olur, üstüne oturtur; gamdan, kederden yanıp yakılsam, beni içine alır, buhurdanım olur. 

Neşe zamanında, âşıklar arasına katılsam, gelir, hem sakî olur, bana şarap sunmaya başlar, hem mutrib olur, güzel nağmelerle beni büyüler, hem bana şarap sunduğu kadeh olur, şarap içerken kendini bana öptürür. 

Uzakta bulunan dostlara mektup yazmak istesem, bana kağıt olur, kalem olur, mürekkep olur. 

Ben, uykudan uyanınca, benim aklım olur, düşüncem olur, gelir beni bulur. Uykum gelip de uyusam, bu defa gelir, rüyama girer.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXV

“Ârifin kıblesi vuslat nurudur, filozaflaşan aklın kıblesi hayal.” Mevlâna

Kısa görüşlü köhne anlayışlar, fikre yüz türlü kötü hayaller getirirler.

Herkesin doğru işitmeye kudreti yoktur. Her kuşcağız, bir inciri bütün olarak yutamaz.

2760. Hele ölmüş, çürümüş, hayallere dalmış kör bir kuş olursa…

Balık resmine ister deniz olmuş, ister toprak. Kara yüzlüye ha sabun, ha kara boya!

Kağıda gamlı bir adam resmi yaparsan o resmin ne gamla alışverişi vardır, ne neşeyle.

Resim, görünüşte gamlıdır ama, kendisi gamla alâkasızdır. Görünüşte gülen bir resmin de neşeyle münâsebeti yoktur.

Gönülde bir hâletten başka bir şey olmayan bu dünya gamı, bu dünya neşesi; hakîki neşeye hakîki gama nispetle resimden ibârettir.

2765. Resmin gamlı bir surette görünüşü, o resim yüzünden mânânın doğrulması, hakîki gamı anlaman içindir.

Bu hamamlardaki resimler camekânın dışından bakılırsa elbiseler gibidir; cansız, hareketsiz durup durmaktadırlar.

Sen, dışardan ancak elbiseleri görürsün. Elbiseni çıkar, soyun da bir içeriye gir arkadaş!

Ahmet Avni Konuk, ruhu şâd olsun, Hazreti Pîr’in bu beyitleri ile ilgili olarak şu yorumu yapar: “Kendi tasvîr ve vehmine âşık olanlar ile zât-ı Hakk’a âşık olanların ikisi de surette âşık görünürler ve âh, of ederler; fakat ikisi kağıt üzerine yapılan gamlı resimlere benzerler; aşk-ı hakîkiden bîhaberdirler ve aşkları mecâzîdir.”

Nitekim, Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir beyitinde, “Tasvîre, hayale kapılan, bizim zâtımızı misâlsiz, tasvîrsiz anlayamaz” der.

“Bu dünya bir sınav ve arınma yeridir, bir hayalden ibârettir” diye buyuran Hasan Dede, selâm olsun üzerine, yine bir yerde şöyle der: “Allah, insanlara hayal gücü vermiştir, fakat insan hayale âşık olursa, kendisi de hayalden ibâret kalır.”

Ve yine ne güzel seslenir bizlere Yüce Pîr…

“Sevgilim sen, gözünü aç da, bana bak! Zaten biz senin gözlerinin yüzünden aydınlık içindeyiz. Hâşâ, biz kendi gözümüzü, o yüzden ayırıp da başka yüze bakamayız. 

Sen, göğsünü kendin için, kendi pervânen için yak, alevlendir! Alevlendir de, biz de kendimizi aşkla, senin gibi senin göğsünün alevleri içine atalım, seninle birlikte yanalım, yakılalım. 

Aşk, korkusunu artırdıkça artırır. Biz ondan emîn olmayı istemiyoruz. Bizim emîn oluşumuz, senin aşkının korkusundandır. 

Pervâneye her gün senin mumundan, senin ateşinden; ‘Bana kendini at, alevlerim içinde yan!’ müjdesi geliyor. Ey pervâne; öl ki, ‘Biz de onun ateşinde ölmeyi kabul ettik’ diyelim, biz de onun aşkının alevleri içinde yanalım. 

Benliğimizden geçelim, varlığımızı terk edelim. ‘Aşkla varlığa ulaştık ancak aşkla varız’ dediğimiz gün, neşeliyiz, sevinç içindeyiz. 

Sevgilim, biz senin güzellik bağını görmüşüz. O yüzden selvi gibi boy atmış, o yüzden süsen gibi dillenmişiz, dilli olmuşuz. 

Sevgilinin güzel yüzüne âşık olduktan, onun gül bahçesine daldıktan sonra, yürü git, dünyanın bütün gül bahçelerini ateşe ver!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXIV

Tanrı’ya muhtaç ve susamış kişiyle Tanrı’ya ait bir şeye sahip olmayan ve ondan başkasını dileyen kişi arasındaki fark.

O kişi, yoksulun resmidir, canı yoktur, ekmek yemez. Köpek resmine kemik atma.

O, Tanrı fakîri değil, lokma fakiridir. Ölü resmin önüne yemek tabağını koyma.

2750. Ekmek yoksulu, karada balıktır. Şekli balık şeklidir ama denizden ürküp kaçar.

O evde beslenen kuştur, havada uçan simurg değil. Nefis şeyler yiyip içer, gıdası Hakk’tan değildir.

Yemek, içmek için Tanrı âşığıdır; canı güzelliğe âşık değildir.

Tanrı’nın zâtına âşık olduğunu vehmetse bile sevdiği zât değildir; vehmi, esmâ ve sıfatın verdiği vehimdir.

Vehim; vasıflardan, hadlerden doğar. Hakk ise doğmamıştır, doğurmaz.

2755. Kendi tasvîr ettiği şeye, kendi vehmine âşık olan kişi, nerden nimet ve ihsân sahibi Tanrı âşıklarından olacak?

O vehme âşık olan, doğrucuysa mecâzî sevgisi, kendisini nihâyet hakîkate çeker, götürür.

Bu sözü iyice anlatmak, açmak lâzım; fakat eski düşüncelilerden, onların köhne anlayışlarından korkuyorum.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, şöyle buyurur: “Bana gelenlerden, kimisi lokmama gelir, kimisi kisveme gelir, bana geleni daha göremedim.” 

Yâni, bu sözleriyle Mevlâna, Hasan Dede’nin yorumuyla, selâm olsun üzerine, kimisinin karnının aç olduğunu ve sofrasında karınlarını doyurmak için geldiklerini. Kimilerinin de, ben de derviş oldum demek için, kisvesine geldiklerini. Fakat O’nun için geleni daha görmediğini, dile getirmektedir. 

Yine Hasan Dede’nin anlatmış olduğu bir menkîbede, Şeyh Gâlib Hazretlerinin zamanında, selâm üzerine olsun, bir adam Galata Mevlevîhânesine gelir, “Dünyadan soyunmak istiyorum, derviş olmak istiyorum” der. 

Adamı Şeyh Gâlib’in huzuruna çıkarırlar. Şeyh Gâlib, adama bakar ve der ki: “Zaten bu adamın dünyalığı yok, her tarafı yırtık pırtık, belli ki elbiselerini yenilemek için gelmiş. Boş çevirmeyin, üzerine bir elbise verin, karnını da doyurun, sonra bırakın isterse gitsin isterse kalsın.” 

Nitekim, Hazreti Pîr, Mesnevî’sinin başında yer alan ilk 18 Beyit’te de, “Ayrılıktan parça parça olmuş bir kalb isterim ki, iştiyâk derdini açayım” diye buyururken, Tanrı’ya susamış ve Tanrı’ya tüm kalbiyle iştiyâk duyan kişiyi aradığını vurgular. 

Zîrâ, kişinin iştiyâkı yoksa, yâni mânevî gıdaya açlık çekmiyorsa, o kişinin önüne ne kadar sofralar da döşense, o yine mecâzî gıdaya istek duyar.

Kur’ân-ı Kerîm’in Bakara sûresinde geçen kıssadaki gibi… “Bir zaman onlar demişlerdi ki: Yâ Musa, biz bir türlü yemeğe dayanamayız. Rabbinden bizim için iste de bize yerin yetiştirdiği şeylerden versin. Yerden yeşillik, kabak, sarımsak, mercimek, soğan bitirsin. Musa demişti ki: Daha hayırlı olanı, ondan daha aşağılık bir şeyle değiştirmek mi istiyorsunuz?” 

Şiir:

“Allah’tan başkasını istemek, 

Artış istemek sayılır ama, çokluk eksiliş demektir.

Niyâz ile O’nu O’ndan iste, O senin canında zaten, 

O’ndan başka isteyen hani? 

Senin içinde isteyen kendisidir, 

Derviş olana bu nükteler bellidir. 

Bu istek senin içinden doğana kadar, 

O yaratıcı Allah türlü sebepler yaratır. 

Sen âşık olup O’nu isteyene kadar, 

O sebebi yaratan şaşılacak sebepler gösterir. 

Sebepler perdesini yırt! 

Asıl o isteyeni kendinde idrâk etmeye bak…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXIII

Yoksul, nasıl ihsâna ve ihsân sahibine âşıksa ihsân sahibi de yoksula âşıktır. Yoksulun sabrı çoksa ihsân sahibi onun kapısına gelir. İhsân sahibinin sabrı fazlaysa yoksul, onun kapısına varır. Fakat yoksulun sabrı, kemâlidir, ihsân sahibinin sabrı ise noksanı.

2740. Kapıdan ses gelmekteydi: “Ey istekli, gel! Cömertlik, yoksul gibi, yoksullara muhtaçtır.”

Cilâlı ve tozsuz ayna arayan güzeller gibi cömertlik de yoksul ve zayıf kişileri arar.

Güzellerin yüzü ayna ile güzelleşir. Onlar aynaya bakıp bezenirler. İhsân ve keremin yüzü de yoksula bakmakla görünür.

Bundan dolayı Hakk “Vedduhâ” suresinde “Ey Muhammed, yoksula bağırma” buyurdu.

Mâdemki yoksul, cömertliğin aynasıdır, iyi bil ki ağızdan çıkan nefes aynayı buğulandırır.

2745. Tanrı’nın bir çeşit cömertliği, yoksulları meydana çıkarır, bir başka cömertliği de onlara bol bol ihsânda bulunur.

Şu hâlde yoksullar, Tanrı cömertliğinin aynalarıdır. Hakk ile Hakk olan ve varlıktan tamamiyle geçen hakîki yoksullarsa mutlak nur olmuşlardır.

Bu iki çeşit yoksuldan başkaları esâsen ölüdür. Bu çeşit adam bu kapıda değildir, perdedeki nakıştan, suretten ibârettir.

İhsân sahibi mürşid-i kâmildir, yoksul ise Hakk’ı arayan yolcu. Mürşid-i kâmilin ihsânı cömertliğidir ki, ihsânını göstermek ve irşâd etmek için, ihsâna ve irşâda muhtaç olanları arar. 

‘Güzellerin yüzü ayna ile güzelleşir. Onlar aynaya bakıp bezenirler. İhsân ve keremin yüzü de yoksula bakmakla görünür.’

“Allah’ın muhabbet iksiri, bütün kötü ahlâkları, fenâ arzuları temizleyerek bizi bizden alır. Bu sevgi iksiri ağızdan dökülür. Kaynağı ise gönüldür” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, ve şöyle devam eder: “Gönül verilmiş ise mürşid-i kâmile, onun vasıtasıyla Pîr’ine ve Hazreti Muhammed’e, onun o güzel cemâline ulaşılmış ise, o ayna edilmiş ise kendine, artık aklın onun aklıyla kemâlat bulur, dilin onun diliyle tatlılaşır, hâlin onun hâliyle güzelleşir, hem sen güzel bir insan olursun, hem de etrafına güzellik sunarsın.”

Yüce Pîr Mevlâna’nın aynası efendisi Hazreti Şems’di, selâm olsun üzerlerine, onda gördü Allah’ın nurunu, ona büyük bir imanla bağlandı ve bir an dahî Şems’in dışına çıkmadı. Hep o aynadan topluma dil döktü ve insanlığa ışık oldu, karanlıkları aydınlattı. 

Öyle ki bir gazelinde şöyle seslenir… 

“Benim demir gibi olan gönlüm yandı aşkla, alındı mâsivâdan; tertemiz bir ayna oldu, onun güzel hayalini düşürdü içime.

Cevirler vefâ oldu, duruldu bozbulanık sıfatlar. Beşerlik fenâ buldu, Hûda sıfatı geldi. Getirin çömlekleri, doldurun tulumları; âb-ı hayat geldi, ilâhî saka geldi… Şems geldi…”

Hasan Dede der ki: “Aşk ne demektir? Kendinden geçmek demektir. Aşk, sevgilide ölmektir. Tek varlık olarak O’nu bilmektir… Aşk okyanus gibidir. Hiç karşı koymadan hareketsizce durduğunda, o zaman aşk seni alır, seni senle tanıştırır, sana kimliğini kazandırır. Senden yepyeni bir insan yaratır. Seni kendine katar. O andan itibâren artık okyanusla bir olursun. O okyanus artık sensindir, sen yoksundur artık, var olan okyanustur.”

Kasîde:

“Irmağa dalan kişiye, elbisesi yük olur. Benim şu sarığım ile hırkam bana yük oluyor, ağır geliyor. 

Mal, mülk, mutluluğa ulaşma sebepleri, hepsi de o tatlı edâlı ay yüzlüdendir. Sevgili bana yakınlık gösterir, vefâlı olursa, mal da odur, mülk de odur.

Dükkânım çalışma yerim, senin olsun, sanatım, hünerim, bilgiler, yığın, yığın kitaplar hep senin olsun, arslan da senin olsun, orman da senin olsun. Tatar ülkesinin ceylânı bana yeter. 

Aşk insanı yok eder, var eder. Gönülsüz bırakır, elsiz, ayaksız bir hâle koyar. Aşk meyhânesinin sakîsi, şarap sunar, mest eder, insanı kendinden alır…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXII

“Senin yardım tapında kabul fermânını elde eden, O’nun tapısına varır, hizmet kemerini kuşanır da zaman boyunca hizmet eder durur.” Mevlâna

Kadının ağlayıp yalvarması; erkeğin derdi ve ağır yükü berektiyle,

Arap, testiyi hırsızlara kaptırmadan, taşla kırdırmadan durup dinlenmeksizin tâ hilâfet şehrine kadar götürdü.

Orada bir tapı gördü ki nimetlerle dolu. Hâceti olanlar oraya tuzaklarını yaymışlar.

Zaman zaman her tarafta bir hâceti olan o tapıdan ihsâna nâil olmuş, hilâtlar elde etmiş.

2735. O tapı; kâfire, müslümana, güzele, çirkine güneş gibi, yağmur gibi… Hattâ cennet gibi!

Bir bölük halk gördü, huzurda bezenmiş duruyor. Bir bölük halk gördü ayakta, hizmet bekliyor.

Süleyman’dan karıncaya kadar herkes, neşe içinde… Hepsi sûr üfürülmüş de dirilmiş canlar gibi.

Görünüşe aldananlar, cevherlere gark olmuşlar… İçyüzüne ehemmiyet verenler, mânâ denizini bulmuşlar…

Himmetsizler, himmete erişmiş… Himmetleri nimete erişmiş!

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir kasîdesinde şöyle seslenir:

“Ben, bu evden hiç çıkmam; ben, bu evin içini kendime yurt edindim! 

Bu ev, yabancının değil, sevgilinin evidir! Burası, tam oturulacak, karar kılınacak bir yerdir; burası, iman evidir! Buradan dışarı çıkmak kâfirliktir!

Başımı, mest olduğum yere koyayım; kulağımı da, şu sesin geldiği tarafa tutayım: ‘Te-nen ten!’ 

Burası, Leylâ’nın evidir; ben de Mecnûn’um! Benim canım buradadır! Yürü git; benim canımı alma! 

Bu eve kim girerse, onun, bu evde benim gibi kalması gerekir! 

Ey her kadının, her erkeğin yüzüne hasret çektiği, özlem duyduğu güzel! Aya benzeyen o güzel yüzünü örtü ile örtme, güzelliğini gizleme! 

Ey kapısı ızdırap çekenlere, belâlarla imtihan olunanlara kıble hâlini alan azîz varlık! Açtığın bu rahmet kapısını kapama! 

Mum da sensin, güzel de sensin, şarap da sensin! Sen, hem Süheyl yıldızısın, hem de Yemen akîki! 

Bundan sonra geri kalan ömrüm boyu senden ayrılmayacağım! Ben, senin kulunum, kölenim; ben, seninim!.. 

Sen gülsen, ben de senin dikeninim; yeşillikte dikensiz gül olmaz! 

Ben geceyim, sense aysın; ben, seninle aydınlanırım! Sen, gecenin canısın; geceyi unutma, onu gönlünden çıkarma! 

Senin canınla benim canım birdir; bir tek can, iki bedende gizlenmiştir! 

Senin canınla benim canım, bir tek güneş gibidir! Bu yüzdendir ki, binlerce topluluk, bütün dünya o güneşle aydınlanmaktadır!”

“Cenâb-ı Allah, baştan aşağıya sevgi, merhamet ve şefkattir” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder: “O, en güzel şefkatini, ‘Biz bu âleme rahmetten nasîbi olmayanlara, Allah’ın rahmetini ulaştırmak için geldik. Başka bir işimiz yok’ diye buyuran Habîbullah Hazreti Muhammed’den gösterdi, selâm olsun üzerine ve Cenâb-ı Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de, ‘Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik’ buyurdu. Rahmet herkesin anlayacağı bir dille merhamet demektir. Fakat bu kuru bir acıma veya merhamet etme anlamında değil, yardıma muhtaçlara, maddî mânevî her türlü yardımı etmeye muktedîr bir merhamet sahibi olma anlamındadır. Rahmet, Allah’ın zâtî sıfatlarından olup, hayırları yerine ulaştırmayı, şerleri de önlemeyi istemektir. Peygamber’in mânâsı, Allah’tan pey veren ve O’nun güzelliklerini insanlara müjdeleyerek, onları o güzeliklere davet eden demektir. Hazreti Muhammed, cihanın gülüdür. O, sonu olmayan bir sevgi kaynağıdır. O, son nefesine kadar Allah’ı zikretmiştir ve Allah’ın bütün güzelliklerini insan toplumuna yansıtan pürüzsüz bir ayna olmuştur. Hazreti Muhammed’in sadece dışına bakılırsa, bir yere varılmaz, O’nun dış yüzü bizler gibi görünür. Ama O’nun içi, yâni hakîki yüzü, nur âlâ nurdur. Peygamber Efendimiz, sadece kendisine inananlara değil, tüm kâinatın rahmetidir ve bütün yaratılmışlara sonsuz aşk-ı muhabbet, şefkat ve merhametinin bir tecellîsidir.

Bizler, Hazreti Muhammed Efendimizi gece gündüz hiç durmadan anlatmaya kalksak yine yetmez, çünkü O kâinatın nurudur, bütün güzelliklerin özüdür. O, sonsuz bir hazinedir.”

Yüce Pîr Mevlâna, o eşsiz Peygamber’in sonsuz merhamet ve şefaatini ise şöyle açıklamaktadır: 

“Hazreti Muhammed, bu dünyada da şefaatçidir, o dünyada da… Bu dünyada ‘Sen onlara yol göster’ der; o dünyada ‘Sen onlara ay gibi yüzünü göster’ der. Onun gizli, aşikâr işi, daima ‘Yâ Rabbi, sen kavmime doğru yolu göster, onlar bilmiyorlar’ demektir. Onun nefesiyle iki kapı da açıktır. Duası, iki âlemde de kabul edilmiştir. Ona benzer ne gelmiştir, ne de gelecek. Bu yüzden son Peygamber olmuştur… 

Ey Peygamber, can bağışlayanlar âleminde bir Hatem’sin sen. Hâsılı mühürleri kaldırma ve kapıları açmada Muhammed’in işaretleri, tamamiyle açıklık içinde açıklıktır, açılık içinde açıklıktır, açıklık içinde açıklık. Onun canına, evlâdının gelişine ve zamanına yüz binlerce aferin! 

Onun devlet ve ikbâl sahibi halîfesinin oğulları, onun can ve gönül unsurundan doğmuşlardır. İster Bağdat’tan olsunlar, ister Herat’tan, ister Rey’den. Su ve toprak karışıklığı olmaksızın onun soyudur onlar. Gül dalı, nerede biterse bitsin güldür. Şarap, nerede kaynayıp köpürürse köpürsün şaraptır. Güneş, isterse batıdan baş göstersin, yine güneştir, başka bir şey değil.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXI

Arap’ın su testisini keçeye sarıp dikmesi ve ağzını kapatması.

Arap, “Evet” dedi. “Testinin ağzını kapa, hakîkaten armağan, bize faydalı.

Keçeye sar, sarmala. Padişah, orucunu armağanla açsın.

Çünkü dünyada bunun gibi su yoktur. Bu hâlis şarap, zevk ve sefâ kaynağı!

Çünkü onlar acı tuzlu suları içmekten daima hastadırlar, yarı kör olmuşlardır.”

2720. Durağı, yatağı acı su başı olan kuş; saf berrak suyu ne bilsin?

Ey yurdun acı su kaynağı; Şatt-ı Ceyhun’u nereden bileceksin?

Ey şu fânî konaktan kurtulmayan! Sen yokluğu, sarhoşluğu ve neşeyi ne bilirsin ki!

Bilsen bile babandan, atandan nakil ve rivâyet yoluyla bilirsin. Senin yanında bu adlar ebced gibidir.

Ebced, hevvez. Bunlar, bütün çocuklara apaçık ve meydandadır, fakat mânâsı yok.

2725. Hülâsa, Arap testiyi alıp yola düştü. Gece, gündüz onu taşımaktaydı.

Testiye bir ziyân gelecek diye korkusundan titreyerek çölden tâ şehre kadar götürdü.

Kadın da evde seccâdesini yaymış, namaz kılıp dua etmekte;

“Suyumuzu, bayağı kişilerden koru… Yâ Rabbi, bu inciyi o denize ulaştır.

Her ne kadar kocam uyanıktır, hünerlidir ama incinin binlerce düşmanı olur.

2730. Cevher dediğin de nedir ki… Bu su Kevser suyudur, incinin aslı, bunun bir katresidir” diyordu.

Ahmed Avni Konuk, ruhu şâd olsun, yukarıdaki beyitlerde geçen, armağan götürülecek padişahtan maksadın mürşid-i kâmil; acı sudan maksadın zâhirî âlimlerin ilmi; tatlı sudan maksadın Şatt-ı Ceyhun gibi dâim akıp duran mürşid-i kâmilin ledünnî ilmi; kuştan maksadın ise ruh olduğunu dile getirir; fakat bu öyle bir ruhtur ki; acı ve tuzlu su gibi olan, nakilci ve rivâyet yoluyla bilen kitap ehlinin ilmini mesken tutmuştur ve böyle bir ruh, hakîkat ehlinin berrak su gibi olan ilm-i ledününden bîhaberdir.

‘Durağı, yatağı acı su başı olan kuş; saf berrak suyu ne bilsin? Ey yurdun acı su kaynağı; Şatt-ı Ceyhun’u nereden bileceksin? Ey şu fânî konaktan kurtulmayan! Sen yokluğu, sarhoşluğu ve neşeyi ne bilirsin ki!..’

Nitekim, Hasan Dede, selâm olsun üzerine, şöyle der: “İnsan ne kadar bilgiye sahip olursa olsun, kendi cüzî aklını; aklı, Hazreti Muhammed’in küllî aklıyla birleşmiş olan bir mürşid-i kâmile teslîm etmedikçe, edindiği o bilgiler onu hiçbir yere vardırmaz. Meyvenin kabuğuna varır, ama meyvenin tadını alamaz… Her insanın içinde bir ‘Âlim’ vardır ki o, zâhir ilmin âlimlerinin bilmediklerini de bilir. O, faaliyete başladı mı, iş âşikâr olmaya başlar. Her kim gönülden isterse ‘Fenâfillâh’ sırrına erebilir. Ama herkes bunu istemeye yol bulamaz. Allah’ın isteği, kulun isteğine tâbîdir.” 

“Bil ki ârifin gözü, iki âlemde de insana amân verir. Herkes, onunla yardıma nâil olur” diye buyurur Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, ve şöyle devam eder: “Gözü Allah’tan başka bir şeye kaymadı da onun için Muhammed, her derdin şefaatçisi oldu. Dünya gecesinde güneş, perde ardındayken o Allah’ı görüyordu, ümidi ondandı. İki gözü de ‘Biz senin göğsünü açmadık mı, seni ferahlatmadık mı?’ sürmesiyle sürmelenmişti. Cebrâil’in bile görmeye tahammül edemediğini, o gördü. Allah bir yetime sürme çekti mi, onu doğru yola girmiş eşsiz, iri bir inci hâline getirir. Nuru incilerden üstün olur. Öyle bir istenen, arzulanan, Allah’ı ister, arzular.”

Kasîde:

“Ey çâresiz âşık! Beri gel, görüş sahibi ol, her şeyin aslını gör! Her şeye bakıp duran, fakat aslını göremeyen kişilerden, bakan körlerden olma! 

Ey yalnız ona âşık olan kişi! Bu huyu yıldızlardan al! Bak güneş doğup parlayınca, yıldızlar yok olur, görünmezler. Sen de, yalnız Allah’a gönül verdiğin için, Allah’tan başka her şey senin gözünde görünmez olmalıdır. 

Güçlü kuvvetli olanlar, neden senin elini bağladılar, bilir misin? Çünkü, sen henüz bir çocuk gibisin, bu âlem de bir beşiğe benzer. 

Ey yalnız dünya nimetlerine gönül veren, ey mıh gibi yeryüzüne çakılıp kalan, ötelerden, gönül şehrinden âvâre olan, uzak düşen zavallı! Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerîm’de söz incileri dizerken ‘Yeryüzünü biz bir beşik olarak hâlk ettik’ diye buyurdu. (Yüce Pîr burada, Nebe sûresinin 6. âyetine işâret buyurmaktadır.)

Ey terbiyeli, edepli, yumuşak huylu kul! Sen çocuk gibi bedenin esîri olmuşsun. Esîrlikten, zavallılıktan kendini kurtar! Sen artık çocuk değilsin, akıl dişlerin çıktı. Onları göster de, mânâ dünyasının yemeğini yemeğe hazırlan! 

Padişah çocuk kaldıkça ona bakan dadı çocuğa hayatı zehir eder, zindan eder. Zaten ana sütü emdikçe, çocuk padişah olamaz, şarap içemez. 

Testi taştan korkar, fakat kaya, taş su kaynağı olunca, o taşa her an testiler dolmak için gelirler. 

O zaman testi der ki: Taş bundan sonra beni kırarsa, neşelenirim, mutlu olurum. Çünkü o taştan akan beni doldurdu, doyurdu. Bana yüzlerce can verdi. 

Onun yolunda ölsem ne çıkar? O beni diriltti, yine de diriltir. Hattâ beni kırıp paramparça etse diye ona para, pul veririm.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCX

Arap’ın, orada su kıtlığı var sanarak çölleri aşıp Bağdat’a, halîfeye bir testi yağmur suyu hediye götürmesi.

Kadın dedi ki: “Doğruluk, varlığından tamamiyle çıkıp arınarak, isteğini terk etmendir.

2700. Testimizde yağmur suyu var. Malın, mülkün, sermâyen bundan ibâret.

Bu su testisini al, git; padişahlar padişahının huzuruna var, armağan götür.

De ki: Bizim bundan başka hiçbir malımız, mülkümüz yok. Çölde de bundan iyi su hiç yoktur.

Padişahın hazinesi ağır elbiselerle doluysa da bunun gibi suyu yoktur. Bu su, az bulunur.”

O testi nedir? Bizim mezar gibi cismimiz, içinde de bizim acı ve hislerimizin suyu var.

2705. Ey Tanrı! “Tanrı, cennet karşılığında iman edenlerin canlarını, mallarını satın aldı” âyetindeki fazl ve kereminden bizim bu küpümüzü, bu testimizi kabul et!

Bu beş duyudan meydana gelme beş lüleli testideki suyu her türlü murdâr şeylerden, her çeşit pisliklerden temiz tut.

Bu suretle şu testinin denize bir menfezi olsun da testim deniz huyuyla huylansın.

Armağanı padişaha tertemiz götürünce onu görür, anlamak ister.

Ondan sonra da artık testinin suyu nihâyetsiz bir dereceye gelir. Testinin suyundan yüzlerce dünya dolar.

2710. Lüleleri kapa, testiyi de küpten doldur. Tanrı, “Gözlerinizi hevâ ve hevesten yumun” buyurdu.

Arap, kimin böyle bir hediyesi var? Hakîkaten bu armağan, öyle bir padişaha lâyık diye gururlanmaktaydı.

Kadın da bilmiyordu ki, orada yol üzerinde şeker gibi Dicle akıp durmakta.

Şehrin ortasından gemilerle, balık ağlarıyla dolu, deniz gibi akıp gitmekte.

Padişahın huzuruna var da şevketi, azâmeti gör; altından nehirler akan bahçeler diye övülen yerlere bak!

2715. O saffet denizine nispetle bizim, anlayışlarımız bir katreden ibârettir.

Kur’ân-ı Kerim’de buyrulur ki: “Ve o kimseler, ihsâna tâbî oldular; Allah onlardan razı oldu ve onlar da Allah’tan razı oldular ve Allah onlar için ebedî kalacakları, altından nehirler akan cennetler hazırladı; işte bu, büyük bir kurtuluştur.” (Tevbe, 100)

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bakın bir kasîdesinde nasıl seslenir bizlere…

“Ey sakî! Benim gönlümü almak istiyorsan, Allah rızası için, o en büyük kadehi pîrimin avucuna koy! 

Sakî dedi ki: ‘Ben, ona şarap verdim; onu gönlümün, canımın içine aldım! Benim sıfatlarımdan ona kol kanat verdim; onu, ötelere doğru uçurdum gitti!’

Pîr, şimdi elden çıktı; adam akıllı mest olup yıkıldı! Artık onun, benim nükteli sözlerime cevap verecek hâli kalmadı! 

Adam öldüren sakîm eğer beni öldürürse, şikâyetçi değilim, pek hoşum! Onun sunduğu, onun vergisi şaraptır; benim cömertliğim de, can vermektir! 

Ey benim şarap verenim! Aslında, şarap sensin; bense, testiden ibâretim! Su sensin, ben kuru dereyim! Ey benim sakîm; mahallede mest olan benim! 

Daima benim emir verenim, hâkimim, padişahım, Allah’ım olduğu içindir ki, ben, O’nun aşk dertlisiyim; O’nun aşk küpünün dibinde oturmuşum!”

Beş duyudan meydana gelen beş lüleli testiden maksat; işitme, görme, koku alma, tat alma ve dokunma duyularımızdan meydana gelen kulaklar, gözler, burun, ağız ve diğer âzâlarımızdır. Bu beş duyu ve âzâlar vasıtasıyla meydana gelen hislerimiz de, testi gibi olan bedenlerimizin içindeki su gibidir; bu su, bazen acı olur bazen de şeker gibi tatlı. Fakat her an tatlı olmasını istiyorsak lüleleri kapatıp, yâni her türlü hevâ ve hevesten temizlenip, testiyi, küpten, yâni şeker gibi Dicle’den, mürşid-i kâmilin gönlünden doldurmamız gerek…

İşte yine Yüce Pîrimizin gönül Dicle’sinden şeker gibi tatlı beyitler akmakta ve şöyle demekte…

“Ey merhametsiz, demir yürekli sevgili! Meğer senin o demir yüreğin, üstü cilâlanmış bir aynaymış. Hâlbuki, ayna, benim canımın çok eski bir dostu, çok yakın bir arkadaşıdır. 

Ben aynayı çok seviyorum. Bu yüzden de ona sık sık bakıyorum. Ona baktığım zaman hayalen onun içine düşüyor, gönlüne giriyorum. Ayna da benim gönlüme giriyor. Beden de kim oluyor? Çünkü ben beden değilim ki, ben başkayım, beden de başka! Beden dün, evvelki gün meydana gelmiş bir gölge varlık, ben ezelden gelmiş bir ölümsüzüm. 

Sen bedene, bu gölge varlığa bakma, o bir görünüşten, balçıktan yapılmış bir şekilden ibârettir. Sen, ezelden gelmiş ölümsüz bir varlıksın. Bazen padişah, kendini göstermemek için, kıyafetini değiştirir, kaba, yün bir hırka giyer.

Aklını başına al da, gönlünü tamamiyle ölümsüz bir dilbere ver, ver de gönlün, dünya malı kazancına, hasede, kine düşmesin, mahvolup gitmesin. 

Hiddet, şehvet, şöhret gibi mânevî kirlerden arınmış, güzel, tertemiz bir hâle gelmiş ve durmadan ilâhî aşkı arayan gönlün önünde, Tur Dağı bile aşka gelir, paramparça olur, yerlere serilir, ayaklarının altına döşenir. 

İlâhî aşk şerbetine susamışsın. Fakat dünya hayatının mihnetleri, sıkıntıları seni yaralıyor, hasta ediyor. Sen, bu gurbette çeşitli ihtiyaçlar, istekler içinde çırpınırken huzuru, tam inancı bulamazsın. 

İnsanın aklı şekere benzer, bedeni ise şeker kamışı gibidir. Mânâlar şaraptır harfler ise şarap küpü! 

Eğer gelin güzel değilse, boynuna taktığı gerdanlıkla, parmaklarına geçirdiği yüzüklerle, bileğindeki bileziklerle, atlastan yapılmış, yahut altın işlemeli elbiselerle göze hoş görünmez. Gönüller, güzelleri arar, çirkinlerden hoşlanmazlar. 

Sen, mâdemki bu dünyadan vazgeçip can meyhânesine gitmiyorsun. Sen, evde otur da, mânevî ve ruhanî zevkler veren şarap yerine tarhana çorbası iç!

Aklını başına al da, beden evini kirliliklerden, günâhlardan temizle, orasını hoş bir bağ, bir gül bahçesi yap! Gönlünü de bir mâbed, bir Cuma mescidi hâline getir! 

Bu hâle gelmiş kişiye her nefeste ruhanî, gönül alıcı bir güzel kendini gösterir. Varlıklara, Allah’ın yarattığı her şeye, her hâdiseye vahdet gözüyle bakarız. Hakk âşığına her an bir peri kızı, bir güzel gelir. Ona altın bir tabak içinde badem helvası sunar.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCIX

“Beklenmedik bir zamanda ansızın bir inâyet, bir yardım, bir cezbe gelirse, o zaman yeryüzünde kalmaktan kurtulursun! İşte ben, ansızın gelen bu cezbenin kuluyum, kölesiyim!” Mevlâna

2685. Kocası, “Ben padişah huzuruna nasıl kabul olunurum; bir bahânesiz onun yanına nasıl giderim?

Buna bir münâsebet, bir vesîle gerek. Hiçbir dâne aletsiz meydana gelir mi?

Mecnûn gibi ki, birisinden Leylâ’nın bir parça hastalandığını duydu.

‘Eyvah’ dedi; ‘bahânesiz nasıl gideyim? Gitmezsem, hatırını sormazsam ne hâle gelirim?

Keşke hâzık bir hekim olaydım… O vakit Leylâ’ya koşa koşa giderdim.’

2690. Tanrı, bize ‘Yâ Muhammed, gelin, de’ buyurdu da bu dâvet, utanmamızın giderilmesine sebep oldu.

Gece kuşlarının gözleri ve kâbiliyetleri olsaydı gündüzün uçup gezerler, dönüp dolaşırlardı” dedi.

Kadın cevap verdi: “Kerem sahibi padişah meydana girer, kendisini gösterirse aletsizlik, aletin ta kendisi; vesîleden mahrum oluş, vesîlenin aynı olur.

Çünkü alet, vesîle… dâvâya düşmektir. Varlık alâmetidir. Asıl hüner aletsizliktedir, alçalmadadır.”

Arap, “Aletsiz nasıl alışveriş edeyim de aletsizliği elde edeyim?

2695. Müflisliğime de bir delîl gerek ki padişah hâlime acısın.

Sen, bana dedikodudan ve hileden başka bir şahit göster de o şen padişah merhamete gelsin.

Çünkü sözden ve kötü hileden ibâret olan bu şahitlik o hâkimler hâkiminin yanında mecrûhtur.

Müflisin şahidi doğruluk olmalı ki nuru, söylemeden parıldasın” dedi.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir kasîdesinde ne güzel seslenir…

“Günâhlardan arınmış, tertemiz, güzel görünüşlü biri var mıdır ki, şu kirli yeryüzünden başını kaldırsın da, gökyüzüne, yücelere baksın? 

Toprak ve su ile yapılan balçıktan temizlenmiş biri var mıdır ki, aslı olan denizi seyretsin! 

Yahut da Kâf dağının beline ayak bassın da zümrüd-ü ankânın kanadını görsün? 

Nazâr, bakış güneş yüzünden mest olunca, bakış da elsiz ayaksız bir hâle gelir, görüş de! 

Aşk yüzünden yardım görmüş biri var mıdır ki, hep oraya baksın, orasını seyretsin? 

Su, ancak su ile temizlenir, saf bir hâle gelir; görüş de görüşle düzene girer, görüş elde eder! 

Baştan başa görüş ol! Çünkü, Hakk’ın dergâhına yol bulan ancak görüştür!”

Hazreti Muhammed Efendimizin, selâm olsun üzerine, insanlara, “Gelin!” dâveti olmasaydı, O’nun huzuruna varmaya nasıl nâil olabilirdik, nasıl güç yetirebilirdik… O güneş, hırka altına girmeseydi, gündüzün bile göremeyen gözlerimizle, o güneşe bakmaya nasıl tahammül edebilirdik… O, yüceliğinin lütf u keremiyle gözlerimizi kuşattı da, idrâk kâbiliyetine erenler, yoklukta varlığı görür oldu… 

Bir diğer kasîdesinde yine nur âlâ nur beyitler dökülür Yüce Pîr’in baldan tatlı dudaklarından…

“Hakk’ın bir cezbesi ile kulu kendine çekişi, yüzlerce çalışıp çabalamadan değerlidir! Her şeyin üstünde olanın, izi olmayanın, nişânlar, delîller, izler ne işine yarar? 

Sen nişânı, izi, delîli köpük say; nişânsız, izsiz olanı, kendini göstermeyeni deniz gibi gör! Nişân ve iz, sözle anlatışa benzer; nişânsız ve izsiz olan da, apaçık görülmektedir! 

Güneşin arpa büyüklüğünde bir ışığı belirse, gökyüzünde, samanyolunda dönüp duran sayısız yıldızı siler süpürür! O ilâhî nurdan küçük bir ışık parlarsa, her şeyi alır götürür! 

Sus; sus ki, susuşta yüzlerce dil, yüzlerce anlatış vardır!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCVIII

Kadının kocasına rızık isteme yolunu göstermesi, onun da kabul etmesi.

2680. Kadın dedi ki: “Bir güneş doğmuş, bütün cihan ondan aydınlanmıştır.

O, Tanrı vekîli, Tanrı halîfesidir. Bağdat şehri, onun yüzünden bahar gibidir.

O padişaha ulaşabilirsen padişah olursun. Ne vakte kadar ikbâl sahibi olmayanların yanına gidip duracaksın?

İkbâl sahiplerinin dostluğu kimyâ gibidir. Onların nazârına benzer kimyâ nerede?

Ahmed’in gözü Ebûbekir’e değince o bir tasdîk yüzünden Sıddık olmuştur.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, “Allah, bir kuluna hayır vermek isterse kalbinde iki göz açar, o kul o gözlerle gayb âlemini görür” diye buyurur.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, bir gazelinde şöyle seslenir:

“Biz dünya mârekesinden ve Mansûr’un nüktesinden evvel, can âleminin Bağdat’ında ‘Ene’l-Hakk’ nârâsını vurur idik.”

İkbâl sahibi bir Tanrı halîfesinin, yâni insan-ı kâmilin nazârına mazhâr olanlar, o nazârın kimyâsıyla, bakır iken altın hâline gelirler, derviş hırkası giyip, yokluğa ererler ve can âleminin Bağdat’ında canlar güneşini temâşâ ederler. 

Dîvân şâirlerinden Ruhî de, ruhu şâd olsun, ne güzel söyler…

“Çıkılmaz benlikle arş-ı dîdâra,

Varını, yoğunu yak da gel, derviş!

Ene’l-Hakk uğrunda çekilip dâra,

Mansûr’un camını çak da gel, derviş!

Erenler bağından koku al, koku,

Ârif ol, kitab-ı elesti oku,

Mânâ tezgâhında dîbâlar doku,

Hülleyi sırtına tak da gel, derviş!

Mürşide teslîm ol mevtâlar gibi,

Sükût eyle, görme, âmâlar gibi,

Lâkin zamanında deryâlar gibi,

Coşup çağlayarak ak da gel, derviş!

Çıkmasın ‘Sekahüm’ remzi dilinden,

Mürşidini Hakk bil çıkma yolundan,

Koku alacaksan mânâ gülünden,

Ruhî’nin kalbine bak da gel, derviş!”

Ve Âriflerin Menkîbeleri’nde, insan-ı kâmilin nazârının vasıfları hakkında, Yüce Pîr Mevlâna’dan şöyle rivâyet edilir:

“Babamın temiz ruhuna yemin ederim ki, hakîki ve doğru şeyh, müridi farkına varmadan onun işini tamamlar, hiç bir mücâhede ve hizmet etmeden onu Tanrı’ya ulaştırır ve yine onu öyle bir mertebeye kavuşturur ki, müridin bakır vücudu baş­kalarının bakır vücudunun iksiri olur. Nihâyet o bakırları altın yapar ve kimyâ hâline getirir. Bu kuvvet ve kudret Muhammed dininden olanların ve ona uyanlarındır. 

Şiir: 

Kimya ile bakırı altın etmek tuhaftır. 

Şu bakı­ra bak ki, her an kimyâ yapıyor…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCVII

“Benim varlığım sevgilinin elindeki kadehten başka bir şey değildir.” Mevlâna

Tanrı hükmü, bize rahmet yaygısını döşedi: ‘Açıkça istediğinizi söyleyin.

Tek evlâtların babalarına söyledikleri gibi ağzınıza ne gelirse çekinmeden deyin.

Çünkü bu sözler, yaraşmasa bile rahmetim, gazâbımdan artıktır.

Ey melek! Bunu meydana çıkarmak için gönlünüze şüpheler salmaktayım.

2670. Sen söyleyesin; ben darılmayayım, gazâplanmayayım. Bu suretle de benim hilmimi inkâr eden ağız açmasın.

Her nefeste bizim hilmimizden yüzlerce baba yüzlerce ana doğar, yokluğa dalıp mahvolur.

O babaların, o anaların hilmi, şefkati, bizim hilim ve şefkat denizimizin köpüğüdür. Köpük gider gelir ama deniz bâkîdir.’

Hayır, ne dedim? O inciye karşı bu sedef, köpük değil, köpüğünün köpüğüdür.

İşte o köpük hakkıyçin, o saf deniz hakkıyçin bu söz bir sınama, bir lâf değil.

2675. Sevgiden, vefâdan, boyun büküp teslim olmadan ilerigelmiştir. Huzuruna varacağım Tanrı hakkıyçin.

Bu hevesim, sence sınamadan ibâretse bu sınamamı sına.

Sırrını saklama ki sırrım meydana çıksın. Elimden geleni; gücümün yettiğini buyur!

Gönlündekini benden gizleme de benim gönlümdeki de ortaya çıksın, bu suretle ne yapabileceksem kabul edeyim.

Fakat nasıl edeyim; elimde ne çâre var? Bir bak hele, canım ne işe yarar ki?”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Benim rahmetim, gazâbımı geçmiştir” diye buyurur.

Hilim, yumuşak huylu olmak, kızmamak, gücü yettiği hâlde affetmek, şefkat ve rahmet sahibi olmak anlamlarına gelmektedir. Nitekim, kâinatın nuru Peygamber Efendimizin ve Ehlibeyt Efendilerimizin hilim denizi sonsuz ve bâkîdir.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bu beyitlerinde, yer, gök ve arşın yaratılmasındaki asıl maksadın insan-ı kâmil olduğuna ve bununla iligili olarak, Kur’ân-ı Kerîm’de, meleklerle Hazreti Allah’ın arasında geçen diyaloğa işâret eder.

“Hani Rabbin meleklere, ben yeryüzünde mutlaka bir halîfe yaratacağım demişti. Onlar da demişlerdi ki: Orada bozgunculuk edecek ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Biz, sana hamd ederek noksan sıfatlardan arılığını söylemede, seni kutlamadayız ya. Allah da onlara: Ben, sizin bilmediğinizi bilirim, demişti.” (Bakara, 30)

Yüce Pîr Mevlâna, Mecâlis-i Sebâ’da, beyler ve padişah arasında geçen ve Hazreti Muhammed Efendimizin hakîkatini dile getiren çok güzel bir hikâye anlatır:

“Bir gün padişah, pek güzel, pek nâdir avlar avlanmış, pek sevinmişti; gülüp duruyordu. Ezel ve ebed padişahının azîz avı, âşıkların gönlüdür. ‘Gerçekten de Allah, inanmış kulunun tövbe edişini sever, ondan razı olur.’ Ne rahmettir o rahmet ki kulları, gayretiyle zâtından uzaklaştırır, kendine âdetâ yabancı eder onları; sonra yine rahmetiyle avlar, kendine mâleder onları.

Beyler, padişahı neşeli görüp, rahmet kapısının açık olduğunu anlayınca hepsi önünde yere diz vurdular, ey âlem padişahı dediler, niceye bir, niceye bir bu cefâ; öldürdün bizi artık; bu senin âdetin değildi; keremine sığmaz bu iş. Bunca zamandır, gönül ipliğimize düğüm üstüne düğüm vurulmuş; dumanlara bürünmüş gecenin, kanlara bulanmış gecenin korkusundan sıtmaya tutulan kişinin koluna, boynuna bağlanan ipliğe dönmüş.

Padişah, size ne yaptım ki dedi. Dediler ki: Biz senin candan da azîz kullarınız; senin razı olmadığın hangi iş yaptık? Savaşın kızıştığı bir gün herkesin kendi canının kaygısına düştüğü çağda bizim, senin uğurunda canlarımızla nasıl oynadığımızı gördün. Böyle olduğu hâlde filân kişiyi neden bu kadar üstün tutuyorsun bizden; hangi hüneri yüzünden oluyor bu? Bizden ne kusur gördün; Bizim, buyruğuna uymada ne kusurumuz oldu? O hangi kullukta bulundu ki o kulluk pek güzel olsun da bize görünmemiş bulunsun? Padişahlık et de bize o kulluğun, hangi kulluk olduğunu birazcık haber ver. Haber ver de biz de çalışalım, hünerimizi gösterelim. 

Padişah, ne diyeyim dedi, ne söyliyeyim? Onun yaptığını siz yapamazsınız ki.

Dediler ki: Ey âlemin padişahı, bizi sına da dediğini yapamazsak, hiç olmazsa kendi kadrimizi anlayalım, onun üstünlüğünü bilelim; hasetten de kurtulalım, vesveseden de; ondan sonra da artık kendimizle savaşalım, padişahla değil.

Kim uğradığı derdi, belâyı kendinden bilirse tövbe eder; padişahı adâlet ıssı bilir, öyle över. Bu çeşit kişi aydınlanır, tez kurtulur. 

‘Ellerinizde bulunan tutsaklara de ki: Allah yüreklerinizde bir hayırlı niyet bulunduğunu bilirse, sizden alınandan daha hayırlısını verir.’

Ey Muhammed, tutsaklara, gam bağlarıyla bağlanmış olanlara söyle, de ki: Hükmü yürüyen Tanrı takdîriyle bana tutsak oldunuz ya; gönlünüzde iyi bir düşünce varsa, ondan önce sahib olduğunuz ve yitirdiğiniz şeyden daha iyisini, daha güzelini verir size. 

Padişah buyurdu ki: O kulunun bir hüneri şudur; boyuna bana bakar, gözünü benden ayırmaz. 

Ey âlemin padişahı dediler, öyleyse tez söyle, bu iş kolay bir iş; bundan sonra gece gündüz boyuna sana bakalım, başka işlerin başına toprak serpelim; bundan daha hoş ne iş olabilir ki?

Bütün beyler buna sevindiler, secde ettiler, silâhlarını çözüp attılar. Kendi kendilerine, bundan böyle silâhımız senin yüzün; düzenimiz senin civârında, senin tapında bulunmak. Haccımız senin kapında, üstünlüğümüz senin tapında dediler. Hepsi de saf düzdü; padişahın yüzüne bakmaya koyuldu.

Padişah onları seyrediyor, kendi kendine diyordu ki: Bir bakır, altın yaldıza batsa da lâf etse ne fayda? A lâfazan kişi, sınayış taşını, ayar taşını gördün mü, rezil oldun gitti. Aşk dâvasında bulunmak kolay; ama ona delîl gerek, burhân gerek. 

Padişah has perdecisinin kulağına, git dedi, davulların dümbeleklerin bulunduğu yerde ne kadar davul, ne kadar dümbelek varsa dama çıkarsınlar, hepsini birden yere atsınlar. 

Buyruğunu yaptılar; âlemi birden bir gürültüdür, bir gümbürtüdür sardı; her yan titremeye koyuldu. O korkunç gürültü kopunca beylerin hepsi yüzünü padişahdan döndürdü, birbirlerine bakmaya başladılar; sanki ne oluyor sarayda diyorlardı. O kulunsa gözü, padişahın yüzündeydi, padişah ne hâl alacak, yüzü değişecek mi, ona dikkat ediyordu. 

‘Gözü ne kaydı, ne haddini aştı.’

Azîzim, bu hikâye padişahı anlatmıyor; maksad o değil, beylerden maksad da beyler değil. Padişahtan maksad, yüce ve kutlu üstün Tanrı’dır. Bu beylerden maksad da padişahın beyleri değildir, yedi gökün melekleridir. 

‘Allah ne buyurduysa isyân etmezler ve emredildikleri işi işlerler.’ 

Onlara, sizi yeryüzünden menettik, bu iki ıktâ’ yoluyla Âdem’e verdik diye buyruk gelince hepsi, ‘Orda bozgunculuk edecek ve kan dökecek birini niye yaratacaksın? Biz sana hamdederek noksan sıfatlardan arılığını söylemede; seni kutlamadayız’ dediler. Bizi menediyorsun, oysa ki biz, gece gündüz ibâdetle meşgulüz, seni tenzîh etmedeyiz, takdîs etmedeyiz dediler. 

Şânı ululansın, Tanrı buyurdu ki: Bu buyruk şu yüzden; onlardan öylesine bir hizmet meydana gelecek, onlar öylesine kullukta bulunacaklar ki siz onu başaramazsınız. 

Melekler, acaba o hizmet nedir ki tertemiz melekler onu başaramayacaklar da suçlara bulanmış Âdemoğulları başaracak dediler. 

İki âlemin Peygamberi, insanların ve göze görünmez yaratıkların öncüsü Muhammed Mustafa, Allah rahmet etsin, esenlik versin ona, Mîrac gecesi, yedi kat gökün görünmemiş şeylerini görünce, bu görünmemiş şeyler ona gösterilince, arş ve kürsî ona arzedilince hiç birine dönüp bakmadı; gözünü Tanrı cemâlinden ayırmadı. ‘Gözü ne kaydı, ne haddini aştı.’

Hamd önde de Allah’a, sonda da ve Allah’ın rahmeti Muhammed’e ve soyuna sopuna.”