MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXIX

“Sevgiliye giden yolun konaklarında nasıl istirahat edebilir, nasıl zevk ve sâfâya dalabilirim? Çan sesleri, yükleri bağlayın diye feryâd edip durmakta.” Hâfız-ı Şirâzî

Çalgıcı, Ömer’i görünce şaşırdı. Gitmek istedi, fakat titremeye başladı.

İçinden dedi ki: “Yâ Rabbi, senin elinden el amân! Şimdi de çalgıcı ihtiyarcağıza muhtesîb geldi, çattı.”

Ömer, o ihtiyarın yüzüne bakıp da onu utanmış, çehresini sararmış görünce,

2175. “Benden korkma, ürkme; çünkü sana Hakk’tan müjdeler getirdim.

Tanrı, senin huylarını o derece methetti ki nihâyet Ömer’i, senin cemâline âşık etti.

Otur şöyle önüme; uzaklaşmaya kalkışma. Kulağına devlet ve ikbâl âleminden bazı sırlar söyleyeyim.

Tanrı sana selâm söylüyor; hâlini, hatırını soruyor. Hadsiz hesapsız zahmetlerden, kederlerden ne hâldesin, buyuruyor.

Şimdilik şu birkaç dinarı ibrişim parası olarak al, harca da bitince yine buraya gel!”

2180. İhtiyar, bunu işitince, kendini yerden yere vurup ellerini ısırmaya, elbisesini yırtmaya başladı.

“Ey nâziri olmayan Tanrı! Ziyâde utancından zavallı ihtiyar su kesildi” diye bağırmaya koyuldu.

Bir hayli ağlayıp eleme düştü. Nihâyet çengi yere çalıp parça parça etti.

Dedi ki: “Ey benimle Rabbimin arasında perde olan, ey beni ana yoldan azdırıp sapıtan!

Ey yetmiş yıldır kanımı emen, kemâl sahibine karşı yüzümü kara eden!

2185. İhsân ve vefâ sahibi Tanrı, cefâlarla, suçlarla geçen ömrüme acı!

Tanrı, bana öyle bir ömür verdi ki o ömrün bir gününün kıymetini bile cihanda kimse bilemez.

Bense bütün o ömrü, her nefeste zîr ü bem perdelerine harcederek yele verdim.

Âh! Arap ve Acem tarzını anmaktan, Irak perdesiyle meşgul olmaktan acı ayrılık zamanı hatırımdan çıktı.

Eyvâhlar olsun ki kûçek makâmının tazeliği yüzünden gönlümün ekini kurudu, gönlüm öldü.

2190. Eyvâhlar olsun bu yirmi dört makâmın sesinden ki kervan geçti, gündüz de bitti!

Ey Tanrı, bu feryâd edenin elinden feryâd! Hiç kimseden değil, bu medet isteyenden medet! Şikâyetim, ancak kendimden…

Kimseden medet yok. Yalnız ve ancak, bana benden yakın olandan medet var.

Çünkü bana bu varlık, her an ondan gelmekte… Varlığım mahvolunca da ancak onu görürüm, başkasını değil.”

Birisi sana para verse, altın saysa ona bakarsın, kendine değil; bu da ona benzer.

Hazreti Pîrimiz Mevlâna’nın, selâm olsun üzerine, bu beyitlerde ‘yirmidört makâm’ buyurmasındaki maksat, musikînin yirmidört makâmı olmakla birlikte, aynı zamanda, gündüz ve geceden oluşan yirmidört saate işârettir. 

Bir insan ömrü, selâm üzerine olsun, Hasan Dede’nin dile getirdiği üzere, “Ömür bir günü andırır; aynen gündüz ve gece gibi…”

Mevlâna’mız, bir kasîdesinde şöyle der: “Can konağını aramada isen, sen cansın. Bir lokma ekmek arıyorsan, sen ekmeksin.” 

Biz ne aramalıyız, nasıl aramalıyız?.. Mevlâna’mızın buyurduğu gibi, biz can konağını olan Allah’ı aramazsak, O’nu kendimizde var etmezsek, demek ki, hikâyedeki ihtiyar çalgıcı gibi, ömrümüzü boşa geçirmiş oluruz.

Öyleyse bizleri Allah’a ulaştıracak, O’nun güzelliklerini bizlere yansıtacak bir ayna bulmamız lâzım; yâni mürşid-i kâmili… Ona varıp, onun eteğini tutmalı ve onun kaptanlık ettiği ilâhî aşk denizine kendimizi bırakmalıyız. Çünkü aşk, Hasan Dede’nin buyurduğu gibi, bu yolda yolcuya en hızlı vasıtadır.

Ne güzel söyler Yüce Pîr Mevlâna… “Diri ve faal imam, o velîdir; ister Ömer soyundan olsun, ister Ali soyundan! Ey yol arayan, Mehdî de odur, Hâdî de o. Hem gizlidir, hem senin karşında oturmakta. O, nura benzer; akıl onun Cebrâil’idir.”

Mevlâna’nın çok büyük bir hayrânı olan İbrahim Gülşenî de şöyle buyurur: “Biz, Cenâb-ı Allah’ın ailesi mesâbesindeyiz. Sütümüzü, rızkımızı O’ndan isteriz. Peygamber, ‘Halk, Tanrı’nın ailesidir’ buyurdu. Her ne istersek, Allah u Zülcelâl, biz ailesine bir baba gibi rızık verir. Eğer tenin gıdasıyla kanaat edersek, eşek gibi arpa ve samana yaraşırız. Ulu Tanrı’dan ruhumuzun gıdasını istersek, bize Cebrâil’in gıdasını gönderir. Mâdemki ne istersek onu ihsân ediyor, şu hâlde Tanrı’dan yalnız Tanrı’yı isteyelim. Evet, en iyisi, iman ve taat yolunda yürüyerek, dâima O’nu isteyelim.”

“Evet, mâdemki Allah, biz ne istersek onu ihsân ediyor, o hâlde Allah’tan yalnız Allah’ı isteyelim, bu evi O’nun konağı yapalım, O da bizlerde can olsun” der Hasan Dede, “Eğer bu evi O’nun konağı yapmazsak, Allah’ı can kılmazsak, biz demek ki boşuz, boşuna yaşıyoruz. Allah’ın konuk olmadığı ev cansızdır ve yıkılmaya mahkumdur.”

‘Birisi sana para verse, altın saysa ona bakarsın, kendine değil; bu da ona benzer.’

Her varlık Allah’ın kudretiyle diri, fakat malesef çoğumuz kendimizi görmekten O’nu göremiyoruz. Oysa O, bize her şeyi vermiş, sağlık vermiş, geçim vermiş, güzel dostlar vermiş; hattâ en önemlisi, kendini de bize vermiş; O’nun kudretiyle görüyor ve işitiyoruz. O hâlde, çok şükretmemiz ve kendimizi dâima yoklukta tutmamız lâzım.

Kasîde:

“Aşıkların arasına, akıllı biri gelmesin. Bilhassa bizim gönül verdiğimiz o güzelin âşıklarından uzak dursun! 

Akıllılar, âşıklardan uzak olsun. Külhân kokusu, seher vaktinde esen sabah rüzgârından uzaklara gitsin. 

Eğer aramıza akıllı bir kişi gelmek isterse, onu bırakmayın, ona yol vermeyin. Ama bir âşık gelirse, ona hoş geldin, sâfâlar getirdin deyin, yüzlerce merhabalar edin! 

Âşıklar meclisi, bağışlayış meclisidir. Pek tutumlu olan akla uyup, aşkta cimrilik etmek vebâle girmektir. 

Aklın nurundan aşk utanır. Genç yaşta ihtiyar olmak kötü bir hâldir. 

Ey aşık! Vakit geçirmeden âşıklar evine dön gel! Çünkü aşksız ömür geçirmek, ömrü hebâ etmek, boş yere harcamaktır.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXVIII

Çalgıcı hikâyesinin sonu ve Emîrülmüminin Ömer’in -Tanrı ondan razı olsun- kendisine hatîfin söylediğini alıp ulaştırması.

Bunu bırak da yine çalgıcının hikâyesine kulak ver. Çalgıcı beklemekten bunalınca,

Ömer’e yine ses geldi: “Ey Ömer, kulumuzu ihtiyaçtan kurtar!

Has, muhterem bir kulumuz var; mezarlığa kadar gitmek zahmetini ihtiyâr et.

2160. Ey Ömer kalk. Beytülmâldan yedi yüz dinar al, hepsini onun avucuna say!

O parayı huzuruna götürüp ‘Ey makbûlümüz olan! Şimdilik bu kadarcığı al ve bizi mâzur gör.

Bu kadarcık para sana ancak ibrişim parasıdır. Harcet bitince yine buraya gel’ de.”

Bunun üzerine Ömer, sesin heybetinden sıçrayıp kalkarak bu hizmet için belini bağladı.

Koltuğu altında para kesesi olduğu hâlde koşarak çalgıcıyı arayıp taramak için mezarlığın yolunu tuttu.

2165. Mezarlığın etrafını bir hayli döndü, dolaştı; orada o ihtiyardan başka kimseyi göremedi.

“Bu olmasa gerek” deyip bir kere daha koştu. Nihâyet yoruldu, fakat yine o ihtiyardan başkasını göremedi.

Kendi kendisine “Hakk, bana dedi ki: Bizim saf, makbûl ve mübârek kulumuz var.

İhtiyar çalgıcı, nasıl olur da Tanrı haslarından olur? Ey gizli sır, ne hoşsun sen, hoş ve garip!”

Ava çıkan arslanın dönüp dolaşması gibi bir kere daha mezarlık etrafını dolaştı.

2170. Orada o ihtiyardan başka kimsenin olmadığını iyice anlayınca “Karanlıklar içinde parlak gönüller çoktur” dedi.

Gelip edebe fazlasıyla riâyet ederek oraya oturdu Bu sırada Ömer aksırdı, ihtiyar uyanıp sıçradı.

Kimseyi dış görünüşüne bakıp hor, hakîr görmemek gerek. Çünkü Yüce Pîrimiz Mevlâna’nın buyurduğu gibi, selâm olsun üzerine, “Hiç kimseye hor, hakîr bakma, çünkü bir kişinin son nefesini nasıl vereceğini sen bilemezsin.”

Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur ki: “Gökyüzüne ve târıka yemîn ederim. Târıkın ne olduğunu nereden bileceksin? O, karanlığı delen yıldızdır. Hiç kimse yoktur ki üzerinde bir koruyucu, bir gözetici bulunmasın.” (Târık, 1-4)

Yine Mevlâna der, “Hangi milletten, hangi dinden olursa olsun, herkeste Muhammed’in nuru var. Meleklerin Âdem’e secde edişi de yine bu, Muhammedî nur sebebiyledir. Mâdemki herkeste O’nun nuru var, hiç kimseye kâfir deme.”

Hasan Dede, selâm üzerine olsun, şöyle bir menkîbe anlatır:

“Bir derviş, dertleşmek için kimseyi bulamıyor, hep dem alıyor, kendi iç âleminde Hazreti Muhammed’le Hazreti Ali’yle muhabbet ediyor.

Bir gün demi biraz fazla kaçırıyor ve meyhâneden eve doğru dönerken kendinden geçiyor, kaldırımın kenarına yığılıyor.

O sırada oradan geçmekte olan bir müftü, dervişi tanımadığı için, ‘Puh!’ diyor, ‘Yazıklar olsun, hiç insan bu kadar içer mi? Halka kendini rezil eder mi?’ Ve tükürüyor dervişin yüzüne.

O gece müftünün rüyâsında Hazreti Muhammed yüzü asık bir şekilde tecellî ediyor. Müftü, ‘Amân yâ Resulallah, senin muhabbetinle ailemi geçindirdim. Senin o nur yüzünle kendimi ayakta tutuyorum. Niçin bana asık yüzle çıkıyorsun?’ diye onunla konuşması için yalvarıyor.

Birkaç gün aynı rüyâyı görüyor ama Hazreti Muhammed hiç konuşmuyor.

En sonunda Hazreti Muhammed, ‘Hiç utanmadan sen benim yüzüme tükürdün. Bir de benden güler yüz istiyorsun,’ diyerek sessizliğini bozuyor.

‘Amân yâ Resulallah, ben nasıl yaparım öyle şey, ben nasıl senin yüzüne tükürürüm!’

‘Filân yerde ben kendimden geçip yere düşmüştüm. Sen yüzüme tükürdün. Ayrıca hakaretli bir dil de kullandın. Benim güler yüzüme tekrar nâil olman için o kişiyi bulup, onun gönlünü alacaksın ve sonra benim yüzüme nâil olacaksın. Çünkü o kişinin bütün muhabbeti benimleydi. Beni kimseye anlatamadığı için dem aldı. Benim muhabbetim onda taştı, sonunda da yıkılıp gitti.’

Bunun üzerine müftü, sabah uyanır uyanmaz kalkıyor o dervişi aramaya gidiyor ve onu meyhânede buluyor. Hemen masasına gidiyor. Derviş müftüyü görünce şaşırıyor. Müftü selâm veriyor, o da selâmını alıyor.

Müftü, ‘Ben sana karşı büyük bir hatada bulundum. Senin beni bağışlaman için geldim.’

‘Sen bana karşı nasıl bir hata yapabilirsin?’

‘Sen farkında değildin. İçkili bir anında ben senin yüzüne tükürdüm. Böyle yaptığım için çok yüksek yerden darbe yedim, Hazreti Muhammed’den. Eğer sen beni affetmezsen, O da beni affetmeyecek.’

Derviş, bunu duyunca gözyaşları döküyor. Çünkü sırrı çıkıyor meydana.

Müftü, ‘Bütün malımın yarısını sana vereceğim, seni kendime arkadaş edeceğim ve ben nereye gidersem seni de oraya alacağım’ diye söz veriyor ve dervişle arkadaş oluyorlar. Sohbetlere beraber gidip, beraber oturuyorlar. Derviş, Resulallah’ı zikretmeye arkadaş bulduğu için, dem almaktan da vazgeçiyor.

Bütün Evliyâullah, hepsi Hazreti Muhammed’in mânevî kardeşleridir. Biri anıldığı zaman hepsi anılmış sayılır. Çünkü bir ağacın meyveleridirler, bir mânâyı taşırlar, bir güzelden söz ederler. Bu yüzden onlara kim dil uzatırsa büyük hatalara düşmüş olur.”

Şiir:

“Gönül çilesini her can çözemez, 

Hâlden anlamayan ne bilsin bizi. 

Gönül âleminde bir olmuşuz ki, 

Oraya girmeyen bulamaz bizi. 

Sırrımız içtedir yere vermeyiz, 

Kazancımız nurdur boşa vermeyiz, 

Câhil bilmez bizi, biz hor görmeyiz, 

Değer bilmeyenler anlamaz bizi. 

Âşıkların yüzü güleç, şirindir, 

Sözlerimiz kâmil sözü, derindir, 

Hilesiz dost olan kişi nârindir, 

Bilmeyen baksa da göremez bizi. 

Dede der, yanıp pişerse özü, 

Uyarır, diriltir ârifin sözü, 

Görenler şevk alır, nurlanır yüzü, 

Kendi özün görür, bulursa bizi…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXVII

Peygamber Aleyhisselâm’ın mucizesi, Ebûcehil aleyhillânenin elinde taş parçalarının dile gelerek Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin doğruluğuna şehâdet etmeleri.

2150. Ebûcehil’in elinde taş parçaları vardı. Dedi ki: “Ey Ahmed, şu avucumdaki nedir? Çabuk söyle!

Mâdemki göklerin sırlarına vâkıfsın, peygambersen avucumda ne saklı?”

Peygamber “Onlar nedir, ben mi söyleyeyim; yoksa onlar mı doğru olduğumuzu söylesin, bizi tasdîk etsinler; hangisini istersin?” dedi.

Ebûcehil “Bu ikincisi daha garip” deyince Peygamber dedi ki: “Evet, Tanrı ondan daha ilerisine de kâdirdir.”

Derhâl Ebûcehil’in avucundaki taşların her biri, şehâdet getirmeye başladı.

2155. “İbâdete lâyık hiçbir şey yoktur, ancak tek Tanrı’ya tapılır” dedi ve “Muhammed, Tanrı elçisidir” incisini deldi.

Ebûcehil, taşlardan bu sözü işitince hiddetle taşları yere vurdu.

Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur ki: “Kim, Beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyâmet günü kör olarak haşredeceğiz. O: Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakîkaten görür idim! der. Allah buyurur ki: İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi, ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun!” (Tâ Hâ, 124-126)

“Aşikâr olanı görmemize engel olan cehâlet perdesidir” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “Kör kişi, körce bakar da onun için red ve inkârdadır. Oysa insan gözden ibârettir. Geri kalanı bir deridir. Göz de, dostu gören göze derler. İnsan, dostu görmeyince kör olsun, daha iyi.”

Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, bizlere bakın Fihî Mâ-Fîh’de nasıl bir misâl veriyor ve diyor ki: “Ne hoş söylemişler o hikâyeyi; hani, iki şeye güleceğim geliyor demiş; biri, zencinin parmak uçlarını karaya boyaması; öbürü, körün pencereden başını çıkarması. Onlar da tıpkı buna benzer. Can gözü kör olanlar, beden pencerelerinden başlarını çıkarmışlar; ne görecekler ki… Önce görüşü elde etmek gerek, ondan sonra bakmak… Kör ona derler ki çeşitli sanılara kapılır, onlardan kurtulması da mümkün değildir; gören de ona derler ki iyiden iyiye inançla bu şüphelerden kurtuluş yolunu bulur.”

Ne güzel söyler Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, “İnsan çoktur, fakat insanlığını tanıyan pek azdır.”

Kasîde:

“Ey gönül! Mideleri bozulmuş hastalara bal yedirme; kör kişilere de, göze ait sözler söyleme! 

O, kuluna, boynundaki damardan daha yakındır! Fakat, Allah’tan uzak olanlara Allah da onlardan uzaktır! 

Kendi içini günâhlardan temizle de, gizli ay, perdelerden sıyrılsın, sana görünsün! 

Kendini de, bu dünyayı da kaybedersen, kendinden de, dünyadan da dışarı çıkarsan, Hakk yolunda tanınmışlardan olursun!

Eğer sen, buluşma ayı isen, buluştuğuna dâir bir nişân, bir belirti göster; hurîlerin kollarından, yasemin gibi bembeyaz göğüslerinden, güzel yüzlerinden bir şeyler anlat! 

Eğer sen, altın gibi madeninden ayrı düşmüş isen, nerede ayrılık yarası, ayrılık dağı, ayrılık damgası? Sevgiliden ayrılanların damgalı paraları, böylece donar kalır, kalplaşır! 

Mâdemki sende aşk yok, onun yerine kulluk etmeye bak! Allah, çalışanların ücretini muhakkak verir! 

Şunu iyi bil ki, ‘Allah aşkı’, Süleyman (a.s.)’ın yüzüğü gibidir! Nerede Süleyman’ın geliri, nerede karıncanın kazancı! 

Düşünce elbiselerinden soyun, onları üstünden at! Çünkü güneş ve ay, çıplakları kucaklar!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXVI

“İnsan, bilmediği şeyin düşmanıdır.” Ali Keremallahu Veche

2140. Akıl, akla uygun olan her şeyi; mucizesiz, keşmekeşsiz kabul eder.

Bu bâkir yolu, akla aykırı gör ve bu görüş, her devlet sahibine makbûldür; buna da dikkat et.

Şeytanlarla, canavarlar nasıl insan korkusundan ve hasetlerinden ürküp adalara, ıssız yerlere kaçtılarsa,

Münkîrler de peygamberlerin mucizelerinden korkup başlarını otların içlerine sokmuşlar,

Bu suretle Müslüman adıyla anılarak yaşamak, kim olduklarını, ne inanışta bulunduklarını sana bildirmemek istemişlerdir.

2145. Kalpazanlar, kalp paraya nasıl gümüş sürerler ve üstüne padişahın adını kazırlarsa,

Onların sözlerinin dışyüzü de tevhîd ve şerîattir; fakat içyüzü, ekmekteki delice tohumuna benzer.

Felsefecinin, dini inkâra, yâhut din ehliyle mübâhaseye kudreti yoktur. Böyle bir şeye girişirse Hakk din, onu mahveder.

Onun eli, ayağı cansızdır. Canı ne derse ikisi de fermânına uyar, dediğini yapar.

Felsefeciler, dilleriyle cansız şeylerin hareketini, seslenmesini inkâr ederlerse de elleriyle ayakları, bunun imkânına şehâdet edip durur.

Âriflerin Menkîbeleri’nde şöyle rivâyet edilmiştir ki; 

“Bir gün, şehrin hekimleri ve zamanın âlimleri arasında, ‘İnsanın nefsi kanla mı, yoksa başka bir şeyle mi yaşar?’ diye büyük bir bahis olmuştu. Hekimler umûmiyetle: ‘Muhakkak kanla yaşar, yoksa insanın kanı tamamiyle giderse derhâl ölür’ dediler ve fakîhleri susturdular. Âlimler, sözbirliği ile Mevlâna Hazretlerine gelip bu meseleyi arz ettiler. 

Mevlâna, ‘İnsanlar muhakkak kanla mı yaşarlar?’ buyurdu. 

Onların hepsi, ‘Hükemâ mezhebinde bu böyledir’ dediler ve bunun için, birçok felsefî deliller ve akla uygun kanıtlar (bûrhanlar) ileri sürdüler. 

Fakat Mevlâna, ‘Filozofların mezhebinin o kadar kıymeti yoktur. İnsan kan ile değil, Tanrı ile yaşar’ dedi. 

Bunun üzerine hiç birinin ‘Niçin ve bunu kabul edemiyoruz’ demeye mecâli kalmadı. 

Şiir: 

Filozofun söz söylemeye kudreti yoktur. 

Eğer lâf ederse, din ehli onu perişan eder.

Bundan sonra Mevlâna bir hacamatçının getirilmesini emretti. Hacamatçı gelip hemen iki mübârek kollarının damarlarından neşter vurup kan aldı. O kadar kan akmaya başladı ki, neş­ter vurulan yerde bir sarı sudan başka bir şey kalmadı. 

Mevlâna hekimlere dönerek, ‘Nasıl insan kanla mı, yoksa Tanrı’yla mı yaşıyor?’ diye sordu. 

Bunun üzerine hekimlerin hepsi baş koyup Tanrı erlerinin kudretine iman ettiler. Mevlâna da kalkıp derhâl hamama girdi ve oradan çıkınca semâ etmeye başladı.”

Hazreti Şems-i Tebrizî, selâm olsun üzerine, Makalât’ta şöyle buyurur: “Bana Mecnûn’un gözüyle bak; sevgiliye, seven gözlerle bakmalı. ‘Allah onları sever’ buyurulmuştur. Fakat buradaki eksiklik onların Allah’a sevgi gözleriyle bakmamış olmalarındandır. Onlar Allah’a bilgi yönünden bakarlar, irfân ve felsefe yönünden bakarlar. Ama sevgi yönünden bakmak başka bir iştir.”

‘Felsefeciler, dilleriyle cansız şeylerin hareketini, seslenmesini inkâr ederlerse de elleriyle ayakları, bunun imkânına şehâdet edip durur.”

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır:

“O gün biz onların ağızlarını mühürleriz. Elleri bize konuşur, ayakları da kazandıklarına şahitlik eder.” (Yâsin, 65)

“Onlar, âzâlarına, ne diye aleyhimizde şehâdet ettiniz derler, onlar da her şeyi söyleten Allah derler, bizi de söyletti ve odur sizi halkeden ilk defa ve yine dönüp onun tapısına varacaksınız.” (Fussilet, 21) 

Kasîde:

“Bizden bıkma biz çok güzeliz! Başkalarının kıskanmasından ötürü ürktük, güzelliğimizi gizledik. 

Birgün beden örtüsünü canın üstünden atınca görürsün ki; canı ay da, firkad yıldızı da kıskanmaktadır. Onların hiç birinde canın parlaklığı yoktur. 

Bizi görmek için yüzünü yıka, temizlen, kirliliklerden kurtul! Çünkü kirli bir insan bizi göremez. Kendini nefsanî kirlerden temizlemeyeceksen bizden uzak dur! Kendi güzelliğimiz bize yeter.

Biz yarın ihtiyarlayacak bir güzel değiliz, biz ebedîyyen genciz. Gönlümüz rahattır, hoştur. Biz kadîmiz, önümüze ön, sonumuza son yoktur. 

Giydiğimiz beden elbisesi eskidi, yıprandıysa da, ne gam? O elbisenin içindeki ihtiyarlamadı. Ömür örtümüz fânîdir. Fakat kendimiz uçsuz bucaksız bir ömürüz. 

İblis, Âdem’in hakîkatini göremedi. Örtüsünü gördü de ondan yüz çevirdi. Hazreti Âdem ona, ‘Sen Hakk dergâhından sürülmüşsün, kovulmuşsun, biz sürülmedik, kovulmadık’ diye seslendi. 

İblis secde etmedi ama meleklerin hepsi secde ettiler de, ‘Gönlümüz örtü altında bir güzele düştü. Örtü altında öyle bir güzel var ki; güzelliği aklımızdan başımızdan aldı da o güzelliğe karşı secdeye kapandık’ dediler. 

İhtiyarlamış kişileri güzellerden ayırdedemezsek, aklımız, aşk âleminde bu seçmeyi yapamazsa, biz aşkta dinimizden dönmüş sayılırız. 

Güzelin sözü mü olur? O Allah arslanıdır, biz çocukça sözlere daldık. Zaten de çocuklarız. Biz aşk bilgisinde daha alfabedeyiz, ebced okumadayız.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXV

“Eğer Pîr-i Mugân sana, seccâdeni şarap küpüne daldır, derse; tereddüt etmeden seccâdeni şarap küpüne daldır.” Hâfız-ı Şirâzî

Yüzbinlerce taklit ve istidlâl ehlini, pek cüzî bir vehim, şüpheye düşürür.

Çünkü taklitleri de istidlâlleri de, hattâ bütün kolları, kanatları da zanla kâimdir.

O aşağılık şeytan, bir şüphe meydana getirir. Bütün bu körler tepetakla düşerler.

İstidlâlcilerin ayakları tahtadır. Tahta ayaksa pek kudretsiz pek kararsızdır.

2125. Sebâtıyla dağları bile hayrân eden ve basîret sahibi olan zamanın Kutbu ise böyle değildir.

Çakıl üstüne baş aşağı düşmemek için körün ayağı sopadır, sopa.

Askerin, yâni din ehlinin üstünlüğüne sebep olan o binici kimdir? Gören padişah!

Her ne kadar körler sopa ile yol görmüşlerdir ama yine sezgi sâyesinde.

Dünyada tasavvuf ehli padişahlar olmasaydı bütün körler ölürlerdi.

2130. Körlerin elinden ne ekmek gelir, ne biçmek gelir, ne alışveriş gelir, ne de kâr ve kazanç.

Tanrı, onlara merhamet ve inâyet kılmasaydı onların istidlâl değnekleri hemencecik kırılırdı.

Bu sopa nedir? Kıyaslar, deliller. O sopayı onlara kim verdi? Gören Tanrı?

Sopa, mâdemki savaş ve kavga âletidir; ey kör, o sopayı kır, paramparça et!

O size sopa verdi de öyle meydana çıktınız. Sonra da kızgınlıkla o sopayı yine ona vurdunuz.

2135. Ey körler gürûhu! Ne iştesiniz, ne yapıyorsunuz? Aranıza bir gören kişi alın!

Sen de sana sopa verenin eteğini tut. Bak bir kere Âdem Peygamber istidlâl ve isyân yüzünden neler çekti?

Musa ve Muhammed’in mucizelerine dikkat et. Sopa nasıl yılan şekline girdi, direk nasıl irfân sahibi oldu?

Sopa yılan şekllne girdi, direkten de inilti duyuldu. Bu mucizeleri, dini izhâr için günde beş kere ilân ederler.

Bu din lezzeti eğer akla aykırı olmasaydı bunca mucizeye hâcet var mıydı?

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, ’Bu mucizeleri, dini izhâr için günde beş kere ilân ederler’ sözündeki maksat, günde beş kere okunan ezanlardır; ezan namaza davettir.

“Allah en büyüktür, Allah en büyüktür, Allah en büyüktür.

Allah’tan başka ilâh olmadığına şehâdet ederim.

Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şehâdet ederim.

Haydin namaza, haydin namaza.

Haydin kurtuluşa, haydin kurtuluşa.

Allah en büyüktür, Allah en büyüktür.

Allah’tan başka ilâh yoktur.”

Sabah ezanında “Hayye ale’l-felâh” cümlesinden sonra iki defa “Essalâtü hayrün mine’n-nevm – Namaz uykudan hayırlıdır” denir.

Günde beş sefer okunan ezanın sözlerinin derinine indiğimizde, her beş vakitte bir şehâdet getirmekteyiz; fakat düşünmemiz lâzım, bakalım şehâdetimizde yaşıyor muyuz?

Şehâdetin mânasını Hasan Dede, selâm olsun üzerine, şöyle anlatır: “Şehâdetin mânâsı: Eşhedü en lâ ilâhe illallah; yâni, şehâdet ederim bütün cihan boş, ancak sensin, o Allah. Ve eşhedü enne Muhammeden abdûhu ve resulûhu; yine şehâdet ederim Allah’ım, Hazreti Muhammed gibi sana kulluk edeceğim ve topluma senden söz edeceğim, demektir. İşte sadıkların şehâdeti budur. 

Fakat malesef bugün tekbîr getirerek kardeş kardeşi öldürmektedir. İslâm olmak ne demektir? Muhammedî olmak demektir. O’nun gibi insanlara rahmet olmaya çalışmaktır, lânet değil.”

Nitekim Hazreti Pîr Efendimiz de, şehâdet, yâni şâhit olmak konusunda şöyle buyurmaktadır: “Neden ezel hakiminin mahkeme koridorlarında susup duruyoruz? Biz buraya davranışlarımızla şâhitlik etmeye gelmedik mi? Neden Hazreti Muhammed’in emirlerine uyarak, insan gibi yaşayarak şâhitliğimizi, kulluğumuzu yerine getirmiyoruz?”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm üzerine olsun, bir hadîs-i şerîfinde, “Beş vakit namaz, insanın kapısının önünden akmakta olan ve her gün beş kere içine dalınıp yıkanılan nehir gibidir” diye buyurur.

Namazın hakîkati hakkında, Yüce Pîr Mevlâna, Fihî Mâ-Fîh’de bakın nasıl bir dil sarfeder: “Namazın canı namazdan üstündür. Namazın canı imandır. İman namazdan üstündür. Çünkü namaz, beş vakitte farzdır; imansa sürüp giden bir farz. Namaz, bir özürle kılınmayabilir, geciktirilmesi caizdir; burda da imanın namazdan bir üstünlüğü var; çünkü iman hiçbir özürle bırakılamaz, geri atılamaz. Namazsız imanın faydası vardır, imansız namazsa fayda vermez; iki yüzlülerin namazı gibi…” 

Namaz kılmak kabullenmektir. Peki neyi, kimi kabullenmektir? Erkânın sahibini, kâinatın nuru Hazreti Muhammed Efendimizi…

Hasan Dede, “Namazsız olunur, fakat imansız olunmaz. Namazın hakîkati imandır. Fakat malesef toplum âdet yerini bulsun diye, Allah’a borç ödemeye namaz kılmaktadır” der, “Namaz kılanın gönlünde Hazreti Muhammed yok ise, o namaz da yoktur, boşuna kılınmıştır. Düşünecek olursak Allah’ın bizim namazımıza ihtiyacı var mıdır? Yoktur. Ama bizim Allah’a ihtiyacımız var. Bizim Allah’a yönelmemiz lâzım, Onu bilmemiz lâzım, kendimizde ruh etmemiz, nur etmemiz ve öyle yola koyulmamız lazım.

Tasavvuf ehli, namaza durur durmaz Hazreti Muhammed’i düşünür, kalbinde en güzel yeri ona verir. Namazda ağlar inler, beni o güzel cemâlinden mahrûm etme, bilerek bilmeyerek yaptığım hatalarımı affeyle diyerek onunla konuşur. Hep bu dünyaya ait isteklerde bulunmaz, dünyayı namazına sokmaz. Çünkü namaz mîraçtır, Resulallah ile temiz bir görüşmedir.

Bakın, namazda secdeye vardığımızda üç sefer, ‘Sübhâne Rabbiye’l-âlâ’ diyoruz. Bunun mânâsı nedir? Allah’ım senden güzel yok, senden âlâ yok, demektir. Mâdem ki, O’ndan güzel yok, O’ndan âlâ yok ve mâdem ki, senden gören O, senden duyan işiten O, senden dua eden, söyleyen O… o hâlde şimdi yüzümüzü secdeden kaldırdığımızda yine O’nun gözüyle bakalım etrafımıza, O’nun güzelliklerini dile getirelim, O’nunla çıkalım yola, O’nun dışına çıkmayalım.

İnsan aradığı ‘Kudret Sahibi’ni kendinde bulmalıdır. Allah, bizleri sevgi için, sevmek için yaratmıştır. Allah’ın en büyük mucizesi, sizsiniz, sizlersiniz…”

Kasîde:

“Nurlarla dolu olan o güzel gözler sevgilinin bakışı ile mest olmuş. Gözyüzü bile o gözler yüzünden tir tir titremededir. 

Bilhassa Hakk’ın huzurunda el bağlayıp namaza durduğu zaman, kendisine ihsân edilen nur, meleklerin de, insanların da kıblesi olmuştur. 

O güzel varlığın yüzünde ilâhî nurun göz kamaştırıcı bir şekilde parladığı anda, onun ayaklarına başını koymayan, benlik yüzünden ona secde etmeyen kişinin özü gerçekten de şeytandır!

O anda o güzel yüzde ilâhî bir nur görmeyen kişi, cansız bir beden gibidir. Şeytandan da aşağıdır. 

Onun nurlu yüzü, erlerin kıblesidir. Eğer sen de er isen onun heybetli yüzüne karşı gönlünü yerlere ser! 

Elini sinenden çek! Ne diye şaşkın şaşkın bakıp duruyorsun? O anda sevinerek ona canını ver! Zaten isteyen de odur. 

Aklını başına al da neyin var neyin yoksa hepsini suya at! O aşk suyundaki ateşle onları temizle! Çünkü onun yüzünün ateşi, âb-ı hayatın bile secde ettiği yerdir.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXIV

“Cemaat çoğaldı, vaaz ettiğin zaman mübârek yüzünü göremiyoruz” diye Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem için minber yaptıkları vakit (evvelce dayanıp vaaz ettiği) hannâne direğinin inlemesi ve Peygamber’le sahâbenin o iniltiyi işitmeleri, Mustafa sallallahu aleyhi ve sellemin o direkle açıkça sual ve cevabı.

Hannâne direği, Peygamber’in ayrılığı yüzünden akıl sahipleri gibi ağlayıp inliyordu.

Peygamber, “Ey direk, ne istiyorsun?” dedi. O da “Canım, ayrılığından kan kesildi.

2110. Bana dayanıyordun, şimdi beni bıraktın. Minberin üstüne çıktın” dedi.

Bunun üzerine Peygamber ona dedi ki: “Ey iyi ağaç, ey sırrı bahta yoldaş olan!

Söyle, ne istersin? Dilersen seni yemişlerle dolu bir hurma fidanı yapayım ki doğudakiler de, batıdakiler de senin hurmanı yesinler.

Yâhut Tanrı, seni o âlemde bir selvi yapsın da ebedîyen ter ü taze kal” dedi.

Hannâne “Dâim ve bâkî olanı isterim” dedi. Ey gâfil, dinle de bir ağaçtan aşağı kalma!

2115. Peygamber, kıyâmet günü insanlar gibi dirilmesi için o ağacı yere gömdü.

Bunu duy da bil ki Tanrı, kimi kendisine davet ettiyse o kimse bütün dünya işlerinden vazgeçmiştir.

Kim, Tanrı’dan tevfîke mazhâr olursa o âleme yol bulmuş, dünya işinden çıkmıştır.

Bir kimsenin Tanrı sırlarından nasîbi olmazsa cemâdın inlemesini nasıl tasdîk eder?

Evet, der ama yürekten değil. Kendisine münâfık demesinler diye tasdîk edenlere uyar, zâhiren tasdîk eder.

2120. Eğer cemâdat Tanrı’nın “Kûn” emrine vâkıf olmasa, bu söz âlemde o vakit reddedilirdi.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir kasîdesinde bakın ne güzel seslenir:

“Ben de kendimde değilim, sen de kendinde değilsin, şimdi bizi kim eve götürecek? Sana, kaç defa, iki üç kadeh az iç diye söyledim. 

Şehirde de aklı başında kimseleri göremiyorum. Herkes öbüründen beter, deli dîvâne, öbüründen beter taşkın ve coşkun. 

Sevgili, aşk meyhânesine gel de can lezzetini seyret, sevgilinin sohbeti olmadıktan sonra, cana bir hoşluk, bir zevk yoktur. 

Her tarafta elinde şarap testisi, mest olmuş bir kişi var. Güzelliği ile herkesi mest edip coşturan sakî de eline büyük bir kadeh almış dolaşıyor. 

Sen kendini meyhâneye vakfetmişsin. Gelirin de, giderin de şaraptır. Bu vakıftan ayık olanlara, aklı başında olanlara sakın bir habbe bile verme! 

Evden dışarı çıktım. Bir sarhoşa rastladım. O öyle güzeldi ki, her bakışında yüzlerce gül bahçesi, yüzlerce köşk gizli idi.

Ona; ‘Nerelisin?’ dedim. Benimle alay eder gibi; ‘Benim yarımım Türkistanlı, yarımım Ferganalıyım. 

Yarımım sudan topraktan, yarımım candan gönülden, yarımım deniz, yarımım baştan başa inci’ dedi. 

‘Bana, arkadaş ol, ben senin yabancın değilim. Senin akrabanım’ dedim. Bana dedi ki: ‘Ben akrabamla yabancıyı, tanıdıkla tanımadığımı ayırdedemiyorum.’

Ben aşığım, sarığım da yok. Meyhânecinin yurdundanım. Her şeyi gören gözlerle dolu bir gönlüm var. Şimdi durumu açıklayayım mı? Susayım mı? 

Böyle bir güzelin mesti olan, nihâyet bir ağaçtan, bir direkten de aşağı olmaz. Hannâne direğinden bir feryâd kopmamış mı idi?”

Âşık olan sevgilisinden bir an dahî ayrı kalmak istemez; ayrı kalırsa Hannâne direği gibi inler. Zîrâ Hannâne direği, ‘inleyen direk’ demektir. 

Hasan Dede, selâm üzerine olsun, “Dünya kuruluşundan beri bütün varlıklar, hep devrândadır” der, “İnsanın tekâmülünü tamamlaması için misâl olarak bütün dünya varlıklarından gönlünü çekmesi lâzım. Gönül tamamen Yaratıcı’ya bağlanır, O’nun sevgisi, O’nun muhabbeti, O’nun bakışıyla hareket edilirse yol alınır. Eğer hem orayı, hem burayı, hem de Allah’ı severim dersen, kemâlata eremezsin. Bir kişi iman ettiği yerin hâline bürünürse, o kişide tekâmül başlar. Sevgi yüzde seksen başka yere, yüzde yirmi Hakk’a ise orada tekâmül olmaz.”

Âşık, her nerede olursa olsun, her ne yaparsa yapsın dâima sevgilisiyle muhabbettedir; onunla öyle bir gönül âlemine dalmıştır ki, dünyayla hiçbir alâkası kalmamıştır. Onun gözünden gören, kulağından işiten, dilinden konuşan, elinden tutan, iman ettiği Rabbidir; dâima O’nunla râbıtadadır.

Nitekim, selâm olsun üzerine, İmam Ali Efendimiz şöyle buyurur: “İman, kalben bilip tasdîk etmek, dil ile söyleyip inandığın yola gönül vermek, beden uzuvlarıyla da amel etmektir.”

Fakat, ‘Bir kimsenin Tanrı sırlarından nasîbi olmazsa cemâdın inlemesini nasıl tasdîk eder?’

Hasan Dede, Peygamber Efendimiz ve Ebû Cehil arasında geçen bir kıssayı şöyle anlatır: “Bir gün Hazreti Muhammed Efendimiz yolda giderken karşısına Ebû Cehil çıktı. 

Ebû Cehil’in iki elinde birer taş vardı. Resulallah’ı imtihana tutmak istedi ve, ‘Ey Muhammed’ dedi, ‘elimdekilerin ne olduğunu bilirsen, söz veriyorum sana, şehâdet edeceğim ve senin dinine geçeceğim.’ 

Hazreti Resulallah, ‘Ey amcam’ dedi, ‘ben onların ne olduklarını söylesem bile, senin şehâdet etmeyeceğini biliyorum. Ama mâdemki istiyorsun, onlar kendileri söylesinler sana ne olduklarını.’ 

O anda taşlar dile geldi: ‘Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdûhu ve resûluhu; biz taşız.’ 

Ebû Cehil bunu duyar duymaz elindeki taşları yere fırlattı ve dönüp Hazreti Resulallah’a, ‘Sen nasıl bir büyücüsün!’ dedi. Taş, cemâdat hâliyle şehâdet etti, fakat Ebû Cehil etmedi.”

‘Eğer cemâdat Tanrı’nın “Kûn” emrine vâkıf olmasa, bu söz âlemde o vakit reddedilirdi.’

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXIII

Hâtif’in rüyâda Ömer’e “Beytülmâlden şu kadar mal al, mezarlıkta yatan o adama ver” demesi.

2100. O sırada Hakk, Ömer’e bir uyku verdi ki kendini uykudan alamadı.

“Bu mutâd bir şey değildi. Bu uyku, gayb âleminden geldi. Sebepsiz olamaz” diye taaccüpte kaldı. Başını koydu, uyudu. Rüyâsında Hakk tarafından bir ses geldi, bu sesi ruhu duydu.

O ses, öyle bir sesti ki her sesin, nağmenin aslıdır. Asıl ses odur, o sesten başka sesler, aks-i sedâdır.

Türk, Kürt, Zenci, Acem, Arap bütün milletler kulağa, dudağa muhtaç olmadan bu sesi anlamışlardır.

Hattâ Türk, Acem ve Zenci şöyle dursun… o sesi dağlar, taşlar bile işitmiştir.

2105. Her demde Tanrı’dan “Elestü” sesi gelir, cevherle arâzlar da o sesten var olmaktadırlar.

Gerçi bunlardan zâhiren “Belî” sesi gelmezse de onların yokluktan gelmeleri, var olmaları “Belî” demeleridir.

Ağacın, taşın anlayışını söyledim ya. Hemen şimdicik bunu anlatan şu hikâyeyi dinle!

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, Dîvân-ı Kebîr’deki bir beyitinde şöyle buyurur: “Akıl almaz yaratma gücüne sahip olan o padişahlar padişahı, yokluğa şöyle bir baktı, ‘Kûn’ ol emri verdi de yokluk canlandı, varlığa kavuştu. Lütuf ve ihsân gölgeleri üstünlük güneşi ile birleşince bütün birbirine zıd olan unsurlar biraraya geldiler, birbirleri ile barıştılar. Böylece, aşkının olgunluğu, merhameti birbirine düşman olan zıtların dost olarak birleşmelerini sağladı.”

Kur’ân-ı Kerîm’de de şöyle buyrulmaktadır:

“Hani Rabbin ezelde Âdemoğullarının sulblerinden zürrîyetlerini almış, onları kendilerine karşı şâhit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da, ‘Evet, şâhit olduk ki Rabbimizsin’ demişlerdi. Böyle yapmamız kıyâmet günü, ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir.” (A’raf, 172)

“Sonra Allah, duman hâlinde bulunan göğe yöneldi; ona ve yeryüzüne, ‘İsteyerek veya istemeyerek gelin’ dedi. İkisi de, ‘İsteyerek geldik’ dediler.” (Fussilet, 11)

Ruhlarımız aslında tertemizdiler, fakat ne zaman suret giyip zâhir olduk, o zaman suretler ruhlarımızı kirletti. Bazılarımız arınma yollarını aramaya koyuldu, bazılarımız ise bundan hiç rahatsız olmadı. Bazıları da vardı ki, onlar zaten hiç kirlenmediler. Hâlbuki o tertemiz Yaratıcı’nın sesi her dâim bizimleydi, kalbimizdeydi.

Ruhların hâlleri ve kalbin sesi hakkında Hasan Dede şöyle anlatır: “Ruhlar üç kısımdır. Birinci ruh, ne zaman suret giydi, ona soruldu, ‘Sen kimsin?’ Hemen cevap verdi Yaratan’a, ‘Sen sensin, ben de benim’ dedi ve daha surete bürünür bürünmez Allah’ı inkâr etti. 

İkinci ruh, surete bürününce, ona da aynı soruyu sordular. O da şöyle cevap verdi, ‘Ben senin tarafından yaratıldım Allah’ım, varlıklarına meylettim, sana arka çevirdim, ama anladım ki varlıklar beni sonsuz güzelliğe ulaştırmıyor, nâdim oldum, sana döndüm Allah’ım.’ Bu ruhlar da bizleriz, yâni gün geliyor, 30-40 yaşından sonra arayışa düşerek, bir mürşid-i kâmilin huzurunda yeniden doğarak kurtuluşa ulaşıyoruz. 

Üçüncü ruhlar ise suret bulunca, onlara soruldu, ‘Sen kimsin?’ Üçüncü ruh başını secdeye vurdu ve ‘Ben yokum Allah’ım, sen varsın. Ben ancak senin emrinle ayağa kalkarım, senin emrinle konuşurum, senin emrinle yaşarım. Senden emir almadan benim saçımın bir teli dahi oynamaz.’ Bunlar da Nebîler ve doğuştan velîler, yâni Pîrân’dır. 

Pîrân Efendilerimizin hepsi bende-i Resul’dür. Eğer öyle olmasalardı, o tebessümlü yüzler, o güzel sözler onlardan dile gelemezdi, bu kadar sevgi dolu ve birleyici olamazlardı. Onlar hiç mezheplerde gezmemişlerdir. Onların dini de, imanı da mezhebi de Resulallah Efendimizdir. Onlar, Resulallah’a gönül verdiler, O’nun huylarıyla huylandılar ve hepsi ‘Bir’ oldular, ‘Bir okundular, ’Bir’den konuştular.

Hakîkatte o sevgili dışımızda değil, içimizdedir. Çünkü Allah’ı zikretmesen bile, kalb her saniye, Allah… Allah… Allah… diye zikirde, devamlı Allah diye zikrediyor. O’nunla diriyiz ama eğilmiyoruz. Bir an kalbimizi dinleyelim, kalbimiz bir saniye bile sahibini bırakmıyor, biz nasıl O’nun dışına çıkabiliriz. O’na dört elle sarılmak, O’nun dışına çıkmamak lazım.”

Allah’ın dili ayrı değildir. Allah’ın dili birdir. O, bu Türk, şu Arap, öbürü Acem demez, her dilden konuşur. Misâl olarak bir Türk, rüyâsında Hazreti Peygamberi görse, Hazreti Peygamber onunla Arapça konuşmaz, Türkçe konuşur. Dinler, diller, yollar ayrı gibi görünseler de, aslında hepsinin varoldukları yer ‘Bir’di ve varacakları yer yine ‘Bir’ olan Allah’tır. 

Ne güzel söyler Hasan Dede…

“Allah’a hiç güçlük yoktur. Yeter ki sende iman olsun, inanç olsun, sevgi olsun. Yetmişiki dilden konuşan O’dur.”

Ruhu şâd olsun, Hatayî de şöyle seslenir…

“İbtidâdan yol sorarsan,

Yol, Muhammed Ali’nindir.

Yetmişiki dil sorarsan,

Dil, Muhammed Ali’nindir…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXII

“Tebrizli Şems muma benzer. Fakat bütün mumlar onun pervânesi olmuşlardır. Çünkü onun gönlünün içinde bambaşka bir âlem vardır.” Mevlâna

Çalgıcı, bir su kuşuydu; bu âlem de bir bal denizi, bu bal Eyyub Peygamber’in içtiği ve yıkandığı pınardı.

Eyyub, o pınarda yıkanarak tepeden tırnağa kadar doğu nuru gibi bütün hastalıklardan arındı, pîr ü pak oldu.

Mesnevî, hacim bakımından felekler kadar bile olsa yine bu âlemin, küçük bir cüzünü ihâta edemezdi.

2095. Hâlbuki çok geniş olan o yerler ve gök, darlıktan gönlümü paramparça etti.

Bu bir âlemdir ki bana rüyâda göründü; açıklığıyla kolumu, kanadımı açtı.

Bu âlemle, bu âlemin yolu meydanda olsaydı, dünyada pek az kimse, ancak bir lâhzacık kalırdı.

İhtiyar çalgıcıya “Burada kalmaya tamâh etme, mâdemki ayağından diken çıkmıştır, haydi git” diye emir gelmekte,

Canı ise orada, Tanrı’nın rahmet ve ihsânı meydanında “Durakla, bekle” demekteydi.

Kur’ân-ı Kerîm’de, Sâd sûresinin 42. âyetinde şöyle buyrulur: “Ayağın ile yere vur, işte bu, sana yıkanacak ve içilecek serin sudur.”

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bizlere şöyle seslenir: “Halk, savaş safında Allah için canları ile oynar. Birisi Eyyub gibi belâlara düşer, öbürü Yakub gibi sabreder. Yüzbinlerce susuz ve muhtaç kişi, Allah için tamâha düşer, çalışır durur. Ben de suçları yarlıgayan, örten Allah için bu kapıdan sahur davulu çalıyorum, benim de ümidim onda.”

Hakk yolunda yürüyen yolcu, bu yolda başına gelen sıkıntılara, belâlara tahammül eder, sabır ve teslîmiyet gösterirse; Hazreti Pîr’in buyurduğu üzere, sadece Allah’a tamâh eder ve azîmle yoluna devam ederse, sonunda Allah’ın güzellikleriyle dolu olan inâyet pınarına varır, o pınarda yıkanır ve pîr ü pak olur.

‘Eyyub, o pınarda yıkanarak tepeden tırnağa kadar doğu nuru gibi bütün hastalıklardan arındı, pîr ü pak oldu.’

Hazreti Pîr, gönlün hâkikatte çok geniş olduğunu bir beyitinde şöyle dile getirir: “Dünya meselelerine dalıp daralan gönül gerçek gönül değildir! Çünkü gönül pek geniştir. Onun ucu bucağı yoktur!”

Cenâb-ı Allah, selâm üzerine olsun, Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden şöyle buyurur: “De ki: Ey iman eden kullarım! Rabbinize karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun! Bu dünyada iyi şeyler için gayret edenleri güzel bir son beklemektedir. Allah’ın arzı geniştir ve elbette sıkıntılara göğüs gerenlere mükâfatları hesapsız verilecektir!”

Bir şiirinde, “Önce gelin burada, bir kez soyunun arının. Sonra düşün yoluna, Hazreti Mevlâna’nın” diye seslenen, gönüllerin aydınlığı Hasan Dede, selâm olsun üzerine, bakın ne güzel söyler: “Gönül sunulmadığı zaman beden kapısı açılmaz ve güzellikler o bedene yansıma yapmaz. Ne zaman gönül sunulursa, o zaman o kapı açılır, gönül verilen yer o kapıdan girer, vücutta varlığını gösterir, işte o zaman insan huzur içinde olur.

Halk arasında, ‘Gönül gözünün kapalı olması’ diye bir tâbir vardır. Bu çok doğru bir sözdür. Neden? Çünkü o gönülde konuk olan dünyadır. Eğer insan dünya ehliyse, o kişinin gönül gözü kördür. Ama sıdk-ı bütün bir imanla, iman ettiği yerde yokluğa bürünürse insan ve gönlünde en güzel yeri O’na verirse, işte o zaman o kişinin gözlerinden seyreden iman ettiği yer olur ve dünya o kişinin gözünde basit bir varlık hâline gelir. Ve artık insan o Sevgili’den bir an dahî olsun ayrılmak istemez.”

Kasîde:

“Yeni bir iş yapmaya başlasam; bana emir veren, yaptırtan odur. Ben gönül aramaya kalkışsam, benim gönlümü alan dilber odur. 

Ben barış arasam, bana barış sağlayan odur. Savaşa girişsem, düşmanı öldürmek için hançerim o olur. 

Eğlenmek için aşıklar meclisine gitsem, mecliste o bana şarap olur, meze olur. Gül bahçesine gitsem, o bana yasemin olur. 

Bir maden ocağına insem, o madeni baştan başa akîk hâline getirir, akîk olarak karşıma çıkar, denize girsem, denizin incisi olur, avucuma düşer. 

Bir ovaya gitsem, bir bahçe olur gelir beni bulur. Gökyüzüne yükselsem, bu defa bir yıldız olur, karşımda parlar durur. 

Başıma gelen bir belâya sabretmek için bir köşeye çekilsem, bana minder olur, üstüne oturtur; gamdan, kederden yanıp yakılsam, beni içine alır, buhûrdanım olur. 

Neşe zamanında, âşıklar arasına katılsam, gelir, hem sakî olur, bana şarap sunmaya başlar, hem mutrîb olur, güzel nağmelerle beni büyüler, hem bana şarap sunduğu kadeh olur, şarap içerken kendini bana öptürür. 

Uzakta bulunan dostlara mektup yazmak istesem, bana kağıt olur, kalem olur, mürekkep olur. 

Ben, uykudan uyanınca, benim aklım olur, düşüncem olur, gelir beni bulur. Uykum gelip de uyusam, bu defa gelir, rüyâma girer.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXI

“Âşık Hasan bu yolda sana yoldaştır, Mevlâna âşıka eşsiz bir baştır, Mevlâna sevgisi nefse savaştır, unutan yoksula umuttur Mevlâna.” Hasan Dede

Çalgıcı bir hayli ihtiyarlayıp zayıflayınca kazançsızlıktan bir parçacık yufka ekmeğine bile muhtaç bir hâle geldi.

Dedi ki: “Tanrım, bana çok ömür ve mühlet verdin, hakîr bir kişiye karşı lütuflarda bulundun.

2080. Yetmiş yıldır isyân edip durdum. Benden bir gün bile ihsânını kesmedin.

Bugün kazanç yok, senin konuğunum. Çengi sana çalacağım, gayrı seninim.”

Çengi omuzlayıp Tanrı’yı aramaya yola düştü; âh ederek Medîne mezarlığına doğru yollandı.

“Tanrı’dan kiriş parası isteyeceğim. Çünkü o, kendisine karşı hâlis olan kalplere kerem ihsân eder” dedi.

Bir hayli çeng çalıp ağladı ve başını yere koydu, çengi yastık yaptı bir mezara yaslandı.

2085. Çalgıcıyı uyku bastırdı, can kuşu kafesten kurtuldu; çalgıyı da, çalgıcıyı da bırakıp sıçradı.

Saf bir âleme, can sahrâsına vararak tenden ve cihan mihnetinden kurtuldu.

Canı, orada macerasını şöyle terennüm etmekteydi: Beni burada bıraksalardı…

Canım bu bahçede, bu bahar çağında ne hoş bir hâle gelir, bu ovanın bu gayb lâleliğinin sarhoşu olurdu.

Başsız, ayaksız seferler eder, dişsiz, dudaksız şekerler yerdim.

2090. Felek sâkinleriyle zahmetsiz, mihnetsiz zikre, dimağsız fikre dalar, onlarla lâtifeler ederdim.

Gözleri kapalı olarak bir âlem görür; elsiz, avuçsuz güller, reyhânlar devşirirdim…

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, Dîvân-ı Kebîr’indeki bir beyitinde buyurur ki: “Sonunda gayb âlemi gelir yetişir. Seni şu içinde yaşadığın suret âleminden çeker, çıkarır. Fakat, sen yine de bu yolda rahatça yürümen için, yürürken eteğini çekmen gerek. Çünkü yürüdüğün yol, âşıkların kanları ile bulanmıştır.”

Bu dünya yaşamında bazen sevinçlere, bazen de sıkıntılara düştük; çektiğimiz sıkıntıların sebebini gördük, ders aldık veya görsek de görmemezlikten geldik; dünya nimetleriyle oyalandık, çokça sevindik, aslımızdan uzaklaştık. Oysa dünya, gerek sevinçleriyle gerek sıkıntılarıyla bir imtihan yeri; bir diğer vech ile, o güzel Yaratıcı’nın kullarını Kendisine çekiş yeri… Hasan Dede’nin, selâm olsun üzerine, bir şiirinde, “Önce gelin burada, bir kez soyunun arının. Sonra düşün yoluna, Hazreti Mevlâna’nın” diye söylediği üzere, bir arınma yeri.

“Dünya nedir? İmtihan yeri” der Hasan Dede ve şöyle devam eder: “Allah’ın kulunu imtihan edişi, o kula kendi hâlini bildirmek içindir. Kullar, yâni insanlar çocuk gibidirler; kendi hâllerini bilmezler. Kul bu imtihanı kazanırsa, yâni başına gelen felâketlerden ibret alabilirse, Allah’ın lütfuna mazhâr olur, zevke dalar; ibret alamazsa azâba düşer.

O kadar incedir ki bu yol, dünya varlıklarının hepsinden temizlenmen gerekir, hattâ evlâdının, eşinin, dostunun, akrabanın bile yeri yoktur orada. O, senin gönlünde kendisinden başka hiçbir varlığın olmasını istemez. Bu derece büyük bir sevgi ister bizlerden. Ancak bütün bunlar yerine geldiği zaman, O, gösterir yüzünü.

Evet, Allah’ı taşımak kolay değildir. Allah’ın gücüne, kuvvetine nâil olmak ağır bir iştir. Eğer ebedî bir yaşam istiyorsan, o zaman nefsini zorlayacaksın. Gülmek kolay, ağlamak zordur; ama o ‘Kudret’ için taklitsiz, riyâsız ağlamak lâzım. Ağlayan aşıkları ağlatan kudreti görebilseydik, o zaman derdi verenin dermân olduğunu bilebilirdik.”

Yunus Emre, selâm üzerine olsun, bakın bir menkîbede nasıl bir dil sarfediyor:

“Bir gece Yunus Emre bir mânâ (rüyâ) görüyor. Mânâsında sonsuz güzellikte öyle bir yere geliyor ki, dünya güzellikleri bu güzelliklerin yanında çok sönük kalıyor.

Hayranlık içinde dönüp orada bulunanlara, ‘Burası neresidir?’ diye soruyor.

Ona, ‘Burası cennet-i âlâdır’ diye cevap veriyorlar. 

Bunun üzerine Yunus hemen, ‘Peki o zaman buranın sahibi nerededir?’ diye soruyor. 

O zaman Yunus’a diyorlar ki: ‘Sen daha ölmedin, ey Yunus! Sevgilinin yüzünü göremezsin.’ 

İşte Yunus bu cevabı duyar duymaz feryâd ediyor: ‘Beni buradan çıkarın. Yedi denizi cehennem hâline getirin, beni oraya koyun. Buraya aldığınız zaman beni Sevgiliyle alın’…”

Kasîde:

“Maddî yönden sen fakirsin, fakirsin, fakir oğlu fakirsin ama, mânevî yönden, taşıdığın ilâhî emânet sebebiyle büyüksün, büyüksün, büyük oğlu büyüksün.

Ey şekle bürünmüş, beden elbisesini giymiş can! Sen kat kat tâlihsin. devletsin. Aslında sen ne topraktansın, ne suretsin, ne göktensin; sen ezelden, göklerin bile ötesinden gelmişsin. 

Sen o gizli ezel şehrindensin, varlığımızı da o gizli şehre çeker, götürürsün. Sen ne şey’e aldanırsın, ne de birinin özrünü kabul edersin. 

Sen baştanbaşa âb-ı hayatsın, baştanbaşa şekersin, şeker kamışısın. Herkese şükürsün, kurtuluşsun, ne mahmûrsun ne de mahmûrluk verirsin.

Değersiz, küçük bir kurda, bir böceğe ipekler, atlaslar dokutursun, sana hiç bir kimse ziyân vermez. Şükredersin, şükürlerde bulunursun. 

Yokluğa baktım da dertlerden, elemlerden kurtulmuş, senin aşk kanadınla uçan zerreler gördüm. 

Ateş seni görse, ateşliğini bırakır, erir, tatlı su olur. İnkâr eden seni görse, İnkârından kurtulur, mümin, inanan bir kişi olur.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLX

Çalgıcı hikâyesinin söylenmedik kısmı ve çalgıcının kurtuluşu.

O, öyle bir çalgıcıydı ki âlem, onun yüzünden neşeyle dolmuştu. Dinleyenler sesinden garip garip hayallere dalıyorlar, şaşılacak hâllere düşüyorlardı.

2070. Gönül kuşu, onun nağmesiyle uçmakta; canın aklı, sesine hayran olmaktaydı.

Fakat zaman geçip ihtiyarlayınca evvelce doğan kuşu gibi olan canı, âcizlikten sinek avlamaya başladı.

Sırtı, küp sırtı gibi eğrildi, kamburlaştı. Gözlerinin üstünde kaşlar, âdeta eyer kuskununa döndü.

Onun cana can katan lâtif sesi, kart eşeğin sesine benzedi.

Zaten hangi hoş vardır ki nâhoş olmamıştır? Yâhut hangi tavan vardır ki yıkılmamış, yere serilmemiştir.

2075. Ancak sûrun üfürülmesi, nefeslerinin aksinden ibâret olan yüce azîzlerin sesleri, bundan müstesnâdır; onların sesleri bâkîdir.

Onların gönülleri, öyle bir gönüldür ki gönüller, ondan sarhoştur. Yoklukları öyle yokluktur ki bizim varlıklarımız, o yokluktan var olmuşlardır.

Her fikrin, her sesin kehribârı o gönüldür. İlhâm, vahîy ve sır lezzeti yine o gönülden ibârettir.

Hasan Dede’nin, selâm olsun üzerine, sohbetlerinde birçok defa dile getirdiği bir şiiri vardır, şöyle seslenir:

“Az yaşa çok yaşa, âkibet bir gün gelecek başa. 

Bu dünya bir değirmen taşıdır, dâim döner. 

İnsanoğlu bir fenerdir, bir gün gelir söner. 

Ehl-i iman sahibi, iman ettiği yer ile, 

Dünya durdukça yaşam sürer.”

Ve gençlik ve zaman hakkında, “Bozulmayan, çürümeyen ve rengi değişmeyen, daima genç ve ter ü taze olan bir şey varsa, o da Allah’tır” diye buyurur ve şöyle devam eder: “Bir dost dedi ki: Ali’den başka genç yoktur. Çünkü vasî ve velî olan O’dur. Genç, ilm-i sırra sahiptir. Kendini genç gören ve iddia eden genç değildir. Genç dediğin, Hakk’la konuşan olandır… Bu, çok yerinde söylenmiş bir sözdür. Allah’tan daha genç yoktur ve hiçbir zaman da yaşlılık sıfatına girmez, ama yaşlıdan da daha yüce bir akıla sahiptir. 

Peygamber Efendimize bir soru sordular: ‘Yâ Resulallah, kâinat henüz yaratılmamışken Allah ne idi ve nerede idi?’ 

Peygamber Efendimiz cevap olarak şöyle buyurdu: ‘Allah vardı ve bu kâinat henüz ortada yokken yine vardı; kâinat yaratılmamışken bile onu gören ve bilen bir Allah vardı.’ 

Cenâb-ı Ali Keremallahu Veche Efendimiz de, ‘Aynen şu anda da böyledir’ dedi. 

Allah dışında hiçbir varlık yoktur. Bizden de dile gelen kendisidir. Allah, her zaman kemâlatıyla çıkar, olgunluğuyla çıkar ve kiminle dile gelir? Bir insan-ı kâmille dile gelir. 

Bu kâinat henüz yok iken Allah vardı. Kâinatı yarattı ve o kâinatta yine kendisi vardı; yâni insanı yarattı. İnsanda kendisini yarattı, insan gözüyle bütün yarattıklarını seyredip, isimlendirdi. Kendi ismini de yine insandan aldı. Allah, her zaman vardı ve varolmaya devam edecek. Kâinat, O’nunla var oldu. Bu kâinat insansız ne işe yarar? Hiçbir işe yaramaz.”

Kâinat her gün kendisini yeniler durur. Fakat aşka gelince; âşıkta zaman mevhûmu yoktur. Çünkü âşık kendinden geçmiştir, onun her zerresini iman ettiği yer, yâni sevgilisi sarmıştır. Onun için gündüz olmuş, gece olmuş farketmez, her anında her nefesinde sevgilisiyle birliktedir. Sevgilisiyle öyle güzelliklere dalmıştır ki, bir an dahî o güzelliklerin dışına çıkmak istemez. İsmi âşıktır, fakat mâşukta yokolup gitmiştir. Aslında gönül âleminde ne âşık vardır ne mâşuk, sadece aşk vardır. Aşk ise ölümsüzdür, dâima gençtir.

Hazreti Muhammed Efendimizin mîracını örnek verecek olursak; Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, mîraçtan indikten sonra, ona “Allah’ı nasıl gördün?” diye sordular; Hazreti Peygamber Efendimiz, “Allah’ı nâmütenâhi bir güzellikte, şâbb-i emred sıfatında, yâni genç bir çocuk sıfatında gördüm; yaşı onyedi idi” diye cevap vermiştir.

‘Onların gönülleri, öyle bir gönüldür ki gönüller, ondan sarhoştur. Yoklukları öyle yokluktur ki bizim varlıklarımız, o yokluktan var olmuşlardır.’

Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, şöyle der: “Genç ve ter ü taze tâlihe Pîr adını taktım. Fakat o, halk tarafından Pîr olmuştur, günlerin geçmesiyle değil. O öyle bir Pîrdir ki ibtidâsı yoktur, ezelîdir. Öyle tek ve eşsiz inciye eş yoktur. Eski şarap esâsen kuvvetlidir, hele ‘Min ledün’ şarabı olursa…”

Kasîde:

“Şu anda öyle mestim, öyle kendimden geçmişim ki, Havvâ’yı Âdem’den ayırdedemiyorum. 

Deniz, benim coşkunluğumdan dalgalandı, köpürdü. Dünya, beni mest bir hâlde görünce o da mest oldu. 

İçtiğim şarap nasıl bir şaraptır ki, cellat onu içince mest olmuş, kendinden geçmiş, insan başı kesemez olmuş da dünya artık yastan, mâtemden kurtulmuş. 

Bu şarap haram değildir. Helâl içinde helâldir. Helâlin ta kendisidir. Allah küpünden verilen şarap haram olamaz. 

İhtiyar felek, bu genç şaraptan içseydi beli bükülmezdi. 

Eğer yeryüzü bu şaraptan içseydi, bulutlardan yağmur dilenmezdi. 

Eğer dünyada sır saklayan mahrem bir dost bulunsaydı, akılsız gönül, bu sırrı ona açıklardı. 

Eğer ayağınız sağlam olsaydı, bu şarap sizi balçıktan çeker, çıkarırdı.”