Hıristiyanların vezire uymaları.
371. Hıristiyanlar tamamiyle ona gönül verdiler. Zaten avamın taklidinin kuvveti ne olabilir ki?
372. Kalplerin içine onun muhabbetini ektiler, onu İsa’nın halîfesi sandılar.
373. O ise hakikatte tek gözlü melûn Deccâl’di. Ey Tanrı, feryâdımıza yetiş; sen ne güzel yardımcısın!
374. Ey Tanrı, yüzbinlerce tuzak ve yem var, bizler de yemsiz kalmış hâris kuşlar gibiyiz.
375. Her an yeni bir tuzağa tutuluyoruz, isterse her birimiz, birer doğan ve simurg olalım!
376. Sen bizi her zaman tuzaktan kurtarmaktasın. Ey ganî ve müstağnî Tanrı, biz yine bir tuzağa doğru gitmekteyiz!
377. Biz bu ambarda buğday biriktirmede, toplanan buğdayı yine kaybetmekteyiz.
378. Biz, bu vahşî mahlûklar topluluğu, düşünmüyoruz ki buğdayın noksanlaşması farenin hilesindendir.
379. Fare, ambarımızı deldikçe, hilesinden ambar harâb olmuştur.
380. Ey can, önce farenin şerrini defet, sonra buğday biriktirmeye çalış, çabala!
381. O büyükler büyüğünün haberlerinden birini dinle: “Huzur-u kalb olmadıkça namaz tamam olmaz.”
382. Eğer bizim ambarımızda hırsız bir fare yoksa kırk yıllık ibâdet buğdayı nerede?
383. Her günlük azar azar sadıkâne ibâdet taneleri niçin bu ambarımızda toplanmıyor?
384. Çakmak demirinden birçok ateş yıldızı sıçradı, o yanmış gönül, onları kabul edip çekti.
385. Ama karanlıkta bir hırsız, gizlice kıvılcımlara parmak basmakta.
386. Onları, felekte bir çırağ parlamasın diye, birer birer söndürmekte.
* İnâyetlerin bizimle oldukça o bayağı hırsızdan bize nice ve ne vakit korku olabilir?
387. Bir adımda binlerce tuzak olsa, sen bizimle oldukça hiç gam yok!
371. beyitte geçen ‘avam’ tâbiri hakkında Abdülbâki Gölpınarlı, “Avam; halk, halkın aşağı tabakası anlamına gelir” der ve şu açıklamayı yapar: “Bu kelime, Mevlâna’dan beri, Mevlevîler tarafından, isterse zengin olsun, zevîr olsun, en yüksek mertebeye çıkmış bulunsun, aşktan mahrûm, tevhidden habersiz, benliğine bağlı, hakikate yabancı, dünyaya, dünya ziynetlerine dalmış kişilere denir. ‘Melûndur, melûndur altın ve gümüş paraya tapan’ hadîsince avam bunlardır; Mevlevîler kendilerinden olmayan, benliğine dalmış bulunan kişileri anlatmak için ‘avam’dan derler.”
Nitekim, Hazreti Mevlâna buyurur ki: “Mal ve para, başta külâh gibidir. Külâha sığınan, keldir. Kıvırcık ve güzel saçları olan kişiye gelince; külâhı giderse ona daha hoş gelir. Tanrı eri göz gibidir. Gözün kapalı olmaktansa, açık olması daha iyidir.”
373. beyitte geçen ‘deccâl’ tâbiri için ise, yine Abdülbâki Gölpınarlı şöyle der: “Deccâl; decl, Arapçada devenin her yanını katranlamak anlamına gelir.Tedcîl, bir şeyi tümden bürümek demektir. Deccâl’in, son zamanda kıyâmete yakın, Tanrılık davasıyla çıkacağı, tek gözlü olacağı rivâyet edilmiştir. Deccâl hakkında şu hadîsler vardır:
‘Deccâl’in gözü yeşildir’, ‘Deccâl’in gözü pusludur; bir gözü yoktur ve göz yeri de yoktur; alnında kâfir sözü yazılıdır; her inanan o yazıyı okur’, ‘Deccâl, Medine ile Mekke’ye giremez’…
Deccâl’in, doğu tarafından, Secistan’dan çıkacağı, bunun ve Süfyânî’nin zuhûrunun, Mehdî’nin zuhûruna alâmet olduğu; Hazreti Ali’nin, bir gün ey insanlar, beni kaybetmeden sorun bana, demesi üzerine Sa’saa bin Sûhân’ın, ey Müminler Emîri, Deccâl ne vakit zuhûr edecek, diye sorduğu; Ali’nin de, insanlar namazı bıraktıkları, emânete hıyânet ettikleri, yalan söylemeyi helâl bildikleri, harâm yedikleri, rüşvet aldıkları zaman, diye cevap verdiği ve daha birçok alâmetler zikrettiği; Asbag bin Nübâte’nin, Deccâl kiimdir, sorusuna da, Sâyid bin Sayd’dır, onu gerçek bilen şakaavete düşer; yalanlayan kutluluğa erer; İsfahan civarındaki Yahudi köylerinden birinden çıkar, sağ gözü yoktur, öbür gözü alnındadır ve seher yıldızı gibi parlar; içinde de kanlı bir pıhtı vardır; iki gözünün arasında kâfir yazılıdır; yazı bilen de okur, bilmeyen de… buyurduğu Ehlibeyt’ten rivâyet edilen hadîslerdendir.
Mevlâna, burada Deccâl sözüyle hem bu hadîslere işaret etmekte, hem de kendini iyi gösterip içyüzden kötülüğe çalışan münâfıkların, Deccâl’in yardımcıları olduklarını bildirmektedir.”
Hazreti Mevlâna, bu beyitin devamında, ‘isterse her birimiz birer doğan ve simurg olalım; yüzbinlerce tuzağa ve yem tuzağına düşmüş hâris kuşlar gibiyiz’ diye buyuruyor.
Simurg, çok yükseklerde uçan ve yeryüzüne hiç inmeyen bir kuştur; hattâ yumurtasını bile havada yapar; yavrusu, yeryüzüne düşerken yumurtadan çıkar ve hemen uçmaya başlar. Simurg’un en çok bilinen özelliği yanarak kül olmak suretiyle ölmesi ve küllerinden yeniden doğmasıdır ve tasavvufta olgunluğu ve Allah’a yakınlaşmayı temsil eder.
Feridüddîn-i Attar, ‘Mantıku’t-tayr’ isimli eserinde Simurg’u şöyle târif eder: “Simurg’un yüzü güneşe benzer. Ancak bir nîkab ile örtülüdür. Yüzünü açarsa bütün gölgeler silinir. Onun yüzüne bakılamaz, ancak gölgesine bakılabilir. Ancak onun yansıması, gönül aynasında görülebilir. Simurg, âleme gölgesini saldıkça bu kuşlar meydana gelir. Âlemdeki kuşların suretleri hep onun gölgesidir. Simurg var olmasa, apaçık meydanda olmasa hiç gölgesi olur muydu?”
Yâni Hazreti Mevlâna burada bizlere, Simurg bile olsan kendine güvenme, benliğe kapılma, yol tuzaklarla dolu bir yoldur, demek istemektedir ve bu yolda tevekkül ve teslimiyetin önemini vurgulamaktadır.
Nitekim, Hasan Dede de, “Ölü olduğunu bilip, dirilmek isteyenin yardımcısı Allah’tır” der ve “Bir Hakk dostuyla, yâni bir mürşid-i kâmille yola çıkıldığında tam bir teslimiyet içinde olunursa, ölümün arkasından dirilik doğar… Tam bir teslimiyet içinde olmak demek, kendi aklını bırakarak, ikrâr verdiğin mürşidine uymak, onun aklıyla aklını büyütmek ve olgunlaştırmaktır. Çünkü gerçek kâmil mürşidin bağlı olduğu yer Hazreti Muhammed’dir” diye buyurur.
Fakat malesef bizler çoğu zaman, Peygamber Efendimizin bir hadîsinde, “Benimle sizin aramızdaki mesele, yaktığı ateşin üzerine hücûm eden pervâneler ve kelebekler ile, onları ateşe düşürmemek için çabalayan kimseye benzer. Ben sizi kuşaklarınızdan tutarak ateşten korumaya çalışıyorum, siz ise benim elimden kurtulup ateşe atılmaya çalışıyorsunuz” diye buyurduğu üzere, nefsimizin tuzaklarına düşmekte, kendimizi ateşlere atmaktayız.
Ve Hazreti Mevlâna’nın 378. beyitte, ‘buğdayın noksanlaşması farenin hilesindendir’ dediği gibi, ambarımızda biriktirdiğimiz ibâdet buğdaylarını, ‘fare, ambarımızı deldikçe’ yitirmekteyiz. Bu sebeple, ‘önce farenin şerrini defetmeli, sonra buğday biriktirmeye çalışıp, çabalamalı!’
381. beyitte ise Mevlâna, Peygamber Efendimizin, “Namaz, ancak huzur-u kalple kılınır” hadîsine işaret etmektedir.
Peygamber Efendimiz bir diğer hadîsinde de, “Beş vakit namaz, insanın kapısının önünden akmakta olan ve her gün beş kere içine dalınıp yıkanılan nehir gibidir” diye buyurur.
Mevlâna, Fihî Mâ-Fîh adlı eserinde namaz hakkında şöyle buyurur ve der ki: “Namazın canı namazdan üstündür. Namazın canı imandır. İman namazdan üstündür. Çünkü namaz, beş vakitte farzdır; imansa sürüp giden bir farz. Namaz, bir özürle kılınmayabilir, geciktirilmesi câizdir; burda da imanın namazdan bir üstünlüğü var; çünkü iman hiçbir özürle bırakılamaz, geri atılamaz. Namazsız imanın faydası vardır, imansız namazsa fayda vermez; iki yüzlülerin namazı gibi…”
Hasan Dede, bizlere Hazreti Ali’nin namazından örnek vererek, “Hazreti Ali, daha namazda kıyâmda dururken çocuk gibi ağlar, titrer, gözyaşları yanaklarından sel gibi akardı” diye anlatır, “Çünkü o, Hazreti Resûlallah gibi aynı yükü taşımaktaydı. Onun bu hâlini görenler, ’Bu hâlin nedir yâ Ali? Namaz kılarken bir çocuk gibi ağlıyorsun?’ diye sorduklarında, Hazreti Ali onlara şu cevabı verdi: ‘Emânet vakti geldi. Allah o emâneti göklere, yere ve dağlara arz etti de onlar bu emâneti yüklenmeyi reddettiler. Allah onlara acıdı. Bu yükü insan yüklendi. Üzerime aldığım bu vazîfeyi lâyıkıyla yerine getirememekten korkuyorum!..”
Ferîdûn bin Ahmed-i Sipehsâlâr da, risâlesinde Mevlâna’nın namazından misâl verir ve şöyle buyurur: “Hüdâvendigâr Hazretleri, istiğrâk, tam bir alçakgönüllülük, niyâz ve daimi bir tevâzu içinde namaza dalardı ve niteliksiz Tanrı’nın sıfatlarıyla birleşirdi. Zaten namazdan maksat da o birleşmedir. Nitekim Peygamber: ‘Namaz, Tanrı ile birleşmedir; ancak bu birleşmenin şekilde olduğunu dışı gören halk görmez’ buyurmuştur. Peygamber Hazretleri, ‘Namaz ancak kalb huzuru ile olur’ hadîsini bu namazın sırrı sebebiyle buyurmuştur.”
İşte ne güzel der Mevlâna… “Namaz bir kalıptır; başı tekbir sonu ise selâm. Ama aşıkların namazı başkadır; onlar kalıba sığmazlar… Mihrâbı dost cemâli olan aşıklar için, yüz çeşit namaz, yüz çeşit rükû ve secde vardır.”
İnşallah cümlemize böyle namazlar nasîb olsun…
Şiir:
“Pîrim ve muradım, derdim ve devâm,
Açıkça söyleyeceğim:
Sen benim güneşimsin ve üstâdımsın.
Senin sâyende Hakk’a eriştim.
Hakk’ın güneşi benim sırrımdır,
Dergâhı niyâzımdır,
O benim namazımın kıblegâhıdır.”