MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XLVIII

Hıristiyanları azdırmak hususunda vezirin başka bir hile kurması.

549. O vezir, kendince bir hile kurdu. Vaaz ve nasihati bırakıp hâlvete girdi.

550. Müritleri yakıp yandırdı. Tam kırk, elli gün hâlvette kaldı.

551. Halk, onun iştiyâkından, hâl ve tavrıyla sözünden, sohbetinden uzak düştükleri için deli oldular.

552. Onlar yalvarıp sızlanıyorlardı, vezir ise hâlvette riyâzâttan iki büklüm olmuştu.

553. Hepsi birden “Biz sensiz kötü bir hâle düştük, karışıklık içindeyiz. Değneğini yeden birisi olmadıkça körün ahvâli ne olur?

554. İnâyet et. Allah için olsun, bundan ziyâde bizi kendinden ayırma!

555. Bizler çocuk gibiyiz, sen bize dadısın; sen bizim üzerimize o gölgeyi döşe” demişlerdi.

556. Vezir dedi ki: “Ruhum dostlardan uzak değildir. Fakat dışarı çıkmaya izin yok.”

557. Emîrler ricâ ve şefaate, müritler de kendilerini yermeye başladılar:

558. “Ey kerem sahibi! Bu ne kötü tâlih ki sensiz gönülden de yetim kalmışsızdır, dinden de.

559. Sen bahaneler ediyorsun, biz ise dertle yürek yangınlığından soğuk soğuk ah edip duruyoruz.

560. Biz senin güzel sohbetine alışmışız. Biz senin hikmet sütünle beslenmişiz.

561. Allah aşkına bize bu cefâyı yapma; lütfet, bugünü yarına bırakma!

562. Gönlün razı olur mu, aşıkların, akîbet istifâdesiz kalsınlar?

563. Hepsi de karadaki balık gibi çırpınıyorlar. Suyu aç, ırmağın bendini yık!

564. Ey zamânede nâziri olmayan zât! Allah aşkına halkın imdâdına yetiş!”

Bir rivâyete göre nefsi mahkum edip, beş bin yıl ateşe atmışlar, ateşten çıkardıklarında, nefse “Sen kimsin?” diye sormuşlar. 

“Ben benim, sen sensin” diye cevap vermiş. Çektiği cefâyı unutmuş, yine benlikle ortaya çıkmış. 

Haydi… on bin yıl daha ateşe atalım, demişler. Sonuç yine aynı. Bakmışlar ki insan olmuyor. Ne yapalım? diye düşünmeye başlamışlar. Sonra, bütün arzularını keselim, isteklerinden mahrum edelim demişler ve aç bırakmışlar.

Nefs açlığa girince, Allah sormuş: “Ben kimim?” 

Nefs, şu cevabı vermiş: “Sen Rabbimsin, ben senin kulunum.” 

Demek ki nefs, riyâzâtla kulluğa giriyor, Rabb’ini tanıyor. Ateş bile riyâzât gibi nefsi terbiye edemiyor.

Hasan Dede buyuruyor ki: “Demirciler kazma, kürek yapmak için, demiri ateşe sokar, seve seve döverler; sonra çıkarır, soğuturlar. Her vakit ateşte kalsa, olmaz. Bir içeri, bir dışarı. Böyle daha tatlıdır. Ancak Allah aşıkları, bütün bu hâlleri, ahlâkları, sevgileri, korkuları, kızmaları tepeleyip geçerler. İki kardeş bile, icâbında birbirlerine zıt olabiliyor; fakat iki Allah aşığının birbirine zıt oldukları hiç görülmüş müdür? O ister ki diğeri ihyâ olsun; diğeri de ister ki o ihyâ olsun. Onların birbirlerini sevmeleri, ebedî hayat demektir. Tapmanın özü, esası, sevmedir. Mevlâ’yı da sevgiyle buluruz, belâyı da. Onun için seveceğimiz kimseyi, iyi tâyin etmeli. Çünkü sevgi, sevdiğimiz kimsenin ahlâkını bölüşmek demektir.”

Peygamber Efendimiz, bir hadîsinde, “Allah için birbirlerini seven ve birbirleriyle dürüst ve sadıkâne dostluk kuranlar, Arş-ı İlâhî’nin gölgesinde dinlenirler” diye buyurmaktadır.

Hazreti Mevlâna, “Çalışmalar çeşit çeşittir” der, “Çalışmaların en ulusu, Tanrı’ya yüz tutmuş, bu âlemden yüz çevirmiş dostlara karışmaktır. Temiz dostlarla düşüp kalkmaktan daha çetin hiçbir savaş yoktur. Çünkü onları görmek, nefsi, bedeni eritip yok etmek demektir.”

Şems-i Tebrizî Hazretleri’nin bir benzetmesi vardır, şöyle seslenir: “Kimyonu Kirman’a götürmekte ne fayda var? Tanrı kapısına da canını götürsen bunun aynıdır, ne faydası var? O kapı canların yaratıldığı yerdir, oraya orda olmayan bir şey götür. Sen O’na niyâz ve yalvarma, yakarma götür. Zîrâ niyâzsız olan Allah, niyâzı sever. Oraya yokluğunu götür ki, sana lütûfta bulunulsun. O da aşktır. Bir kere aşk tuzağına düştün mü? O seni sarar gider…”

Beyit:

“Benim şarabım aşk ateşidir; hem de, bu şarabı Hakk lütfetmekte, sunmaktadır! 

Canını böyle bir ateşe odun etmediğin için yaşayış sana harâm olsun!..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XLVII

Vezirin bu hilede ziyâna uğraması.

521. Padişah gibi vezir de cahil ve gâfildi. Varlığı vâcib olan kadîm Tanrı ile pençeleşiyordu.

522. Öyle kudretli bir Tanrı ile pençeleşiyordu ki bir anda yoktan bu âlem gibi yüz tanesini var eder.

523. Senin gözüne kendini görmek hassâsını verince nazârında âlem gibi yüzlerce âlem meydana getirir.

524. Her ne kadar dünya senin yanında azâmetli ve nihâyetsizse de bil ki kudrete karşı bir zerre bile değildir.

525. Zaten bu âlem sizin canlarınızın hapishânesidir; uyanın, o tarafa gidin! Zîrâ o taraf, sizin sahrânız, mesîre yerinizdir.

526. Bu âlemin hudûdu vardır, o âlem ise esâsen hadsizdir. Nakış ve suret, o mânâya settir, mâniâdır.

527. Firavun’un yüzbinlerce mızrağını tek bir Musa’nın bir tanecik âsâsıyla kırdı.

528. Yüzbinlerce Calinus’un yüzbinlerce hekimlik hünerleri vardı; İsa’nın ve nefesinin yanında bâtıl oldu.

529. Yüzbinlerce şiir defterleri vardı, bir tek Ümmî’nin kitabına karşı ayıp ve âr hâlinde geldi.

530. Aşağılık olmayan kişi böyle gâlib Tanrı huzurunda niçin ölmesin?

531. Çok dağ gibi gönülleri kopardı. Kurnaz kuşu, iki ayağından asakoydu.

532. Akıl ve zekâda kemâle ermekle Tanrı’ya varılmaz. Padişahın fâzıl ve ihsânı aczini bilen kişiden başkasını kabul etmez.

533. Hey gidi hey… Çok köşe bucak kazıcı ve hazine doldurucular; o kurup duran kişiye, o öküze maskara oldular.

534. Öküz kimdir ki sen onun maskarası olasın. Toprak nedir ki sen onun otu olasın.

535. Bir kadının kötü işten yüzü sararınca, utanınca; Tanrı, onu çarpıp Zühre yıldızı yaptı.

536. Bir kadını Zühre yapmak çarpma oldu da; balçık hâline geliş, çarpılma değil midir be inatçı?!

537. Ruh, seni en yüksek göklere çıkarırken sen en aşağılıklara, su ve çamura doğru gittin.

538. Akılların bile imrendiği öyle bir varlığı, bu alçaklık yüzünden değiştin.

539. Şimdi bak, bu senin kendini çarpman nasıl? O çarpılma yanında bu, gayet aşağı.

540. Himmet atını yıldız cihetine sürdün, nücûm ilmiyle uğraştın da secde edilmiş Âdem’i tanımadın!

541. Ey hayırsız evlâd! Nihâyet sen âdemoğlusun, ne vakte dek alçaklığı şeref sayarsın?

542. Niceye dek “Ben âlemi zaptedeyim, bu cihanı kendi varlığımla doldurayım” dersin?

543. Dünyayı baştan başa kar kaplasa güneşin harâreti, bir görünüşte onu eritir.

544. O vezirin vebâlini de, daha onun gibi yüzbinlercesinin vebâlini de Tanrı bir kıvılcımla yok eder.

545. O, aslı olmayan hayalleri, tamamiyle hikmet yapar; o, zehirli suyu şerbet hâline getirir.

546. O zân ve şüphe doğuran sözleri, hakikat ve yakîn hâline getirir. Kin ve adavet sebeplerinden dostluk ve muhabbet belirtir.

547. İbrâhim’i ateş içinde besler; korkuyu, ruhun emniyeti ve selâmeti yapar.

548. Onun sebep yakıcılığına hayrânım. Onun hayallerinde sôfistaî gibiyim!

“Kim nefsi ile barışıksa, bilsin ki Allah ile pençeleşmektedir” diye buyuruyor Seyyid Burhâneddin Hazretleri.

Ve yine şöyle diyor: “Denizdeki canavardan korkmayın, nefsinizdeki canavardan korkun.” Yâni nefs, insanın en büyük düşmanıdır.

Peygamber Efendimiz, Uhud Savaşı’ndan döndükten sonra sahâbesine şöyle seslenir: “Bu savaş küçük bir savaştı; asıl büyük savaş bundan sonra başlayacak.” 

“Nedir o büyük savaş?” diye sorduklarında da şu cevabı verir: “Bu savaşta görünen düşmanla savaşıyorduk, fakat bundan sonra görünmeyen düşman olan nefsinizle savaşacaksınız.”

“Nefsini bilen Rabbini bilir. Nefsinin isteklerine boyun bükmeyen Allah’ını bulur, rahata kavuşur” der Hasan Dede.

Ve bir şiirinde de,

“Her belâya göğüs germek, her erenin harcı değil ey can. 

Ejderha denilen nefsi öldürmek, her milletin kârı değil ey can. 

O nefsin zehrini panzehir yapan, hiç Hakk’ı bilir mi nefsine tapan, 

Bir mürşid-i kâmile varıp eteğin tutan, hakikatte mahrum kalmaz ey can” diye seslenir.

Bu yolda, yâni nefsimizle mücâdelede en büyük yardımcımız, o yollardan geçmiş ve nefsin tuzaklarından haberdâr olan kâmil mürşittir. Zîrâ onun ilmiyle yolcu, çöllerden kurtulup sahrâya, mesîre yerine giden yolları öğrenir. Sahrâ ve mesîre yeri, suretten kurtulmak, özgürleşmek demektir. Nitekim, ‘nakış ve suret, o mânâya settir, mâniâdır.’

“Bunu da insana ancak aşk yaptırır” der Hasan Dede, “Ama eğer insanda aşk yok, sevgi yok ise; kendi ilmine güvenerek yola koyulmuş, kendi aklını beğenmiş ise o, ancak kendini kandırmış olur ve hiçbir yere varamaz.”

Nitekim, ’akıl ve zekâda kemâle ermekle Tanrı’ya varılmaz; padişahın fâzıl ve ihsânı aczini bilen kişiden başkasını kabul etmez.’

“Edeb, aşktan alınır” diye buyurur Mevlâna.

Hasan Dede de şöyle bir misâl verir: “Aşık sevgilisi ile buluşacağı zaman, bütün gece sevgilisine sunmak için güzel şiirler düşünür. Buluştukları zaman sevgilisi güzel bir yüz tutup, aşığına öyle derinden bakar ki aşık bunu görünce bütün yazdıklarını, bildiklerini unutur. Acaba bu söz onu incitir mi? İncitirsem kaybederim, diye düşünerek, bütün gece hazırladığı güzel şiirlerden, bir tanesini dahî sevgilisine söylemekten çekinir.”

İşte, aşk insanı böyle edebe getirir; ’yüzbinlerce şiir defterleri, bir tek Ümmî’nin kitabına karşı ayıp ve âr hâline gelir.’

“İnsan çok mukaddes bir varlıktır, fakat aczini, yâni yokluğunu bilirse” der Hasan Dede ve şöyle devam eder: “O büyüklük de bizim değil Allah’ın büyüklüğüdür. Mâdemki barış savaş olur, savaş da barış olur. O halde her istediğini yapan o Yüce Yaratıcının elindeki sanat kudretini bilmek gerek.”

Ne güzel buyurur Yüce Mevlâna… 

“Mânâda var ama sözde yok olanı kim görmüştür? Gönülden beliren, dilde yok olanı kim gördü? Dünyanın varlığı olup da dünyada yok olanı kim gördü? Varlıkta da yoklukta da böyle bir ‘Yok’u kim gördü?..”

535. beyitte geçen ‘kadın’ teşbihine istinâden; Peygamber Efendimiz bir hadîsinde, “Kadın, erkeğin diğer yarısıdır” diye buyurur. 

Hazreti Mevlâna da der ki: “Bu kadınla erkek, nefsle akıldır. Aklı erkek bil. Kadın da bu nefs ve tabîattır. İyi kişiye de mutlaka lâzımdır, kötü kişiye de. Bu ikisi, toprak yurtta esir ve mahpusturlar. Gece gündüz savaşta, macera içinde.”

Kur’an-ı Kerim’de, “İman edenler ki, onların gönülleri Allah’ın zikriyle huzur ve sükûna kavuşmuştur. İyi bilin ki, gönüller yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur ve huzur bulur” (Râd, 28) diye buyrulur.

Fakat malesef insan, Allah’ın yeryüzünde yarattığı bozguncu ve kan dökücü tabîatından dolayı (Bakara, 30) ‘ruh, onu en yüksek göklere çıkarırken o, en aşağılıklara, su ve çamura doğru gider; akılların bile imrendiği öyle bir varlığı, bu alçaklık yüzünden değişir. Himmet atını yıldız cihetine sürer, nücûm ilmiyle uğraşır da secde edilmiş Âdem’i tanımaz!..’ Yâni hakikatte ne olduğunu bilmez ve kimliğinden habersiz, ‘Ben âlemi zaptedeyim, bu cihanı kendi varlığımla doldurayım’ der durur.

“Allah’ın özü ruh, zuhûratı ise nurdur” der Hasan Dede, “Beden uyur ama ruh uyumaz… Son perde, insanın kendisidir. Dünyanın, gaflet veren ve gönül aldatan süsünden temizlenmek gerek ki, nefsin tuzaklarına tutulup gaflete düşmeyesin. Büyük bir iman ve aşkla Hakk yoluna baş koyan kişi, insana yaraşmayan vasıflardan kurtulur, temizlenir… Aşk ne demektir? Kendinden geçmek demektir. Aşk, sevgilide ölmektir. Tek varlık olarak onu bilmektir. Aşk ile kanat açan kişi lâmekana uçar, gafletlere düşmez… İnşallah hepimiz böyle aşıklar oluruz. Allah, bizleri Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, Hazreti Mevlânamızın ve Pîran Efendilerimizin muhabbetlerinden, onların aşklarından bir an dahî mahrum etmesin.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XLVI

İhtilâf; gidiş tarzındadır, yolun hakikatinde değil.

500. O, İsa’nın bir renkte oluşundan koku almamıştı. O, İsa küpünün mizâcından huy kapmamıştı.

501. Yüz renkli elbise, İsa’nın saf küpünden sâbâ rüzgârı gibi sade ve lâtif bir hâle gelir, tek bir renge boyanırdı.

502. Birlikteki bu tek renklilik, insana usanç ve sıkıntı veren tek renklilik değildir. Belki o tek renk deniz gibidir, ona dalanlar da balık gibi hayat ve neşe içindedirler.

503. Karada gerçi binlerce renk var, ama balıkların kurulukla cengi var!

504. Misâl olarak söylenen balık kimdir, deniz nedir ki yüce ve ulu padişah, ona benzesin!

505. Varlık âlemindeki yüzbinlerce deniz ve balık, o ikrâm ve ihsân huzurunda secde ederler.

506. Nice ihsân yağmuru yağdı da deniz, inciler saçıcı bir hâle geldi.

507. Nice kerem güneşi nur saçtı da bulut ve deniz, cömertlik öğrendi.

508. Suya ve toprağa zâtının ışığı vurdu da o sebeple yeryüzü, tane ve tohum kabul eder oldu.

509. Toprak emîndir; ona her ne ekersen hıyânet görmeksizin onun cinsini toplar, devşirirsin.

510. Toprak bu emînliği o emînlikten bulmuştur, çünkü adâlet güneşi ona nur saçmıştır.

511. İlkbahar, Hakk fermanını getirmedikçe, toprak sırrını nice açığa vurur?

512. O, öyle bir cömert ve vericidir ki bu haberleri, bu emînliği ve bu doğruluğu bir cemâda, kuru yeryüzüne vermiştir.

513. Fâzıl ve ihsânı, kuru toprağı haberdâr eder, kahır ve celâli de akıllı insanları kör eyler.

514. Canda, gönülde o coşmaya tâkât yoktur. Kime söyleyeyim? Cihanda bir tek kulak yok!

515. Nerde bir kulak varsa; onun yüzünden, göz oldu. Nerde bir taş varsa; onun lütfuyla yeşim taşına döndü.

516. Kimyâyı meydana getiren odur, kimyâ ne oluyor ki? Mucize bağışlayıcıdır, simyâ ne oluyor ki?

517. Benim bu övüşüm, övmeyi terk etmenin tâ kendisidir; çünkü bu övüş, varlık delilidir, varlık ise hatadır.

518. Onun varlığına karşı yok olmak gerektir; onun huzurunda varlık nedir? Mânâsız bir şeyden ibarettir!

519. Varlık kör olmasaydı… Ondan erirdi, güneşin harâretini tanır, anlardı.

520. Bu zâhirî vücudun, Allah’ın varlığıyla var olduğunu bilmemesi körlüğüne delildir.

Kur’an-ı Kerim’de, Bakara sûresinin 138. âyetinde, “Biz, Allah’ın boyasıyla boyanmışız. Boyası Allah’ınkinden daha güzel olan kimdir? Biz O’na ibâdet edenleriz” diye buyrulur.

Allah’ın boyası, tek renkliliktir; fakat, ‘birlikteki bu tek renklilik, insana usanç ve sıkıntı veren tek renklilik değildir’; hattâ renksizliktir, vahdettir.

Peygamber Efendimiz, bir hadîsinde, “Allah varken, O’nunla birlikte hiçbir şey yoktu” diye buyuruyor. 

Sultan Veled Hazretleri, İbtidânâme isimli eserinde şöyle der: “Ebedî olan renkler, renksizlikten meydana gelir; renksizliğe karşı renkler, ancak bir görüntüdür, Kırmızı, beyaz renk, çınar ağacında, gülde, söğütte, bahar yüzünden görünmez mi? Bağda, bahçede çeşit çeşit renkler boyayan görünmeksizin belirir. Ama bütün bu renkleri meydana getiren bahar, ebedî diri olan Allah’dandır; bahar, o renklerden de arı durudur. Sen dâvâyı bırak da gözünü aç, anlamı böyle anla. Asıl olan, renksizliktir; asla yürü, ona kavuşmaya çalış. Senden yüzlerce cihanın var olması için varlığın, aslın olan yokluğa karşı yok olmalı. Böylece de bütün nakışlar senden meydana gelmeli; yeniden yeniye sanatların geçip gitmeli; tekrar belirip görünmeli. Tertemiz zâtın, seninle kâim olmalı; sanatlar, boyuna senden vücud bulmalı. Ama bu sanatlar da kalmaz; geçer gider; ne mutlu o kişiye ki Allah sırrını bilir anlar. O sırrı elde etmek için bu başı oynar, candan geçer; bu evi bırakır, o kapıyı açar. Varlıktan, benlikten tümden geçer, varlığını yok eder; iyilikten de tamamiyle kurtulur, kötülükten de. Bütün bu vasıflardan arınır; Kâbe’yi başsız ayaksız tavâf eder. Varlığını tümden yok eden; şarapsız, sağraksız sarhoşluğa dalar.”

Allah’a dalan aşıklar, onun denizinde balıklar gibidirler; onlar denizden hayat bulurlar, denizden çıkarlarsa yaşayamazlar. Bu sebeple, onların, ‘kurulukla cengi var’dır.

Biz, Hazreti Muhammed’in aşıklarıyız. O, sonsuz bir okyanustur; bu âlemlerin yaratılmasına sebep Hazreti Muhammed Efendimizdir.

Hasan Dede, “Hazreti Muhammed Efendimizin nuru daha âlemler yaratılmadan var idi” der, “Bundan sonra da ilâhî varlığı ile her anda bâkî olacaktır.”

Onsekizbin âlemin Mustafa’sı, “Levlâke levlâk lemâ halâktü’l eflâk” hitâbının sahibi olan Peygamber Efendimiz bir kudsi hadîs-i şerîfinde de, “Cenab-ı Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur. Âdem çamurla balçık arasındayken ben Peygamberdim” diye buyurmuştur. 

Hazreti Mevlâna, “Hangi milletten, hangi dinden olursa olsun, herkeste Muhammed’in nuru var. Meleklerin Âdem’e secde edişi de yine bu, Muhammedî nur sebebiyledir” der ve bir kasîdesinde şöyle buyurur: 

“O, öyle bir varlıktır ki, varlığının güneşi balçık doğusundan doğmadan önce ışığının parıltıları sabah gibi âlemi nura gark etmişti.”

İşte o nura erişen, ’nerde bir kulak varsa, onun yüzünden, göz olur; nerde bir taş varsa, onun lütfûyla yeşim taşına döner.’

Hasan Dede, “Secdenin hakiki mânâsı başı yere koymak değil, Allah’ı sevmektir; kendinden geçerek sevmektir” der, “Cezbe, aşkın tekâmülüdür. Halvet, kimseyi dinlememek, Allah’la beraber olmaktır. Biz halvet hâlinde değil miyiz? Bir şeye şiddetli bir alâka duyan insan, o şeyle halvettedir. Yüce Mevlâna, ’Sen bizimle beraber olunca, hakikati görürsün. Yalnız dudaklarınla değil gül gibi bütün bedeninle gülmeğe başlarsın. O zaman ayaklarındaki dünyaya ait istek bağları çözülür, hayrete kavuşursun ve her şey sana apaçık gösterilir’ diye buyuruyor mu?…”

Nitekim, bir şiirinde de,

“Hakikat nurunu seyretsem senin, 

Cemâlini görmek maksûdum benim, 

Arz u semâvatta bu ziyâ, bu nur senin, 

Medet medet der de yanar bu gönül…” diye seslenir Hasan Dede. 

Abdülbâki Gölpınarlı, 516. beyitte geçen ‘kimyâ’ ve ‘simyâ’ ile ilgili olarak şu açıklamayı yapar: “Kimyâ, gümüş, bakır ve daha başka mâdenleri eritip iksir denen, ne olduğu da bilinmeyen bir şeyi de bu erimiş halîtaya katarak altın yapma sanatıdır. Bu sanat yüzünden nice adamlar iflâs etmiş, iksir buldum, mâdenlerin terkiplerini elde ettim diyen nice açıkgözler de geçinmiştir. Simyâ, gözbağcılıkla, olmayan şeyleri görmektir. Asıl kimyâ, gönülleri, ayarı tam altın hâline getiren erenlerin nazârıdır, onların tasarrufudur. Nitekim, Mevlâna bir sohbetinde buyurur ki: ‘Birisi, bir gün içinde Kâbe’ye gider. Bu o kadar şaşılacak bir şey de değildir; kerâmet de değil. Samyelinde de bu kerâmet var; bir günde, bir solukta dilediği yere gider. Kerâmet ona derler ki seni aşağılık bir hâlden yüce bir hâle getirsin de oradan buraya, bilgisizlikten akla, cansızlıktan canlılığa sefer edesin.’ Sûfîlerin birçoğu kimyâyı kerâmetin başı sayarlarken, Mevlâna, kimyâyı böyle anlamış, kerâmeti böyle anlatmış ve, ‘Efendi, iki dünyada da, senin yüzünü görmekten başka kerâmet ne vardır, ne olmuştur, ne de olur’ demiştir.”

Ne güzel söyler Sultan Veled Hazretleri…

“Aşıklara yol yordam yoktur; onların aşklarında sebep tozu bulunmaz, renksizlikte renk arama…

Derde dermân erişti mi, iyice bil ki dert, dermân olur; işte bunun gibi Allah da tecellî edince ne insan kalır, ne renk, ne koku.

Hakk’tan başka her şey yok olur; varlık karanlığı ışıkla dolar…”

Nitekim, Mevlîd-i Şerîf’te de, 

“Cenab-ı Hakk kün yarattı Âdem’i, kıldı Âdem’le müzeyyen âlemi, 

Mustafa nurunu alnına koydu. Bil! Habîbim nurudur bu! dedi…” diye tilâvet edilmektedir.

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XLV

Hıristiyanların oniki kısmı.

458. Hükümetleri zamanında, İsa kavminin oniki emîri vardı.

459. Her fırka bir emîre tâbîydi; kendi beyine tamah yüzünden kul olmuştu.

460. Bu oniki emîr kavimleri, o kötü vezire bağlanmışlardı.

461. Hepsi, onun sözüne itimâd ediyordu, hepsi onun mesleğine uymuştu.

462. O, “öl” der demez her emîr hemen o anda ölürdü.

Vezirin İncil ahkâmını karıştırması.

463. Vezir, her emîrin adına birer tomar düzdü. Her tomarın yazısı, başka bir olaydı.

464. Her birinin hükmü başka bir çeşittir. Bu baştan aşağıya kadar ona aykırıdır.

465. Birinde riyâzât ve açlık yolunu tövbenin rüknü, Tanrı’ya dönüşün şartı yapmış,

466. Birinde “Riyâzât faydasızdır, bu yolda cömertlikten başka kurtuluş yoktur” demişti.

467. Birinde demişti ki: “Senin açlık çekişin, mal verişin mâbuduna şirk koşmadır.

468. Gam ve rahat zamanında Tanrı’ya dayanmak ve tamamiyle teslim olmaktan gayrı hepsi hiledir, tuzaktır.”

469. Öbüründe demişti ki: “ Vâcib olan hizmettir, yoksa tevekkül düşüncesi suçtan ibârettir.”

470. Birinde, “Dindeki emir ve nehiyler, yapmak için değil, aczimizi bildirmek içindir.

471. Tâ ki onlardan yana âciz olduğumuzu görelim de Tanrı kudretini bilelim, anlayalım” demişti.

472. Öbüründe, “Kendi aczini görme, uyan, kendine gel; o aczi görme, küfrânı nimettir.

473. Kendi kudretini gör ki bu kudret ondandır. Kudretini, onun nimeti bil ki, kudret odur” demişti.

474. Birinde demişti ki: “Bu ikisinden de geç, nazârına her ne sığarsa put olur!”

475. Öbüründe, “Bu mumu söndürme ki bu görüş, meclise mum mesâbesindedir.

476. Eğer nazârdan ve hayalden geçersen geceyarısı visâl mumunu söndürmüş olursun” demişti.

477. Birinde demişti ki: “Söndür, hiç korkma ki yüzbinlerce karşılığını göresin.

478. Çünkü nazar mumunu söndürmekle can mumu artar, kuvvet bulur. Sabrın yüzünden Leylâ’n Mecnûn olur!

479. Kim, zâhitliği yüzünden dünyayı terk ederse dünya onun önüne çok, daha çok gelir!”

480. Başka birinde, “Hakk sana ne verdiyse onu icâd ederken tatlılaştırmıştır.

481. Kolaylaştırmıştır. Onu güzelce al; kendini zahmete sokma” demişti.

482. Birinde demişti ki: “Kendine ait olanı terk et, çünkü tabîatının kabul ettiği, merduttur, kötüdür.

483. Birbirine aykırı yollar, nefse kolaydır, herkese bir din, can olmuştur.

484. Eğer Hakk’ın din işlerini kolaylaştırması, doğru bir yol olsaydı her Yahudi ve Mecûsî, Tanrı’yı duyar, anlardı” demişti.

485. Öbüründe demişti ki: “Kolay, odur ki gönlün hayatı ve canın gıdası ola.

486. Tabîatın hoşlandığı her şey, vakti geçince, çorak yere ekilmiş tohum gibi mahsûl vermez.

487. Onun mahsûlü, pişmanlıktan başka bir şey olmaz; onun kazancı, sahibine ziyândan başka bir şey getirmez.

488. O zevk, sonunda da önünde olduğu gibi kolay ve hoş görünmez; nihâyette adı güç olur, güçleşmiş bir hâle gelir.

489. Sen güçleştirilmişle, kolaylaştırılmışı, birbirinden ayırt et; bunun yüzünü de sonuna nazâran gör, onun yüzünü de sonuna nazâran.”

490. Bir tomarda da, “Bir üstâd ara. Âkıbeti görme hassasını nesepte bulamazsın.

491. Her çeşit din sâlikleri üstâd aramaksızın, peygamberlere tâbi olmaksızın işlerin âkıbetlerini gördüler, kendi akıllarınca netice hakkında istidlâllerde bulundular da bu yüzden hata ve dalâlete düştüler.

492. Âkıbet görme; elle dokunmuş, örülmüş değildir. Böyle olsaydı dinlerde nasıl ayrılık olurdu?” demişti.

493. Bir tanesinde demişti ki: “Usta da sensin; çünkü ustayı da sen tanırsın.

494. Er ol, erlerin maskarası olma; kendi başının çaresine bak, sersemleşme.”

495. Bir diğerinde, “Bunların hepsi birdir. İki gören kimse şaşı adamcağızdır” demiş,

496. Bir tomarda da, “Yüz, nasıl bir olur, bunu kim düşünür, meğerki deli olmasın!

497. Bunların her biri, öbürünün zıddıdır. Gayrı zehirle şeker nice bir olur?

498. Zehirden de, şekerden de geçmedikçe vahdet bahçesinden nice koku alabilirsin?” demişti.

499. O İsa dinine düşman olan vezir bu tarzda, bu çeşitte oniki tomar yazdı.

Hasan Dede, “Dinimizde oniki mezheb vardır, fakat bunların dördü ayaktadır, bugün dört mezhebe Hakk diyoruz. Yâni, İmam-ı Cafer Sadık, İmam-ı Hanbelî, İmam-ı Mâlikî, İmam-ı Âzam’dan gelen mezhepler… Hepsinin mânâlarında Hazreti Muhammed Efendimiz tecellî etmiş ve onlar, Hazreti Muhammed’i, ibâdetlerini icrâ ederken ne şekilde görmüşlerse, kendi cemaatlerine de o şekilde çıkmışlardır. Bugün Kâbe’de, dört İmam; Şâfîsi, Hanbelîsi, Hanefîsi ve Mâlikîsi; diyelim ki sabah namazını edâ ederlerken imamîyete çıkıyorlar. O esnada Kâbe’yi yükseltsek, ortaya çıkan tabloda göreceğiz ki, dört İmam hakikatte birbirlerine rükû ve secde etmektedirler.”

Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, Râd sûresinin 4. âyetinde, “Yeryüzünde birbirine komşu kara parçaları, üzüm bağları, ekinler; bir kökten çıkan çok gövdeli ve tek gövdeli hurma ağaçları vardır ki hepsi aynı su ile sulanır. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir kavim için Allah’ın birliğini gösteren deliller vardır” denmekte ve En’am sûresinin 79. âyetinde de, “İnnî veccehtu vechiye lillezî fataras semâvâti vel ard – Ben, her dinden geçip yalnız Hakk’a secde ederek yüzümü o gökleri ve yeri yaratana çevirdim” diye buyrulmaktadır.

Hasan Dede bir hikâyede şöyle anlatır…

“Mevlâna’nın kâtibi Hüsâmeddin Çelebi, mezheb olarak Şâfî; Hazreti Mevlana ise, Hanefi’ydi. Hüsâmeddin Çelebi, Hazreti Mevlâna’yı çok sevdiği için arada mezheb farkı olsun istemiyordu. 

Bir gün, “Efendi Hazretleri, müsaade et ya ben mezhebine gireyim, ya da sen mezhebime gir, aramızda mezheb farkı olmasın” dedi. 

Hazreti Mevlâna cevap vermedi, gülümsedi. Mevlâna sadece gülümsemekle kalınca, Hüsâmeddin Çelebi, acaba böyle demekle hata mı yaptım diye düşüncelere daldı. 

Dayanamayarak tekrar Mevlâna’ya dedi ki: “Yâ Hüdâvendigâr, bir soru sordum cevap vermedin, gülümsedin. Acaba bu soruyla bir hata mı işledim?” 

Hazreti Mevlâna ona şöyle seslendi: “Ey ruhumun mertebesi Hüsâmeddin! Dini, mezhebi terk etmezsen âriflerin sırrına eremezsin. Hem dinin var, hem mezhebin. Nasıl ârif sırrına erer, âriflerle yol alırsın?” 

Hüsâmeddin Çelebi burada şaşırdı, Mevlâna onun mantığının alması için dedi ki: “Din olarak Muhammedî, mezheb olarak Şâfîsin. Dini İsevî, mezhebi Katolik olan ama güzellikte ay parçası gibi bir Rum kızı seni kendine aşık ederse, sendeki düşünce, sevgi hep o olur değil mi?” 

“Evet.” 

“Desene sen dininden de, mezhebinden çıktın. Karşı tarafa ağırlık verdin. İşte aşk ikisini de ortadan kaldırıyor. Onun için irfânlıkta, aşkta din ve mezheb geçerli değildir.”

Rubâi:

“Sevgili zarîftir, nâziktir; günâhı budur. 

Güzeldir, latîftir, hoştur; günâhı budur. 

Acaba hangi ayıbımı gördüler de ondan kaçıyorlar?..

Onun ayıbı yoktur, afîftir; günâhı budur.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XLIV

Vezirin hilesini aklı eren Hıristiyanların anlaması.

446. Zevk sahibi olanlar onun sözünde acılık karışmış bir tat sezdiler.

447. O, garezle karışık lâtif sözler söylemekte, gülsulu şeker şerbetinin içine zehir dökmekteydi.

448. Sözünün dış yüzü, yolda çevik ol, diyordu. Ardından da cana, gevşek ol demekteydi.

449. Gümüşün dışı ak ve berraksa da el ve elbise ondan katran gibi bir hâle gelir.

450. Ateş, kıvılcımlarıyla kızıl çehreli görünürse de onun yaptığı işin sonundaki karalığa bak!

451. Yıldırım, bakışta saf bir nurdan ibâret görünür; göz nurunu çalmak onun hassasıdır.

452. Vezirin sözleri, uyanık ve zevk sahibi olanlardan başkaları için bir boyun halkasıydı.

453. Vezir, padişahtan altı ay ayrı kaldı, bu müddet zarfında İsa’ya uyanlara penâh oldu.

454. Halk, umumîyetle dinini de, gönlünü de ona ısmarladı. Onun emir ve hükmü önünde herkes, can fedâ ediyordu.

Padişahın vezire gizlice haber göndermesi.

455. Padişahla onun arasında haber gidip geliyordu. Padişah, ona gizlice vaatlerde bulunuyordu.

* Nihâyet muradının hâsıl olması, Hıristiyanların toprağını yele vermesi için.

456. Padişah, “Ey devletli vezirim, vakit geldi, kalbimi gamdan tez kurtar” diye mektup yazdı.

457. Vezir de, “Padişahım; işte şimdicik İsa dinine fitneler salma işindeyim” diye cevap verdi.

Hasan Dede, “İlmin nihâyeti zevktir. İnsanın kendini bilmesi suretiyle öğreneceği ilim, onu bu zevke getirir. Cezbe ve aşk bile kayıt sayılır. Aşk sözde kalıyor, hâli tecellî etmiyorsa, aşk kayıttır” der.

Aşktan gözü aydın olmuş bir kişinin önünde her varlık zerre zerre aşikârdır, her birinin hâli onda ayna gibi apaçık görünür. İnsan olandan hiçbir şey gizli değildir. 

“Gönül mü Tanrı’dır, Tanrı mı gönül?” diye buyurur Mevlâna, “Hem sayılı, hem sayısız olan; hem kesrete dalan, hem vahdeti bulan gönülden başka her nakşın aksi geçip gider, ebedî değildir. Fakat ezelden ebede kadar zuhur edegelen her yeni nakış, gönüle akseder, orada perdesiz, apaçık surette tecellî eder.”

Yine der Mevlâna, “Ey yolcu, çalış her zerren göz olsun, çalış her zerren kulak olsun.” 

Hasan Dede, “İnsanın her zerresi göz olursa, ondan artık hiçbir şey gizlenemez, güneşten de üstündür. İnsanın her zerresi kulak olursa, o da artık her şeyden haberdârdır, her şeyi işitir. Çünkü artık Hakk ile Hakk olmuştur, Hakk’tan da hiçbir şey gizli değildir.”

Nitekim o vezir, ‘garezle karışık lâtif sözler söylemekte, gülsulu şeker şerbetinin içine zehir dökmekteydi’, fakat ‘zevk sahibi olanlar onun sözünde acılık karışmış bir tat sezdiler.’

Hazreti Muhammed Efendimiz bir hadîsinde buyuruyor ki: “Sana şüphe veren şeyi terk et, emin olduğun şeye ulaşıncaya kadar git. Zîrâ doğruluk kalbin emînliğidir, yalan şüphedir.”

Gümüş her ne kadar parlaksa da, elde karalığı meydana çıkar. Ateş ne kadar yalımlıysa da, dumanı is bırakır. Yıldırım ne kadar göz alıcıysa da, körlüğe sebep olur. 

İnsanların kalplerinde gizli olan sırları da ancak sarraf olan kâmil insan anlayabilir. Çünkü kâmil insan, mihenk taşı gibidir.

Mevlâna’nın buyurduğu üzere, “Hakla, bâtıl birbirine karıştığından, sağlam parayla kalp akçayı bu hareme döktüklerinden dolayı, ayırdetmek için hakikatleri sınamış, görmüş bir mihenk gerektir ki, bu hileleri fark etsin, şu tedbirlerin esâsı olsun.”

“Harem, mahrem olanlara mahsustur” der Hasan Dede, “Peki, mahrem ne demektir? Kendi benliğinden geçmiş ve tamamen Hakk’da yokolmuş kişidir. Sırlar ancak Allah’a gönül doğruluğu ile eğilenlere, Allah’a mahrem olanlara açılır.”

Ne güzel söyler Mevlâna bir kasîdesinde…

“Bir güzel sana yüz gösterirse, ona ayna ol, onu içine al, onunla dol. Güzel sana karşı saçlarını çözer açarsa, sen ona tarak ol, tarak! 

Zenginleştin, armağanlara, mallara sahip oldun da bunlara karşılık şükrâne olarak aşkı verdin. Malı bırak, mal şöyle dursun, sen aşka şükrâne olarak kendini ver, kendini! 

Bir müddet ateş oldun, rüzgâr oldun, su oldun, toprak oldun. Bir müddet de hayvan oldun, hayvanlık âleminde dolaştın. Mâdem ki, bir müddet can hâline geldin, hiç olmazsa sevgiliye lâyık bir can ol, sevgiliye lâyık bir can!”

Gönüllerde gizli olan, haber getirip götüren padişahlar var; yâni istekler, arzular var. Ve o vaatlerde bulunan padişahların hükmettiği vezirlere can fedâ eden; vezirlerinin esîri olmuş kişiler…

Fakat, ruha fitne salan ’vezirin sözleri, uyanık ve zevk sahibi olanlardan başkaları için bir boyun halkasıdır’; Allah aşkıyla yananlar, Allah’tan gayrısından kurtulmuşlardır.

Hasan Dede’nin buyurduğu gibi… “Biz bu aşkla dünya durdukça yanmaktayız ve biz yokuz hep O var, çünkü aradığımızı bulmuşuz.”

Peki ya bulamayanlar? Ne arıyorlar, neden başka yollara saptılar? Bu yollardan beklentileri nelerdir?..

İşte Hasan Dede’nin verdiği cevap: “Bizim, yâni mürşid-i kâmillerin vazîfesi, Hakk’ı arayan tâliplerin beklentilerini bir yere kadar akıl yoluyla onlara hitâb ederek karşılamak ve hakikatlere yönlendirmek, sevgisini çoğaltmak ve aşka dönüştürmektir. Yolcu aşka düştüğü zaman aradığını bulmuş sayılır ama aşka düşmedi mi yolda kalmış sayılır… Allah’ın hakikati her din ve mezhepte farklı yansımalar yapar. Onun hakikati yalnız bunlarla da sınırlı değildir. Çok daha büyük sır ve hakikatler vardır ki; ancak bilgi genişleyip perdeler kalktıkça yolcuya ruhen sunulur. Çocuğa verilen incinin nasıl kıymeti yoksa, kullanamayacak birinin elinde de bilginin kıymeti yoktur. Lâyık olan kişiyi ise bu inciler büyütür, olgunlaştırır. Hakk ve hakikate ermek için, bilgi edinmede Allah ile yola koyulmak gerekir.”

Beyit:

“Müşkülünü çözen, seni hakikate ulaştıran bilgiyi, ölüm gelip çatmadan önce iste, öğrenmeye çalış. 

Aklını başına al da; şu dünyayı, yâni var gibi görünen yoğu bırak, yok gibi sandığın varı iste!”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XLIII

Vezirin hased etmesi.

437. O vezirciğin yaratılışı hasettendi, onun için abes yere kulağını, burnunu yele verdi!

438. O ümitle ki hased iğnesinden akan zehirle mahzûnları tâ canlarından zehirleye.

439. Hasetten burnunu koparan kişi, kendisini kulaksız ve burunsuz bırakır.

440. Burun, odur ki bir koku alsın ve koku da, koku alanı bir yüzün bulunduğu tarafa götürsün.

441. Kim koku almazsa burunsuzdur, koku da ancak din kokusudur.

442. Bir koku alıp onun şükrünü edâ etmeyen kimse, küfrânı nimet etmiş ve kendi burnunu mahveylemiştir.

443. Hem şükret, hem şükredenlere kul ol. Onların huzurunda ölerek ebedî hayat kazan!

444. Vezir gibi sermâyeyi, yol vuruculuktan edinme, Tanrı kullarını namazdan men etme.

445. O kâfir vezir, din nasihatçisi olarak hile ile bâdem helvasına sarmısak karıştırmıştı!

Kur’an-ı Kerim’de, Mâide sûresinin 45. âyetinde şöyle buyrulmaktadır: “Ve o kitapta onlara hükmettik ki cana karşılık can, göze karşılık göz, buruna karşılık burun, kulağa karşılık kulak, dişe karşılık diş ve yaralara karşılık da yaralarla kısas var. Fakat kim bağışlar da hakkından geçerse bu, suçlarının yarlıganmasına sebep olur ve kimler, Allah’ın indirdiği hükme göre hüküm vermezlerse onlardır zâlimlerin tâ kendileri.”

Ve yine Kur’an-ı Kerim’de, Alâk sûresinin 16. âyetinde, “Âhireti yalanlayan o kişi, âyetlerimiz kendisine okunduğu zaman, ‘Daha öncekilerin masalları’ dedi. Yakında biz onun burnunu sürteceğiz” diye buyrulmaktadır.

Nitekim, 437. ve 439. beyitlerde Mevlâna, vezirin hasedinden dolayı burnunu ve kulağını yele verdiğini; hasedin insanı burunsuz ve kulaksız bıraktığını söylemektedir.

Hasan Dede, “Hased ve hırs, nefs köpeğinin sıfatıdır. Eğer bir şeyden kaçacaksan yılandan, akrepten, arslandan, kaplandan kaçma da, bedenden kaynağını alan nefsanî isteklerden, heveslerden kaç! Çünkü başımıza gelen bütün belâlar, çektiğimiz bütün zahmetler, meşakkatler nefse uymaktan meydana gelir” der.

440. beyitte Mevlâna, ‘Burun, odur ki bir koku alsın ve koku da, koku alanı bir yüzün bulunduğu tarafa götürsün’ diyor.

Koku vardır, insanı kötülüklere götürür; koku vardır, insanı güzelliklere götürür. En güzel koku, insanlık kokusudur; Hazreti Muhammed’in kokusudur.

Peygamber Efendimizin ashâbından olan Hazreti Enes diyor ki: “Ben Resûlallah’ın ellerinden daha yumuşak ne bir atlasa ne de bir ipeğe dokunmadım. Onun kokusundan daha hoş bir koku koklamadım.”

Hazreti Muhammed Efendimiz bir hadîsinde, “Her kimin saçı varsa, yıkamak, taramak, temizlemek, güzel kokulu buludurmakla, ona ikrâm etsin” diye buyurur.

Bu güzel hadîsin hem zahirî hem de batınî mânâsı vardır. Zahirî mânâsına bakarsak, Peygamber Efendimiz her zaman saçlarını temiz tutardı ve güzel kokması için misk kokusu sürerdi. Güzel kokunun batınî mânâsı ise; güzel söz, güzel muhabbettir. Güzel koku, ruha ferahlık verip insanı güzelliklere sürüklediği gibi, güzel söz de aynı şekilde insanın ruhuna ferahlık verir.

Peygamber Efendimiz başka bir hadîsinde de şöyle buyurmaktadır: “Zamanınızdaki günlerde Rabbinizin güzel kokuları vardır. Kendinize gelin; o güzel kokuları almaya çalışın.” 

Peygamber Efendimiz bu sözleriyle, Hakk’ın güzel ve temiz kokuları, bu günlerde esecek, o vakitlere kulak verin, aklınız o vakitlerde olsun ki, bu çeşit güzel kokuları alasınız, bu fırsatı kaçırmayınız, demektedir.

Hazreti Mevlâna’ya sorarlar: “Hazreti Muhammed cihanın gülü idi. Bu güzel gül kurudu, gitti. Şimdi biz o kokuyu nereden alacağız?” 

Hazreti Pîr hiç tereddüt etmeden, “Gülün kokusunu gülsuyundan alacaksınız. O gülsuyu bizleriz. O kokuyu Evliyâullah’tan alacaksınız. Hazreti Muhammed’den ne öğrenmek istiyorsanız bize sorarsınız” diye cevaplar.

“Hakiki bir gül, hem güzel renkli hem de güzel kokuludur” der Hasan Dede, “ama eğer aşılanmamışsa ne güzel bir rengi olur ne de kokusu. Bir insan da, bir velînin yaşamını araştırıp, onu kendisine bende etmeye çalışırsa oradan aşı alır, insanlık kokmaya başlar.”

O gülün kokusunu bulduk mu çok şükretmeli; çünkü şükür, nimeti artırır.

Hazreti Mevlâna, 443. beyitte, ‘Hem şükret, hem şükredenlere kul ol. Onların huzurunda ölerek ebedî hayat kazan!’ diyor.

Hasan Dede, bir şiirinde,

“Ey sevgili dost! 

Sana can versek, can âciz kalır. 

Şükretsek, şükür de geride kalır. 

Bütün bu gerçeklerle birlikte, 

Bu küçük canım yoluna serilmiş, 

Ve her an sana şükretmekte” diye seslenir.

İşte Mevlâna da şükür hakkında, “Şükretmek avlanmaktır, nîmeti bağlamaktır; şükür sesini duydun mu nîmetin çoğalmasına hazırlan” diyor, “Seni sevgiliye kadar ulaştıran şükürdür. Nimet, insana gaflet verir, şükürse uyandırır. Padişahın şükür tuzağıyla nimet avlamaya gör! Şükür nimeti, gözünü doyurur, seni bey yapar.”

444. beyitte ise Mevlâna, “Bir kulu, namaz kılarken, men edecek (adam) gördün mü sen?” (Âlak, 9-10) âyetlerine işâret eder.

Ve Fihî Ma-Fîh isimli eserinde şöyle buyurur: “Namazı meydana çıkaran Peygamber şöyle der: ‘Allah’la bir vaktim olur ki o vakte ne şeriâtle gönderilmiş bir peygamber sığabilir, ne de Tanrı’ya yaklaştırılmış bir melek.’ Şu halde bildik anladık ki namazın canı, yalnız şu görünen şekil değildir; dalıştır, kendinden geçiştir; şu halde bütün şekiller dışarıda kalır, oraya sığamaz. Salt anlam olan Cebrâil de sığmaz. Tanrı sırrını kutlasın, Mevlâna Bahâeddin Veled’den gelen bir hikâye vardır: Bir gün ashâb onu dalmış buldular. Namaz vakti de geldi çattı. Bazı müritler kalktılar, namaza koyuldular. İki mürid, Şeyh’e uydu, namaza kalkmadı. Namaza durmayan o iki müritten birinin adı Hâcegî’ydi. Bu zât, can gözüyle apaçık gördü ki imamla beraber namaza duran ashâbın hepsi de kıbleye arka vermiş; yalnız Şeyh’e uyan o iki müridin yüzleri kıbleye karşı. Çünkü Şeyh, bizden-benden geçmiştir, onun, o oluşu yok olmuş gitmiştir; varlığı kalmamıştır; Tanrı ışığında helâk olmuştur; ‘ölmeden önce ölün’ sırrına ermiştir. Artık o Tanrı ışığı haline gelmiştir. Kim Tanrı ışığından yüz çevirir de yüzünü duvara tutarsa kesin olarak kıbleyi arkasına almıştır; çünkü o Şeyh, kıblenin de canı kesilmiştir. Hani şu halk yüzlerini Kâbe’ye çevirirler ya; o Kâbe’yi bir peygamber yapmıştır. O evi, o yaptığı için de o ev, dünyanın kıblesi olmuştur. Peki, o ev kıble olursa peygamber, haydi haydi kıble olur gider; çünkü o ev, o peygamber yüzünden kıble olmuştur.”

Rubâi:

“Bizim ezelden geçmiş başka bir yerimiz vardır. İçinde bulunduğumuz bu suretler âlemi başka bir diyârdır, bizim asıl yerimiz değildir. 

Ey geceleri kalkan, namaz kılan zâhid! Sen kıldığın namazlarla övünüyorsun. Hâlbuki namazın da dışında, ötesinde başka bir hâl, başka bir zaman vardır.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XLII

“Sûbhânallah! Gündüz geldiği vakit, gece nerededir?” Hadîs-i Şerîf

423. Tanrı’ya kul olan, hakikatte Tanrı gölgesidir. O bu âlemden ölmüş, Tanrı ile dirilmiştir.

424. Fırsatı kaçırmadan ve şüphe etmeden onun eteğine sarıl ki âhir zamanın sonundaki fitnelerden kurtulasın.

425. “Tanrı gölgeyi nasıl uzattı” âyeti, evliyânın nakşıdır. Çünkü velî, Tanrı güneşin nurunun delilidir.

426. Bu yolda bu delil olmaksızın yürüme, Halîl gibi “Ben batanları sevmem” de!

427. Yürü, gölgeden bir güneş bul. Şâh Şems-i Tebrizî’nin eteğine yapış!

428. Bu düğün ve gelinin bulunduğu yerin yolunu bilmezsen Hakk ziyâsı Hüsâmeddin’den sor!

429. Hased, yolda gırtlağına sarılırsa… bil ki İblisin tuğyânı hasettedir.

430. Çünkü o, haset yüzünden Âdem’den arlanır… Kutlulukla, haset yüzünden savaşır.

431. Yolda bundan daha güç geçit yoktur. Ne kutludur o kişi ki yoldaşı, haset değildir.

432. Bu beden, hased evi olagelmiştir. Soy sop hasetten bulaşık bir hâle düşer.

433. Ten hased evidir ama Tanrı, o teni tertemiz etmiş, arıtmıştır.

434. “Evimi temizleyin” âyeti temizliği bildirir. Bedenin tılsımı toprağa mensupsa da hakikatte nur definesidir.

435. Sen, teni olmayana hile ve hased edersen o hasetten gönül kararır.

436. Tanrı erlerinin ayakları altına toprak ol. Bizim gibi sen de hasedin başına toprak saç!

425. beyitte Mevlâna, “Rabbinin işini görmedin mi? Nasıl da gölgeyi uzattı, dileseydi onu sâkin eder, uzatıp kısaltmazdı elbette. Sonra güneşi delil ettik gölgeye; sonra da onu yavaş yavaş, gizlice kendimize çekip aldık” meâlindeki Furkân sûresinin 45 ve 46. âyetlerine işâret etmektedir.

Abdülbâki Gölpınarlı, “Bu beyitte, 45. âyetin başlangıcı olan ‘keyfe medde’z-zıll’ lâfzen iktibas olunmaktadır. Gölge, izâfî ve nisbî varlıkla var olan kâinat, güneş gerçek varlık olarak yorumlanmıştır” diye belirtir.

Ve yine, 426. beyitte işâret edilen, “Ben batanları sevmem” âyetine istinâden şöyle bir açıklama yapar: “Kur’an-ı Kerim’de, İbrâhim Peygamber’in Zühre yıldızını görüp ‘Rabbim ben batanları sevmem’ buyurduğu, ay doğunca, ona Rabbim budur, dediği; o da batınca, Rabbim bana doğru yolu göstermezse şüphe yok, yolu azıtanlardan olurum, diyerek Tanrı’ya sığındığı; derken güneş doğunca, bu daha büyük, Rabbim bu, dediği; o da batınca ‘Yüzümü gökleri ve yeryüzünü yaratana döndürdüm, özü temiz olarak ancak ona yöneldim, şirk koşanlardan değilim ben’ deyip Allah’a teveccüh ettiği anlatılmaktadır. İbrâhim Peygamber’in bu sonuca istidlâl yoluyla ulaştığını kabul edenler olduğu gibi yıldızlara, aya, güneşe tapan kavmini ilzâm için bu yolu tuttuğunu söyleyenler de vardır ki, bizce bu daha kuvvetlidir.”

Hasan Dede, “Sıfatlara bakarsak, zât’ı bilemeyiz. Zât’ı bilen ise sıfatları zât’tan ayırmaz; o sıfatların zât’tan geldiğini bilir” diye buyurur ve Hazreti Muhammed Efendimizin bu kâinatın yaratılışına sebep olan nur olduğunu belirterek, “O, iki cihanın güneşidir” der.

Hazreti Ali’nin, “Ben ay’ım, kılavuzum ise güneş” diye buyururken, güneş olarak Hazreti Muhammed’i kastettiği gibi, Hazreti Mevlâna’nın da güneşi Şems-i Tebrizî idi, ki bunu 427. beyitte, ‘Yürü, gölgeden bir güneş bul. Şâh Şems-i Tebrizî’nin eteğine yapış!’ diyerek açıklamaktadır.

Güneş her zaman tektir. Hazreti Mevlâna’nın, efendisi Şems’de gördüğü de ve Hazreti Ali’nin kendisine kılavuz edindiği de; aslında aynı nur, aynı güneştir; Hazreti Muhammed’dir.

Nitekim Hasan Dede der: “Nokta, elif oldu. Elif, gökte güneş oldu. Elif, ay oldu, yıldızlar oldu. Elif, dünya oldu, kâinat oldu. Elif, Allah oldu, Muhammed oldu, hep elif yazıldı.”

Abdülbâki Gölpınarlı da, 427 ve 428. beyitlerle ilgili şu açıklamayı yapar ve der ki: “Tebrizli Şemseddin Muhammed, Konya’ya mürşid aramak için gelmiş ve Mevlâna’yı bulmuştu. Mevlâna, Şems’in şehâdetinden sonra, kendisine uyanların kuyumcu Selâhaddin’i muktedâ tanımalarını söylemişti. Selâhaddin de 1258’de vefât edince Çelebi Hüsâmeddin’in halîfe olduğunu bildirmiş, kendileri ebedîyete göçtükten sonra başta oğulları Sultan Veled olduğu hâlde bütün Mevlâna yolunu tutanlar Hüsâmeddin’e uymuşlardı.

Çelebi Hüsâmeddin, 1284 yılında vefât etmiş ve Mevlâna’nın kabrinin ön tarafına defnedilmiştir. Gerek Selâhaddin, gerek Hüsâmeddin, hattâ Sultan Veled, hem Mevlâna’dan, hem de Tebrizli Şemseddin Muhammed’den feyz almışlardır. Mevlâna, Mesnevi’yi, Çelebi Hüsâmeddin’in isteğiyle yazdığı için her cildin dibâcesinde ve münâsebet düştükçe metinde onu anar.”

“Bu yolda kalp temizliği, kalbin cilâlanması, hem uzun sürer hem de emek ister” der Hasan Dede, ve bu yolda yolcunun, Hazreti Muhammed’in bendesi bir mürşid-i kâmili kılavuz edinmesi ve orayla aklını büyütmesi gerektiğini söyler. Çünkü en büyük akıl sahibi Hazreti Muhammed’dir.

Hazreti Muhammed Efendimiz, bir hadîsinde buyuruyor ki: “Ateş nasıl odunu yakar bitirir, kül ederse, hased de iyilikleri, kullukları mahveder.”

İşte bende-i Muhammed bir mürşid-i kâmil, yolcusunu kötü huylarından arındırır ve onu iyi bir insan haline getirir. Diğer bir deyişle değersiz bir madeni alıp, meselâ bakır gibi, kimyâsını değiştirerek, altın hâline getirir.

Nitekim, 434. beyitte işâret edilen “Evimi temizleyin” âyetinin mânâsı, Allah’ın evi olan kalbin temizlenmesi, bütün kirlerden arınmasıdır.

Hasan Dede şöyle buyurur: “Allah, gönüle bakar. Gönlünü Allah’tan başka her şeyden temizlemiş olan insanın bakışı da, görüşü de Allah nuruyladır. Ne mutlu o kişiye ki bir Hakk dostuna dost olur da; burnuna o gülden bir kokudur erişir… Bizler burada sizlerin hep gözlerinizi açmaya çalışıyoruz. Gözlerinizi açın ki daha iyi görün, kulaklarınızı açın ki daha güzel işitin. Çünkü biz Güneş’in evlatlarıyız ve hepinizin birer Güneş olmanızı isteriz.”

Şiir:

“Biz yokluk şerbetini içmiş, 

Güneşin çocuklarıyız, 

Kendimizden geçmişiz, yok olmuşuz, 

Fakat akılların sahibi ve varlığın kaynağıyız. 

Biz güneşten ayrı değiliz, 

Yalnız bir örtüyle gezeriz. 

Bize gerçek imanla teslim olan herkese, 

Gün gelir bu örtüyü çekeriz. 

Biz sevginin türlü görünümlerinde, 

Güneşin şuâları gibi yansıyan, 

Tüm gamları kederleri mutluluk yapan, 

Âb-ı hayat kaynağının sahibiyiz. 

Âb-ı hayatın kendisiyiz ey güzel dost, 

Gözlerime derinden bir bak da gör,

Sana senden yakın olan tek kişiyim ben. 

Aşka koş, aşka sarıl, aşka düş…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XLI

Halîfenin Leylâ’yı görmesi.

407. Halîfe, Leylâ’ya dedi ki: “Sen o musun ki Mecnûn, senin aşkından perişan oldu ve kendini kaybetti.

408. Sen başka güzellerden daha güzel değilsin.” Leylâ, “Sus, çünkü sen Mecnûn değilsin” diye cevap verdi.

409. Uyanık olan daha ziyâde uykudadır. Onun uyanıklığı uykusundan beterdir.

410. Canımız Hakk ile uyanık olmazsa uyanıklık, bizim için iki dağ arasındaki boğaz ve geçit gibidir.

411. Canın; her gün hayalin tekmesini yemekten, ziyândan, faydadan, elden çıkma, kaybetme korkusundan,

412. Ne temizliği kalır, ne letâfeti, ne kuvveti ne de göklere çıkacak yolu!

413. Uyumuş ona derler ki o, her hayalden ümitlenir, onunla konuşur;

414. Uykuda şeytanı hurî gibi görür, sonra şehvetle şeytana erlik suyu döker.

415. Nesil tohumunu çorağa dökünce uyanır, kendine gelir, hayal de ondan kaçar.

416. O rüyadan elde ettiği baş ağrısı, sersemlik ve beden pisliğidir. Ah, o zâhirde görünen, hakikatte görünmeyen, aslı olmayan hayalden!

417. Kuş havadadır, gölgesi yerde kuş gibi uçar görünür. 

418. Ahmağın biri, o gölgeyi avlamaya kalkışır, takâti kalmayıncaya kadar koşar.

419. O gölgenin havadaki kuşun aksi olduğundan; o gölgenin aslının nerde bulunduğundan haberi yok!

420. Gölgeye doğru ok atar. Bu araştırma yüzünden okluk bomboş kalır.

421. Ömrünün okluğu boşaldı, ömür gitti; gölge avı ardında koşmada yandı, eridi!

422. Bir kişinin dadısı, Tanrı gölgesi olursa onu hayalden ve gölgeden kurtarır.

Leylâ ile Mecnûn’un hikâyesinde, Mecnûn yıllarca aşık olduğu Leylâ’yı aramış, hattâ çöllere düşmüştür. Fakat Leylâ’nın hayali peşinde koşarken, sonunda Mevlâ’sını bulmuş, Leylâ’nın hayalinden vazgeçmiştir; diğer bir cihetle, Leylâ artık o olmuştur.

Leylâ, maşuk; Mecnûn ise aşıktır. 407 ve 408. beyitlerde, halîfe, yâni insan, ilâhî aşka düşüp mecnûn olmadan, gölgeler ardında, yâni beden içinde gizlenmiş olan maşuku göremez, maddede kalır. Ve işte Leylâ ona şu cevabı verir… ‘Sus, çünkü sen Mecnûn değilsin.’

Hasan Dede, “Bu maddî âlemde yaşayan bir insan, gıda alamayınca nasıl hastalanır ve ölürse, bizdeki manevî varlık da, aşk gıdası almazsa ölür; yâni dirilmez. Çünkü esâsen ölüdür” der.

Hazreti Mevlâna da buyuruyor ki: “Senin şu uykudan, şu yiyip içmeden başka bir gıdan daha var. ‘Rabbime konuk olurum, o beni doyurur, suvarır’ denmiştir ya. Bu dünyada o gıdayı unutmuşsun da şu gıdaya dalıp gitmişsin; gece gündüz bedeni beslemedesin. Sonucu şu beden, atındır senin, bu dünya da o atın ahırı. Atın gıdası, ata binene gıda olamaz; onun da kendisine göre gizli bir uykusu, gizli bir gıdası, gizli bir beslenmesi var. Fakat sana hayvanlık üst olmuş da atın başucunda, atların ahırında kalakalmışsın; ölümsüzlük dünyasının padişahlarının, beylerinin safında yerin yok. Gönlün orda amma beden üst olmuş da o yüzden gönlün de bedenin buyruğuna uymuş, ona tutsak olup kalmış. Hani Mecnûn, Leylâ’nın bulunduğu yere giderken aklı başında olunca deveyi o tarafa sürerdi. Fakat bir soluk da Leylâ’ya daldı mı kendisini de unuturdu, deveyi de. Devenin de köyde bir köşesi vardı. Fırsat buldu mu geri döner, köye giderdi. Mecnûn kendine geldi mi bir de bakar, görürdü ki iki günlük yolu gerisin geriye dönmüş gitmiş. Böylece üç ay yollarda kaldı da bu deve, başıma belâ oldu diye bağırıp deveden yere atladı, yaya olarak yürümeye koyuldu.” 

Şiir: 

“Devemin dileği geride, benim dileğim ilerde; 

Dilekte onunla benim aramda ayrılık var.”

416. beyitte Hazreti Mevlâna’nın, ‘O rüyadan elde ettiği baş ağrısı, sersemlik ve beden pisliğidir. Ah, o zâhirde görünen, hakikatte görünmeyen, aslı olmayan hayalden!’ diye buyurduğu üzere, bu âlem rüya âlemidir, aslolan hakikat ise âlemlerin yaratılışına sebep olan ilâhî aşktır.

Bir şiirinde,

“Bir ilâhî aşktır vesîlesi bu kâinatın, 

Bu aşk ile yanmaktır dermânı aşıkânın…”

diye buyuran Hasan Dede der ki: “Bir üzümden yapılmış şarap vardır, bir de aşktan yapılmış şarap vardır. Üzümden yapılmış şarabı içersin, bir an için kendinden geçersin fakat yarın olunca baş ağrısı yapar. Ama aşk şarabını içtiğin zaman doyamazsın, ağrı vermez şifâ verir, can verir ve her an o şarabı içmek istersin. İşte o aşk şarabı gönüldür.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, Kur’an-ı Kerim’de, Necm suresinin 28. ayetinde, “Onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zanna uyuyorlar. Şüphesiz zan, hakikat nâmına hiçbir şey ifâde etmez” diye buyurmaktadır. 

Hasan Dede, “Her zaman hayale değil, gerçek olana inanmak lâzımdır. Allah, insanlara bir hayal kuvveti de vermiştir, fakat hayale aşık olanın, kendisi de hayalden ibârettir, gerçek değildir” der ve bir kişinin düşüncesi ne ise, orayı seyrettiğini, orayı işittiğini belirterek, “Bir insan sevgiye, aşka düşmemişse ve tam bir imanla bağlı olduğu yere sarılmamışsa eğer, defalarca hakikatleri duymuş olsa dahî, daima kendine uygun geldiği şekilde dinler ve öyle algılar” diye buyurur.

Nitekim, 419. beyitte, ‘O gölgenin havadaki kuşun aksi olduğundan; o gölgenin aslının nerde bulunduğundan haberi yok!’ diye buyuran Mevlâna, “Düşünceler, havadaki kuşlardır… Zîrâ, bedenler bir âlemdir, hayaller bir âlem, vehimler bir âlem. Ulu Tanrıysa bütün âlemlerin ardında; ne o âlemlerin içindedir, ne dışında” der.

Hazreti Ali diyor ki: “Ey insanoğlu! Gözünü dünyadan çevir. Dünya, cefâ ve eziyetlerle dolu bir anlık zamandan başka bir şey değildir. Sen daima Mevlâ’ya yönel.”

Peygamber Efendimiz de bir hadîsinde, “Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz” diye buyuruyor.

Hasan Dede, “Ne mutlu o kişiye ki, büyük bir sadâkat ve güçlü bir imanla Hazreti Muhammed’e bağlanmıştır; bütün sevgisini, aşkını ona vermiştir ve Hazreti Muhammed Efendimizin varlığı onda tecellisini göstermiştir” der ve bizlere, “İmanımızı güçlendirelim, kimliğimize ulaşalım, iyi bir insan olalım ve Hazreti Muhammed’e, Pirimiz Hazreti Mevlâna’ya lâyık aşıklar olalım, çünkü ömür su gibi akıp gidiyor” diye seslenir.

Rubâi:

“Biz mest olmuşuz; başımız dönmede, 

başkalarının yaptıkları işlerle bizim ilgimiz yok.

Dünya alt üst olsa, yakılsa yıkılsa umrumuzda değil.

Yeter ki, senin aşkını kaybetmeyelim.

Yeter ki, senin aşkın ebedî olsun!”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XL

“Dedi bir dervişe ol bir padişah, 

Nedürür hırka vu hem başda külâh.

Derviş dedi iy şeh-i âli tebâr, 

Hırka kabrimdir külâh seng-i mezâr.” Dîvâne Mehmet Çelebi

388. (Ey Tanrı) her gece ten tuzağından ruhları kurtarmakta, tahtalar sökmektesin.

389. Ruhlar, her gece bu kafesten kurtulurlar, ne kimsenin hâkimi, ne de mahkûmu olmayarak ferâgate ulaşırlar.

390. Geceleyin zindandakilerin zindandan haberleri yoktur, Sultana mensûb davetliler, geceleyin devletten haberdâr değildirler.

391. Ne gam var, ne kâr ve zarar düşüncesi. Ne bu filân kadının hayali, ne o filân erkeğin kuruntusu!

392. Ârifin hâli, uyanıkken de budur, Tanrı “Onlar uykudadırlar” dedi, bunu inkâr etme.

393. Onlar, gece gündüz dünya ahvâlinden uykudadırlar; Rabb’in elinde evirip çevirdiği kalem gibidirler.

394. Yazı esnasında eli görmeyen kimse, kalemin hareketini kalemden sanır.

395. Tanrı, ârifin bu hâlinden halka pek az bir miktarını gösterdi; halkı ise hisse mensûb uyku kapladı.

396. Onların canı; sırrına akıl ermez sahrâya gitti. Ruhları da istirahatte, bedenleri de.

397. Sonra tekrar bir ıslıkla onları tuzağa çeker, hepsini teklif kaydına düşürürsün.

* Sabah vaktinin nuru baş kaldırıp feleğin altın kerkesi kanat çırpınca,

398. Sabahı zuhûra getiren İsrâfil gibi, herkesi o diyârdan suret âlemine getirir;

399. Yayılmış ruhları cisim yapar, her cismi de tekrar gebe bırakır.

400. Can atlarını eyersiz kor; bu, “uyku ölümün kardeşidir” sırrıdır.

401. Fakat gündüzün geri gelmeleri için ayaklarını uzun bir bağla bağlar.

402. Tâ ki o çayırdan, onu geri çeke ve otlaktan yine yük altına getire.

403. Keşke Ashâb-ı Kehf gibi, yâhut Nuh’un gemisi gibi bu ruhu koruyaydı da;

404. Bu fikir, bu göz ve kulak; şu uyanıklık ve akıl tufanından kurtulaydı.

405. Dünyada nice Ashâb-ı Kehf vardır ki bu zamanda senin yanı başında ve önündedir.

406. Mağara da, dost da onunla terennüm etmektedir. Ne fayda, senin gözünde ve kulağında mühür var!

Abdülbâki Gölpınarlı, 392. beyitte, Mevlâna’nın “Onları uyanık sanırsın, oysa ki uyuyor onlar” (Kehf, 18) ayetine işâret ettiğini belirtir ve şöyle açıklama yapar: “Kur’an’ın 18. sûresi olan Kehf sûresinin 9-27 âyetlerinde Kehf ve Rakıym ashâbının, Allah’tan başkasına kulluk etmemek için kaçıp bir mağaraya sığındıkları, bir köpeğin de onlarla mağaraya girdiği, Allah’ın bunlara bir uyku verdiği, köpeğin ön ayaklarını yere döşeyip uyuduğu, bir yanları çürümesin diye yelin onları sağa-sola döndürdüğü, uyandıkları zaman, ne kadar uyumuşuz dedikleri, güneşe bakıp bir gün, yâhut yarım gün uyuduklarını sandıkları, oysa tam üçyüzdokuz yıl uyudukları, içlerinden birini yiyecek almak için gönderdikleri, giden adam para verince paranın yüz yıllar öncesine ait olduğu anlaşılıp halkın bunları görmeye gitmek istedikleri, o zâtın ben önden gideyim de haber vereyim, korkmasınlar dediği, mağaraya girince Allah’ın bunları halkın gözünden gizlediği, inananların oraya bir mescid yaptıkları anlatılır.

Kehf, geniş mağara anlamına gelir, Rakıym mağaranın bulunduğu oda, yâhut dağdır. Bunların bulundukları şehirdir, üstünde bunların ahvâli kazılmış taş levhâdır diyenler de olmuştur. Batılı eleştiricilere göre bunların mağarası Efsus şehrindedir.

Umeyr oğlu Ubeyd’e göre bunlar, Dikyanus adlı bir hükümdârın zamanında Efsus’ta yaşamışlardır; bu hükümdâr Mecusî imiş; bunlar Hıristiyanlığı kabul ettikleri için zulüm görmüşler ve mağaraya sığınmışlar; bu olay, Hazreti Muhammed’in bi’setinden, yâni peygamber olarak gönderilişinden önce olmuştur.”

Hasan Dede, Sümbül Efendi Türbesi’nin yanında kabri bulunan Uyku Dede’den bahseder ve, “Bir Uyku Dede vardı” der, “gözleri hep kapalı tefekkürde dururdu, halk onun için, bu zât her zaman uykuda, derlerdi. O öyle görünüyordu ama, herkesin hâlini dakikada görüyor ve söylüyordu. Uykuda görünüyordu ama gönül gözü açıktı. Cihanı almıştı eline her şeyi görüyordu” diye anlatır.

Hazreti Mevlâna da, “Nice şehit olmuş güvenilir kişiler vardır ki dünyada ölürler, şehit olmuşlardır, fakat diri gibi yürür gezerler” diye buyurur.

Nitekim onlar, ‘gece gündüz dünya ahvâlinden uykudadırlar; Rabb’in elinde evirip çevirdiği kalem gibidirler.’

Abdülbâki Gölpınarlı, 393. beyit ve sonraki beyitlerde Mevlâna’nın, irâdelerini Tanrı irâdesine veren kişilerin ahvâlini anlatmakta olduğunu ve bunların da Ashâb-ı Kehf gibi varlıklarından habersiz, fakat Tanrı irâdesiyle mevcûd olduklarını bildirdiğini; onları, yazı yazanın elindeki kaleme benzettiğini söyler ve, “Bu çeşit kişiler, Tanrı irâdesinin kıl kadar dışına çıkmazlar; ibretle görürler, hikmetle söylerler; hiçbir yaratılmışı hor görmezler; herkesin hidâyetini isterler; kendilerini halka adamışlardır; Hakk’ta fânî olduklarını söylemek bu yüzdendir ve başka bir tarzda anlaşılmaması icâb eder” diye buyurur.

Ve burada da yine, “Ölüm uykunun kardeşidir; cennettekilerse ölmezler” hadîsine işâret vardır.

Hasan Dede’nin anlattığı bir menkîbede Mevlâna, bir sohbet esnâsında, “Şu âlemde diri gibi görünen insanların çoğu ölüdür!” diye buyurur. Onu dinlemekte olanlar hayret içinde sorarlar: “Aman ya Mevlâna, nasıl ölü olur? Hepsi bizler gibi hareket ediyor, konuşuyor, yiyor, içiyor…” Mevlâna onlara şu cevabı verir: “Dinlerine bağlanan kişilerin hiçbirinin gönüllerinde Peygamberleri yok, Allah yok. Bu yüzden onlar yaşarken ölmüştür.” Bunun üzerine yine şu soruyu sorarlar: “Pekâlâ bunlar nasıl dirilir?” Mevlâna, “Bunlar, bir Allah dostu ile muhabbet kurarlarsa o vakit dirilirler” der.

İşte yine şöyle buyuruyor Yüce Mevlâna… “Âgâh ol ki velîler, zamanın İsrâfil’idirler. Ölüler, onlardan can bulur, gelişirler. Ölü canlar, ten mezarında kefenlerine bürünmüş yatarlarken onların sesinden sıçrayıp kalkarlar, derler ki: Bu ses, öbür seslerden bambaşka; çünkü diriltmek Tanrı sesinin işidir. Biz öldük, tamamiyle çürüdük, mahvolduk. Fakat Tanrı sesi gelince hepimiz dirildik, kalktık.”

Hasan Dede, insanı vücud zindanından kurtarıp hayat verecek olan şeyin aşk olduğunu söylüyor ve aşkı bir kandile benzeterek şöyle sesleniyor bizlere… 

“Kalbimizde kandil halinde yanan sevgi ve aşkı, güneş haline getirmelidir. Çünkü aşk hiç zevâl bulmaz, ölümsüzdür. Vücud zindanından çıkanlar için, azâb kalmaz. İnsana hayat verecek yegâne şey sade aşktır. Aşk insanın gönlüne hem gözden, hem de kulaktan girip doğar. Aklın sabahına ulaşmak için gönülü illâ bir ‘Gönül’e katmak lazım. Çünkü mayasız hamurdan ekmek pişirilmez.”

Kasîde:

“O yokluktadır, o yokluktadır, o yokluktan doğandır, o yokluktadır. O her şeyi bilir. 

O lâtiftir, o lâtiftir, o emîrdir, emîrdir. O mülk ve saltanat sahibi bir emîrdir.

O sığınaktır, o sığınaktır. O her günâhkârın, her suçlunun sığınağıdır. 

O ışıktır, o ışıktır. O eşi benzeri olmayan bir ışıktır. 

O sakinliktir, o sakinliktir. O her deliliği teskîn eder. 

O cihandır. O pek tatlı bir cihandır. 

Sen sırrını ona söyleyince o bütün âleme söyler. Gizlesen de bil ki, o her gönülde olan sırrı bilir. 

Herkes seni terk etse, o seni yalnız bırakmaz. 

Gel de şu devlet gölgesine gir! O kaçırılmaya imkân bulunmayan bir padişahtır. 

Sen onun harmanına git, o seni canlandırır, yetiştirir, geliştirir. 

Ey can! Sen onun eteğinin altına sığın! O kılıcı da, oku da sana değdirmez. 

O ne buyurursa, ‘Duyduk, itaat ettik’ de! Neden korkuyorsan, ondan seni ancak o kurtarır, o kurtarır. 

Küfür olsun, günâh olsun, isterse kapkara şeytan olsun, bütün bunlar onun güneşinin ışığında aydınlık veren bir dolunay olurlar. 

Ben sözü aşkla söylüyorum. Çünkü dersi aşktan alıyorum. 

Ben canımı onun önüne koyuyorum. Ona peşkeş çekiyorum. O pek az şey kabul eder. Her şeyi kabul etmez. 

Benim perde arkasında bir putum var. Bu dünya putu pek güzeldir. Ama ölü bir puttur. Onu diri sanarak bağrına basma! Çünkü o soğuktur, zemherîdir. 

O şık, süslü elbiseler giymiştir. Yüzlerce hileler düşünmektedir. Genç görünmeğe çalışıyor ama, o binlerce leşten arta kalan kart bir varlıktır.

Gönlüm coştu, yüzlerce kaynak akıtmak istiyor ama, dünya putu yolumu kesti. O yol kesmesini pek iyi bilir.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXXIX

Hıristiyanların vezire uymaları.

371. Hıristiyanlar tamamiyle ona gönül verdiler. Zaten avamın taklidinin kuvveti ne olabilir ki?

372. Kalplerin içine onun muhabbetini ektiler, onu İsa’nın halîfesi sandılar.

373. O ise hakikatte tek gözlü melûn Deccâl’di. Ey Tanrı, feryâdımıza yetiş; sen ne güzel yardımcısın!

374. Ey Tanrı, yüzbinlerce tuzak ve yem var, bizler de yemsiz kalmış hâris kuşlar gibiyiz.

375. Her an yeni bir tuzağa tutuluyoruz, isterse her birimiz, birer doğan ve simurg olalım!

376. Sen bizi her zaman tuzaktan kurtarmaktasın. Ey ganî ve müstağnî Tanrı, biz yine bir tuzağa doğru gitmekteyiz!

377. Biz bu ambarda buğday biriktirmede, toplanan buğdayı yine kaybetmekteyiz.

378. Biz, bu vahşî mahlûklar topluluğu, düşünmüyoruz ki buğdayın noksanlaşması farenin hilesindendir.

379. Fare, ambarımızı deldikçe, hilesinden ambar harâb olmuştur.

380. Ey can, önce farenin şerrini defet, sonra buğday biriktirmeye çalış, çabala!

381. O büyükler büyüğünün haberlerinden birini dinle: “Huzur-u kalb olmadıkça namaz tamam olmaz.”

382. Eğer bizim ambarımızda hırsız bir fare yoksa kırk yıllık ibâdet buğdayı nerede?

383. Her günlük azar azar sadıkâne ibâdet taneleri niçin bu ambarımızda toplanmıyor?

384. Çakmak demirinden birçok ateş yıldızı sıçradı, o yanmış gönül, onları kabul edip çekti.

385. Ama karanlıkta bir hırsız, gizlice kıvılcımlara parmak basmakta.

386. Onları, felekte bir çırağ parlamasın diye, birer birer söndürmekte.

* İnâyetlerin bizimle oldukça o bayağı hırsızdan bize nice ve ne vakit korku olabilir?

387. Bir adımda binlerce tuzak olsa, sen bizimle oldukça hiç gam yok!

371. beyitte geçen ‘avam’ tâbiri hakkında Abdülbâki Gölpınarlı, “Avam; halk, halkın aşağı tabakası anlamına gelir” der ve şu açıklamayı yapar: “Bu kelime, Mevlâna’dan beri, Mevlevîler tarafından, isterse zengin olsun, zevîr olsun, en yüksek mertebeye çıkmış bulunsun, aşktan mahrûm, tevhidden habersiz, benliğine bağlı, hakikate yabancı, dünyaya, dünya ziynetlerine dalmış kişilere denir. ‘Melûndur, melûndur altın ve gümüş paraya tapan’ hadîsince avam bunlardır; Mevlevîler kendilerinden olmayan, benliğine dalmış bulunan kişileri anlatmak için ‘avam’dan derler.”

Nitekim, Hazreti Mevlâna buyurur ki: “Mal ve para, başta külâh gibidir. Külâha sığınan, keldir. Kıvırcık ve güzel saçları olan kişiye gelince; külâhı giderse ona daha hoş gelir. Tanrı eri göz gibidir. Gözün kapalı olmaktansa, açık olması daha iyidir.”

373. beyitte geçen ‘deccâl’ tâbiri için ise, yine Abdülbâki Gölpınarlı şöyle der: “Deccâl; decl, Arapçada devenin her yanını katranlamak anlamına gelir.Tedcîl, bir şeyi tümden bürümek demektir. Deccâl’in, son zamanda kıyâmete yakın, Tanrılık davasıyla çıkacağı, tek gözlü olacağı rivâyet edilmiştir. Deccâl hakkında şu hadîsler vardır:

‘Deccâl’in gözü yeşildir’, ‘Deccâl’in gözü pusludur; bir gözü yoktur ve göz yeri de yoktur; alnında kâfir sözü yazılıdır; her inanan o yazıyı okur’, ‘Deccâl, Medine ile Mekke’ye giremez’…

Deccâl’in, doğu tarafından, Secistan’dan çıkacağı, bunun ve Süfyânî’nin zuhûrunun, Mehdî’nin zuhûruna alâmet olduğu; Hazreti Ali’nin, bir gün ey insanlar, beni kaybetmeden sorun bana, demesi üzerine Sa’saa bin Sûhân’ın, ey Müminler Emîri, Deccâl ne vakit zuhûr edecek, diye sorduğu; Ali’nin de, insanlar namazı bıraktıkları, emânete hıyânet ettikleri, yalan söylemeyi helâl bildikleri, harâm yedikleri, rüşvet aldıkları zaman, diye cevap verdiği ve daha birçok alâmetler zikrettiği; Asbag bin Nübâte’nin, Deccâl kiimdir, sorusuna da, Sâyid bin Sayd’dır, onu gerçek bilen şakaavete düşer; yalanlayan kutluluğa erer; İsfahan civarındaki Yahudi köylerinden birinden çıkar, sağ gözü yoktur, öbür gözü alnındadır ve seher yıldızı gibi parlar; içinde de kanlı bir pıhtı vardır; iki gözünün arasında kâfir yazılıdır; yazı bilen de okur, bilmeyen de… buyurduğu Ehlibeyt’ten rivâyet edilen hadîslerdendir.

Mevlâna, burada Deccâl sözüyle hem bu hadîslere işaret etmekte, hem de kendini iyi gösterip içyüzden kötülüğe çalışan münâfıkların, Deccâl’in yardımcıları olduklarını bildirmektedir.”

Hazreti Mevlâna, bu beyitin devamında, ‘isterse her birimiz birer doğan ve simurg olalım; yüzbinlerce tuzağa ve yem tuzağına düşmüş hâris kuşlar gibiyiz’ diye buyuruyor.

Simurg, çok yükseklerde uçan ve yeryüzüne hiç inmeyen bir kuştur; hattâ yumurtasını bile havada yapar; yavrusu, yeryüzüne düşerken yumurtadan çıkar ve hemen uçmaya başlar. Simurg’un en çok bilinen özelliği yanarak kül olmak suretiyle ölmesi ve küllerinden yeniden doğmasıdır ve tasavvufta olgunluğu ve Allah’a yakınlaşmayı temsil eder.

Feridüddîn-i Attar, ‘Mantıku’t-tayr’ isimli eserinde Simurg’u şöyle târif eder: “Simurg’un yüzü güneşe benzer. Ancak bir nîkab ile örtülüdür. Yüzünü açarsa bütün gölgeler silinir. Onun yüzüne bakılamaz, ancak gölgesine bakılabilir. Ancak onun yansıması, gönül aynasında görülebilir. Simurg, âleme gölgesini saldıkça bu kuşlar meydana gelir. Âlemdeki kuşların suretleri hep onun gölgesidir. Simurg var olmasa, apaçık meydanda olmasa hiç gölgesi olur muydu?”

Yâni Hazreti Mevlâna burada bizlere, Simurg bile olsan kendine güvenme, benliğe kapılma, yol tuzaklarla dolu bir yoldur, demek istemektedir ve bu yolda tevekkül ve teslimiyetin önemini vurgulamaktadır.

Nitekim, Hasan Dede de, “Ölü olduğunu bilip, dirilmek isteyenin yardımcısı Allah’tır” der ve “Bir Hakk dostuyla, yâni bir mürşid-i kâmille yola çıkıldığında tam bir teslimiyet içinde olunursa, ölümün arkasından dirilik doğar… Tam bir teslimiyet içinde olmak demek, kendi aklını bırakarak, ikrâr verdiğin mürşidine uymak, onun aklıyla aklını büyütmek ve olgunlaştırmaktır. Çünkü gerçek kâmil mürşidin bağlı olduğu yer Hazreti Muhammed’dir” diye buyurur.

Fakat malesef bizler çoğu zaman, Peygamber Efendimizin bir hadîsinde, “Benimle sizin aramızdaki mesele, yaktığı ateşin üzerine hücûm eden pervâneler ve kelebekler ile, onları ateşe düşürmemek için çabalayan kimseye benzer. Ben sizi kuşaklarınızdan tutarak ateşten korumaya çalışıyorum, siz ise benim elimden kurtulup ateşe atılmaya çalışıyorsunuz” diye buyurduğu üzere, nefsimizin tuzaklarına düşmekte, kendimizi ateşlere atmaktayız.

Ve Hazreti Mevlâna’nın 378. beyitte, ‘buğdayın noksanlaşması farenin hilesindendir’ dediği gibi, ambarımızda biriktirdiğimiz ibâdet buğdaylarını, ‘fare, ambarımızı deldikçe’ yitirmekteyiz. Bu sebeple, ‘önce farenin şerrini defetmeli, sonra buğday biriktirmeye çalışıp, çabalamalı!’

381. beyitte ise Mevlâna, Peygamber Efendimizin, “Namaz, ancak huzur-u kalple kılınır” hadîsine işaret etmektedir.

Peygamber Efendimiz bir diğer hadîsinde de, “Beş vakit namaz, insanın kapısının önünden akmakta olan ve her gün beş kere içine dalınıp yıkanılan nehir gibidir” diye buyurur.

Mevlâna, Fihî Mâ-Fîh adlı eserinde namaz hakkında şöyle buyurur ve der ki: “Namazın canı namazdan üstündür. Namazın canı imandır. İman namazdan üstündür. Çünkü namaz, beş vakitte farzdır; imansa sürüp giden bir farz. Namaz, bir özürle kılınmayabilir, geciktirilmesi câizdir; burda da imanın namazdan bir üstünlüğü var; çünkü iman hiçbir özürle bırakılamaz, geri atılamaz. Namazsız imanın faydası vardır, imansız namazsa fayda vermez; iki yüzlülerin namazı gibi…” 

Hasan Dede, bizlere Hazreti Ali’nin namazından örnek vererek, “Hazreti Ali, daha namazda kıyâmda dururken çocuk gibi ağlar, titrer, gözyaşları yanaklarından sel gibi akardı” diye anlatır, “Çünkü o, Hazreti Resûlallah gibi aynı yükü taşımaktaydı. Onun bu hâlini görenler, ’Bu hâlin nedir yâ Ali? Namaz kılarken bir çocuk gibi ağlıyorsun?’ diye sorduklarında, Hazreti Ali onlara şu cevabı verdi: ‘Emânet vakti geldi. Allah o emâneti göklere, yere ve dağlara arz etti de onlar bu emâneti yüklenmeyi reddettiler. Allah onlara acıdı. Bu yükü insan yüklendi. Üzerime aldığım bu vazîfeyi lâyıkıyla yerine getirememekten korkuyorum!..”

Ferîdûn bin Ahmed-i Sipehsâlâr da, risâlesinde Mevlâna’nın namazından misâl verir ve şöyle buyurur: “Hüdâvendigâr Hazretleri, istiğrâk, tam bir alçakgönüllülük, niyâz ve daimi bir tevâzu içinde namaza dalardı ve niteliksiz Tanrı’nın sıfatlarıyla birleşirdi. Zaten namazdan maksat da o birleşmedir. Nitekim Peygamber: ‘Namaz, Tanrı ile birleşmedir; ancak bu birleşmenin şekilde olduğunu dışı gören halk görmez’ buyurmuştur. Peygamber Hazretleri, ‘Namaz ancak kalb huzuru ile olur’ hadîsini bu namazın sırrı sebebiyle buyurmuştur.”

İşte ne güzel der Mevlâna… “Namaz bir kalıptır; başı tekbir sonu ise selâm. Ama aşıkların namazı başkadır; onlar kalıba sığmazlar… Mihrâbı dost cemâli olan aşıklar için, yüz çeşit namaz, yüz çeşit rükû ve secde vardır.”

İnşallah cümlemize böyle namazlar nasîb olsun…

Şiir:

“Pîrim ve muradım, derdim ve devâm, 

Açıkça söyleyeceğim: 

Sen benim güneşimsin ve üstâdımsın. 

Senin sâyende Hakk’a eriştim. 

Hakk’ın güneşi benim sırrımdır, 

Dergâhı niyâzımdır, 

O benim namazımın kıblegâhıdır.”