“Gönül dediğin bostanda bitmez, pazarda satılmaz, her kula da nasîb olmaz.” Hasan Dede
712. Bu cisimde mânâsız can; hilâfsız, kılıf içinde tahta kılıç gibidir.
713. Kılıfta bulundukça kıymetlidir. Çıkınca yakmaya yarar bir alet olur.
714. Tahta kılıcı muharebeye götürme, ah ü figâna düşmemek için önce bir kere muayene et.
715. Eğer tahtadansa, yürü… başkasını ara; eğer elmassa sevinerek ileri gel!
716. Elmas kılıç, velîlerin silâh deposundadır. Onları görmek, size kimyâdır.
717. Bütün bilenler, ancak ve ancak bunu böyle demişlerdir; bilen âlemlere rahmettir.
718. Nar alıyorsan gülen narı al ki onun gülmesi, sana tanesi olduğunu haber versin.
719. O ne mübârek gülmedir ki can kutusundaki inci gibi, ağızdan gönlü gösterir.
720. Mübârek olmayan gülme, lânetin gülmesidir. Ağzını açınca kalbinin karalığını gösterir.
721. Gülen nar bahçeyi güldürür. Erler sohbeti de seni erlerden eder.
722. Katı taş ve mermer bile olsan, gönül sahibine erişirsen cevher olursun.
723. Temizlerin muhabbetini ta canının içine dik. Gönlü hoş olanların muhabbetinden başka muhabbete gönül verme.
724. Ümitsizlik diyârına gitme, ümitler var. Karanlığa varma, güneşler var.
725. Gönül, seni gönül ehlinin diyârına; ten, seni su ve çamur hapsine çeker.
726. Agâh ol, bir gönüldeşten gönül gıdasını al, onunla gönlünü gıdalandır. Yürü, ikbâli bir ikbâl sahibinden öğren!
Hasan Dede şöyle bir menkîbe dile getirir…
“Bir gün Mevlâna, Şems-i Tebrizî, Hüsâmeddin Çelebi ve Sultan Veled, hepsinin selâm olsun üzerlerine, bir zenginin evine davet ediliyorlar. E şimdi davete icâbtır gidilsin. Yola koyuluyorlar gidiyorlar.
Bir fakir de, ancak günlük kazancını elde ediyor, fazla bir kazancı yok. Onları kapısının önünden geçerken görür görmez hemen duygulanıyor ve o duyguyla içeri giriyor. Hanımı onun bu hâlini görünce diyor ki, ‘Efendi, yüzündeki bu duygusal ifâde nedir? Neye duygulandın? Ne geçti gönlünden, aklından?’
‘Ah hanım’ diyor, ‘şimdi kapımızın önünden Mevlâna, Şems-i Tebrizî, Sultan Veled, Hüsâmeddin Çelebi geçtiler, filân ağanın evine davete gittiler. Gönlümden geçirdim, benim de biraz dünyalığım olsaydı, onları çağırırdım. Onlar konuşurdu, biz de onların muhabbetlerini dinleyip inciler toplardık.’
Hanımı da çok temiz kalpli olduğu için, ‘Efendi’ diyor, ‘bu akşam yemek yemeyelim, yarın sabah da kahvaltı yapmayalım, öğlen yemeğini de yemeyelim. Bunları toplayalım. Dönüşte Mevlâna’yla, Şems-i Tebrizî’yi görür görmez davet et yarın akşama, biz de olanları çıkarırız önlerine.’
‘Tamam’ diyor adam. Oruca giriyorlar karı koca…
Şimdi gelelim Şems’le Mevlâna’ya ve Sultan Veled’le, Hüsâmeddin Çelebi’ye… Ağanın evinde ağırlanıyorlar. Fakat ağa misafire söz bırakmıyor. Şu kadar hizmetkârlarım var, şu kadar hayvanlarım var, şu kadar tarlalarım var, başlıyor sayıklamaya.
Çorbalar geliyor, buyur ediyor, fakat Mevlâna kaşığını götürüyor ama almıyor çorbayı. Çünkü geçmez boğazından öylesinin çorbası. Hepsi aynısını yapıyorlar. Ağanın adamları yiyor. Arkasından baklava geliyor, onu da ağanın adamları yiyorlar.
Yemeğin sonunda dönüp Mevlâna’ya diyorlar, ‘Ya Mevlâna, bir dua yapar mısın?’
Mevlâna diyor ki, ‘Çorba tasından, baklava tepsisine kadar bütün kapları getirin.’
Getiriyorlar. Kısa bir dua yapıyor, ‘Allah’ım’ diyor, ‘bu zâta ne kadar mal mülk verdiysen, bir misli daha da fazla ver, ama muhabbetini verme.’ Çıkarıyor hırkasından elmasını, çorba tasına, yemek sahanlarına, hepsine dokunduruyor. Bütün kaplar altın haline geliyor.
‘Bize müsaade’ diyor Mevlâna, çünkü artık sıkılmışlar, paradan puldan, maldan mülkten muhabbet etmekten, kalkmışlar.
Yolda giderken, bekliyor onları şimdi, insanlığa saygı duyan fakir, çıkıyor önlerine, selâm veriyor. Şems-i Tebrizî, Mevlâna, hepsi selâmını alıyorlar. Fakir davet ediyor onları. Mevlâna, ‘Kısmet’ diyor, ‘yarına varsak sende misafiriz.’
Kalkıyorlar yarın akşam aynı saatte fakirin evine misafir oluyorlar. Hanımı da beyi de ayakta karşılıyorlar, hâl hatır soruşuyorlar. Sonra ağızlarını mühürlüyorlar, hiiç konuşmuyorlar. Mevlâna, Şems’e bakıyor; Sultan Veled Hüsameddin’e bakıyor. Sofra kuruluyor. Mevlâna ev sahiplerini de buyur ediyor sofraya. Adam, ‘Biz’ diyor, ‘lokma etmiştik, tokuz, buyrun siz yiyin.’
Allah ne verdiyse lokma ediyorlar, sofrayı kaldırıyorlar. Bir giriyorlar muhabbete Şems-i Tebrizî ile Mevlâna, başlıyorlar incileri dökmeye. Ev sahibiyle hanımı hem dinliyorlar hem gözyaşları döküyorlar. Artık sabah ezanları okunuyor, muhabbet o zamana kadar uzuyor.
Şems-i Tebrizî dönüp Mevlâna’ya, ‘Ya Hüdâvendigâr’ diyor, ‘bir dua da burda yap.’
Kaldırıyor ellerini Mevlâna, ‘Allah’ım’ diyor, ‘bu zâta ne fazla ver ne eksik, bunu bu karar bırak.’ ‘Amin’ diyorlar, sonra müsaade isteyip kalkıyorlar.
Yolda şimdi soruyorlar Mevlâna’ya, ‘Sen zengine öyle bir dua yaptın, bir de elmas vurdun kaplarına, kapları altına çevirdin. Bu zâtın hiçbir şeyi yok, oruç tuttular bize bir sofra kurmak için. Kalkıp dedin duada, Allah’ım bu zâtı bu karar bırak, ne fazla ver ne eksik. Neden böyle bir dua yaptın?’
İşte Mevlâna şu cevabı veriyor, ‘Yaratıcıdan isteseydim malk mülk, korkardım gözü gönlü kaçmasın mala. Deseydim, bunu da al bu zâttan, korkardım Allah’ı benden daha çok sevecek… Bu yüzden duayı bu şekil yaptım.’
Bizim bulunduğumuz yol teferruat yolu değildir, gönül yoludur. Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bizden ne can ister ne mal ister. Onun bizden istediği tek bir şey vardır, o da gönüldür…”