MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXX

Sihirbazların, “Ne buyurursun, âsâyı önce sen mi atarsın, yoksa biz mi atalım?” diyerek Musa Aleyhisselâm’a hürmet edip onu ağırlamaları, Musa’nın da, “Siz atın” demesi.

Melûn Firavun’un zamanında sihirbazlar Musa’ya kin güderek mücâleye giriştiler.

Fakat onu büyük tuttular, öne geçirdiler, ağırladılar. Zîrâ ona “Ferman senin. İstiyorsan önce sen âsânı at” dediler.

Musa, “Hayır, ey sihirbazlar, önce siz büyülerinizi meydana koyun” dedi.

1615. Musa’ya karşı gösterdikleri o kadarcık hürmet, din sahibi olmalarına sebep oldu; inat yüzünden de elleri, ayakları kesildi.

Sihirbazlar, Musa’nın hakkını anladıklarından evvelce işledikleri suça karşılık olarak ellerini, ayaklarını fedâ eylediler.

Yemek yemek ve nükte söylemek, kâmile helâldir; mâdemki sen kâmil değilsin, yeme ve sükût et!

Çünkü sen kulaksın, o dildir; o senin cinsinden değil, Tanrı, kulaklara “Ansitû” buyurdu.

Çocuk önce, süt emme kâbiliyetinde doğar, bir müddet susar ve tamamiyle kulak kesilir.

1620. Lâkırdı söylemeyi öğreninceye kadar bir zaman dudağını yumması, söz söylememesi gerektir.

Kulak vermezse “ti, ti” diye mânâsız sözler söyler; kendisini âlemin dilsizi yapar.

Anadan sağır olan ise hiç dinlemediği için dilsiz olur; nasıl dile gelsin?

Çünkü söz söylemek için önce dinlemek gerektir. Söze, kulak verme yolundan gir.

Evlere, kapılarından girin; rızıkları, sebeplerine teşebbüs ederek arayın!

1625. Dinleme ihtiyacı olmaksızın anlaşılan söz, ancak tamahsız ve ihtiyaçsız olan Tanrı’nın sözüdür.

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, 1614. beyitte, Kur’ân-ı Kerîm’deki, Tâhâ sûresi 65. ve Yunus sûresi, 80. âyetlerine işaret etmektedir ki, bu âyetlerde, “Sihirbazlar dediler ki, yâ Musa, sen mi atarsın yâhut evvel biz mi atalım? Musa onlara dedi: Atacağınız şeyi atın!” diye buyrulmaktadır.

‘Musa’ya karşı gösterdikleri o kadarcık hürmet, din sahibi olmalarına sebep oldu; inat yüzünden de elleri, ayakları kesildi.’ Yâni, sihirbazların Musa’ya gösterdikleri hürmet imanlarına sebep olduysa da, mukâbeleye cüretleri el ve ayaklarının kesilmesine sebep oldu.

Nitekim, yine Kur’ân-ı Kerim’de, A’raf sûresinin 204. âyetinde, “Kur’ân okununca dinleyin, susun da acınmışlardan olun” diye buyrulur. 1618. beyitte geçen ‘Ansitû’ sözü de, âyetteki ‘Susun’ mânâsına gelmektedir.

‘Yemek yemek ve nükte söylemek, kâmile helâldir; mâdemki sen kâmil değilsin, yeme ve sükût et! Çünkü sen kulaksın, o dildir; o senin cinsinden değil, Tanrı, kulaklara “Ansitû” buyurdu.’

Mürşid-i kâmiller kitâbî konuşmazlar, hitâbî konuşurlar. Bu demektir ki onlar, Hazreti Muhammed’in bendesi olmaları cihetiyle, Kur’ân-ı Nâtık’tırlar, yâni söyledikleri her söz, Kur’ân’dandır. Bu sebeple, mürşid-i kâmilin huzurunda susmak, edeb almak ve can kulağıyla dinlemek gerekir. 

Nitekim, Hasan Dede, selâm üzerine olsun, şöyle der: “İnsan, kulaktan beslenir, muhabbetle aydınlanır. Biz her zaman şunu deriz: ‘Nerde muhabbet, orda Muhammed.’ Muhabbet olmayan bir yerde Muhammed bulunmaz.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurur: “Cuma günü imam hitâpta bulunurken, dinlemeyip de lâkırdı eden adam, kitapları yüklenmiş eşek gibidir. Mevcut olan cemaatten de her kim, o lâkırdı edene sus diye söylerse, onun da cuması yoktur.”

Zîrâ, bir menkîbede anlatılır ki: “Peygamber Efendimizin zamanında, Sahâbe bir pervâne gibi O’nun etrafında dolaşır ve O’ndan bir şeyler öğrenmeye gayret ederdi. Çeşitli dünya meşguliyetlerinden dolayı Hazreti Peygamber’in yanına gelemeyenler, ertesi günü başkalarına sorarak eksiklerini giderirlerdi. Bazıları İslâm’ı öğrenmek için, boğaz tokluğuna Peygamberimizi takip eder, bazıları da Efendimiz’in sözlerini yazarak tespit etmeye çalışırdı. Ashâb, Hazreti Peygamber’i dinlerken sanki başlarında birer kuş var da, hareket edecek olurlarsa uçup gidecekmiş gibi pür dikkat kesilir, ayrıldıktan sonra da duyduklarını daha iyi öğrenebilmek için aralarında müzâkere ederlerdi.”

“Bizim muhabbetlerimizin hiçbiri Kur’ân dışı değildir. Kur’ân-ı Kerîm’in her bir harfi nurdur, çünkü Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden söylenmiştir” der Hasan Dede, “Yolcu, eğer bu muhabbetleri can kulağı ile dinler ve benimserse, çok güzel yol alır. Fakat burada dinler de buradan ayrılınca yine kendi aklıyla hareket eder, nefsinin arzuları peşinde koşarsa, hiçbir şekilde yol alamaz.”

Şems-i Tebrizi Hazretleri de çok güzel buyurur ve der ki: “Hazineden anlamayan yalnız onun sözünü işiten ve gören kimse için hazine ancak bir armağandır.”

Mürşid-i kâmiller, Ali sıfatını taşırlar. Nitekim, Hazreti Muhammed Efendimiz ilmin şehri, Hazreti Ali de o şehrin kapısıdır.

‘Söz söylemek için önce dinlemek gerektir. Söze, kulak verme yolundan gir. Evlere, kapılarından girin; rızıkları, sebeplerine teşebbüs ederek arayın! Dinleme ihtiyacı olmaksızın anlaşılan söz, ancak tamahsız ve ihtiyaçsız olan Tanrı’nın sözüdür.’

Ne güzel söyler Hasan Dede… “İçimizde, bize benzeyen biri vardır. Aslında biz, O’yuz. Görünen şu beden onun evidir. Dışardan görmek isteyen bizi, bu evin içinde nasıl görecek? Hakîkisini görmek için, içeri girmek lâzım. İçeri girdin mi, işte orada söz biter; orada sohbet, kelâm, harfler yoktur.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XCV

“Bil ki, aşkın gül bahçeleri kan perdeleri arasında olduğu için, ölümü göze almayan, oraya varamaz.” Mevlâna

1276. Cihan; gâh sabredip gâh şükrettikçe bağlar, bahçeler gâh giyinir, gâh çırçıplak kalır.

1277. Güneş, ateş renginde doğmuşken diğer bir saatte başaşağı batar.

1278. Göklerde parıldayan yıldızlar, zaman zaman ihtirâka uğrar.

1279. Güzellikte yıldızlardan daha parlak olan ay da ince ağrıya tutulup hilâl olur.

1280. Çok sakin ve edepli olan bu yeri de sarsıntı sıtmaya düşürür.

1281. Nice dağlar, bu ansızın gelen felâketten dolayı yeryüzünde kumlar gibi dağılıvermiştir!

1282. Ruhla eş olan hava bile kazâ baş gösterince vebâ kesilir, ufûnetlenir.

1283. Ruhun kız kardeşi olan lâtif su, bir gölcükte sarı, acı ve bulanık bir hâle gelir.

1284. Azâmetli ve kibirli ateşi bile bir yel söndürüverir!

1285. Denizin hâlini de ıstırâbından, coşkunluğundan anla, aklının değişik durduğunu, kalıptan kalıba girdiğini bil!

1286. Tanrı rızasını arayıp duran, başı dönmüş feleğin hâli de oğullarının hâli gibidir.

1287. Gâh en altta, gâh ortada, gâh en tepede. Onda da bölük bölük kutlu ve yomsuz zamanlar var!

1288. Ey küllîyât ile karışmış olan, ey insan! Basit cisimlerin hâlini de kendinden kıyâs et!

1289. Küllîyâtın böyle hastalıkları, böyle dertleri olunca onların cüzîyâtının yüzü nasıl sararmaz?

1290. Hele birbirine zıt olan şeylerden; su, toprak, ateş ve yelden meydana gelmiş cüzü…

1291. Koyunun kurttan kaçmasına şaşılmaz; şaşılacak şey, bu koyunun, kurda gönül vermesidir!

1292. Sağlık, zıtların sulhudur; aralarında savaşın başlamasını da ölüm bil!

1293. Tanrı’nın lütfu, bu arslanla yaban eşeğine, bu iki zıdda, vefâkârlık hususunda ülfet vermiştir.

1294. Dünya hasta ve mahpus olunca, hastanın fânî olmasına şaşılır mı?”

1295. Tavşan, arslana bu çeşit nasîhatler verip, “Ben bu sebepler yüzünden geriledim” dedi.

“Ey aşıklar!” der Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, ve şöyle devam eder, “Cihanda ne varsa aşk onun canıdır. Aşktan başka ne görüyorsan, hiçbiri ebedî kalmaz. Senin yokluğun doğu gibi, senin ecelin batı gibidir. Dediğimi yaparsan, bu göğe benzemeyen bambaşka bir gök olursun. Göğün yolu senin içindir ki, aşk kanadını çırpmaya bak.”

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “Hakîkatte baktığınızda, dünya üzerindeki bütün varlıkların temelinde sevgi ve aşk vardır, hepsi sevginin ve aşkın sûretleridir” diye buyurur ve kâinattaki bütün varlıkların toplamının aynı bir insan gibi olduğuna işâret ederek, “Bu âlem insanın en büyük şeklidir. İnsan, kâinat demektir; kâinat da insan demektir. İnsan-ı kâmil de bunun kalbi, özetidir” der.

Nitekim, Hazreti Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr’in bir beyitinde, “Güneş de, ay da, yıldızlar da, gökyüzünde ilâhî aşk ile dönmekte; âdeta oynamaktadırlar. Üzerinde yaşadığımız dünya da dönmekte, oynamaktadır. Biz ise bunların ortasındayız” der ve bir başka beyitinde de, “Şu içinde yaşadığımız hayatın, şu akıp giden kum selinin ne durması vardır, ne dinlenmesi; bir şekil bozulunca başka bir şeklin temelini atarlar!” diye buyurur.

‘Ey küllîyât ile karışmış olan, ey insan! Basit cisimlerin hâlini de kendinden kıyâs et! Küllîyâtın böyle hastalıkları, böyle dertleri olunca onların cüzîyâtının yüzü nasıl sararmaz? Hele birbirine zıt olan şeylerden; su, toprak, ateş ve yelden meydana gelmiş cüzü…’

Hasan Dede, insanın mâhiyeti olan ‘su, toprak, ateş ve yel’i açıklarken, “Sen, dört ana sırrın sahibisin” der, “Birinci ana sır, vücudundaki harâret; güneşten bir parça. İkinci ana sır, vücudundaki su; denizden bir parça. Üçüncü ana sır, deri ile kemik; topraktan bir parça. Dördüncü ana sır, nefes; semâvattan bir parça. Bu dördü senden ayrılıp aslına gidecek. Peki sen nereye gideceksin?..”

Ve bir şiirinde şöyle seslenir bizlere…

“Ey canlar, ey aşıklar!

Hilkâtin cilvesi aşk zuhûr etti, 

Her şey mahvoldu. 

Aşk tümdür, ondan gayri her şey mahvolur, 

Aşk ne ilk, ne de sondur, 

Aşk sonsuzluk vahdetidir. 

Aşkın ne sûreti ne de sîreti vardır, 

Aşk her vasfın üstündedir. 

Aşkın naz ve cilvelerinden maşukluk zuhûr etti, 

Aşk kadeh sûretinde göründü, 

Aşk şarap hâlinde dem oldu. 

Her kim o sûrette demi gördü, 

Aslına vâsıl oldu, 

Görmeyen tümüyle yok oldu. 

Her şey aslına rücû etti, 

Aşkı, aşktan başka,

Hiçbir şey tefsîr edemedi…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XCIII

“Mâdemki barış savaş olur, savaş da barış olur. O hâlde her istediğini yapan o yüce Yaratıcı’nın elindeki sanat kudretini bilmek gerek.” Hasan Dede

1248. Âdem bunların hepsini bildi. Fakat kazâ gelince nehyi bilmede hataya düştü.

1249. Acaba bu nehiy, haram olduğundan mıdır, yoksa korkutmak için mi?

1250. Gönlünce tevîli üstün tutunca kendisi hayretteyken tabîatı, buğdaya doğru koştu.

1251. Bahçıvanın ayağına diken batınca hırsız fırsat buldu, esvâbını çalıp kaçtı.

1252. Âdem hayretten kurtulup tekrar yola gelince, gördü ki hırsız eşyayı iş yerinden götürmüş!

1253. “Rabbenâ innâ zalemnâ” deyip ah etmeye başladı. Yâni “karanlık bastı, yol kayboldu” dedi.

1254. Bu kazâ, güneşi örten bir buluttur. Arslan ve ejderha bile ondan feryâd ve figân etmektedir.

1255. “Kazâ ve kader zuhûr edince bir tuzağı bile görmüyorsam bu yolda câhil olan yalnız ben değilim ya!”

1256. Zorlamayı bırakıp feryâd ü figâna koyulan kişi ne kutlu kişidir; o, iyi bir işe sarılmıştır.

1257. Eğer kazâ, seni gece gibi sararsa sonunda yine elinden tutacak odur.

1258. Yüz kere canına kasdederse yine sana can veren derdine dermân olan kazâdır.

1259. Bu kazâ yüz kere yolunu kesse de yine senin çadırını göklerin üstüne kurar.

1260. Seni emînlik mülküne götürmek için bu korkutmasını inâyet bil!

1261. Bu sözün sonu gelmez, söz de uzadı. Sen tavşanla arslan hikâyesini dinle!

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, “O, bir can karşılığı bir öpücük veriyor; ne bedava bir alışveriş! Git; can ver de bir öpücük satın al!” diye seslenir.

Sultan Veled Hazretleri, İbtidanâme adlı eserinde şöyle buyurur:

“Hele daha çevik çalışın, tez olun da şu hapis âleminden, şu körlük dünyasından kurtulun. Ey oğullar, onun izinden birer birer sıçrayın; çıkın şu oluş bozuluş dünyasından. Müridseniz şeyhin yolunda yürüyün; maşuka doğru aşıkçasına koşun. Yolunuzu kesenler sayısız; hepsi de canınızın kanına susamış. ‘Evirip çeviren odur ancak’ kılıcını, genç ihtiyar, hepiniz alın elinize. Yol keseniniz nefstir; vurun boynunu da cennetlere doğru yürüyün. O köpek huylu, diri kaldıkça Hakk’tan bir koku almanıza meydan vermez. Sonunda herkesi aşağılığa çeker de ondan sonra helâk eder gider. O düzenci çok güçlü bir yol kesendir; can gözünü aç da akıllıca otur. Âdem’e, o meyvayı bir solukta yedirdi ve cennetten çıkarttı onu. Âdem, bir kuş gibi onun tuzağında kaldı; gözlerinden ırmak gibi yaşlar aktı. Virdi, ‘Rabbimiz, nefislerimize zulmettik biz’ sözüydü; bir zaman hep böylece dilekte bulundu. Elbisesi, tacı gitti, çırçıplak kaldı; ayrılık ateşinde yanıp kavruldu. Hakk’tan elde ettikleri kalmadı; testideki su bitti de testi kaldı. Testiye benzeyen bedeni ağlayıp inlemeye kaldı; aşkla suyunu aramaya koyuldu. Allah, sızlayışını kabul etti; testisine denizleri boşalttı. Ayrılığa düşmüş canı, buluşma devletine erdi; yine o hoş parça-buçuk, asla kavuştu. Yakıp yandıran zahmet, ebedî bir define oldu; tekrar makbûl olup sürülmekten kurtuldu. Aşk iksiriyle canı altın oldu; o denizde katresi inci kesildi. Parça-buçuğu tüm oldu da gamdan kurtuldu; o yas, tekrar düğün dernek oldu gitti. Şeytandı, tekrar melek oldu; kuzgundu, Allah, onu alıcı doğan yaptı. Yerdeydi, Zühre’den de değersizdi; göğe ağdı, yine güneş oldu. Güneş sözü, anlatabilmek için; yoksa bu söz, onu ululamamaktır.”

Yunus Emre’nin şu seslenişi ne kadar yerinde ve güzeldir…

“Hakîkate bakar isen, nefsin sana düşman yeter, 

Var şimdi nefsin ile dövüşüp savaşadur. 

Nefstir eri yoldan koyan, yolda kalır nefse uyan, 

Ne işin var kimse ile, sen nefsine hor bakadur. 

Diler isen bu dünyanın şerrinden olasın emîn, 

Terkeyle kibri ve kini, gir hırka altına derviş oladur…”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, “Yasak ve nâhoş olan bir şeyin meydana gelmesinden dolayı çekilen sıkıntı, kırk sabah yağmur yağmasından daha hayırlıdır” diye buyurur.

“Allah’ı davet eden gönül, dar olmamalıdır” der Hasan Dede, “Allah, hepimizi, bütün insanları davet ediyor. Ne kadar zor olursa, o kadar kıymetlidir. Zorluğu, kazancımızın kıymetinden. İçinde bulunduğumuz dünya çok sehhâredir. Onun için, içine girdiğin gönülden çıkmayacaksın. Çıkar çıkmaz tutuyor insanı. Aşikâr olanı görmemize engel olan cehâlet perdesidir; eğer sadakât ve güçlü bir imanla yola koyulursak, o zaman Hakk bizi kabul eder; perde kalkar, sevgili görünür.”

Kasîde:

“Senden vazgeçmiş değilim, daima seninle meşgûlüm. Her an seni biraz daha yüceltmedeyim. Biraz daha fazla azîz etmedeyim. 

Tertemiz zâtıma, padişahlık güneşim üzerine yemin ederim ki, ben, seni sana bırakmam. Seni lütuflarla, keremlerle yüceltir dururum. 

Senin yüzüne, kendi ışıklarımdan, kendi nurlarımdan nurlar saçarım. Senin başını, on tane mağfiret, yarlıgama parmağı ile kaşırım. 

Rıza göğünde binlerce inâyet bulutu var. O bulutlardan yağarsam; ancak senin başına yağarım. Başkasının başına yağmam. 

Lütfum, sana hizmet etmek için hazırlanmıştır. Zaten ben iyilikler kaynağıyım. 

Bana; ‘Hastayım’ dediğin geceden beri, binlerce şifâ şerbeti, sevgiyle, şefkatle kaynayıp duruyor. 

Yanıma gel de, gözlerine yeni bir sürme çekeyim. Çekeyim de, sırlarımı görüp anlaman için gözlerin nurlansın, aydınlansın. 

Lütfum öyle çok, keremim öyle bol ki, beni inkâr eden yabancıların bile ellerinden tutmadayım. En kötü insanları bile nimetlerimle beslemekteyim. Hâl böyleyken, beni sevenlerden, bana yakın olanlardan nasıl olur da lütfumu esirgerim?”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXXVIII

Tavşanın mâzeretini söylemesi ve arslana yaltaklanması.

1157. Tavşan dedi ki: “Eğer efendimiz affederlerse aman dileyeceğim, mâzeretim var.”

1158. Arslan, “Ey ahmaklardan arta kalan, bu ne biçim özür? Padişahlar huzuruna bu zaman mı gelinir?

1159. Sen vakitsiz öten horozsun, başını kesmeli. Ahmağın mâzereti dinlenmez.

1160. Ahmağın özrü kabahatinden beter olur. Cahilin özrü her ilmin zehiridir.

1161. Ey tavşan! Senin özründe bilgi yok. Ben tavşan değilim ki bunu bana dinletesin” dedi.

1162. Tavşan, “Padişahım, adam olmayanı da adam sırasına koy; zulüm görenin mâzeretine kulak ver!

1163. Hele mevkiinin sadakası olarak yolunu şaşıranı kendi yolundan sürme!

1164. Bütün ırmaklara su veren deniz bile her çöpü başının üstünde taşır.

1165. Deniz, bu kereminden dolayı eksilmez; ihsânı yüzünden aşağılaşmaz” dedi.

1166. Arslan dedi ki: “Ben yerinde ve lâyık olana kerem ve ihsânda bulunurum; herkesin elbisesini boyuna göre biçerim.”

1167. Tavşan, “Dinle, eğer lütfa lâyık değilsem kahır ejderhasının önüne baş koydum, ne yaparsan yap!

1168. Ben kuşluk vakti yola düştüm, arkadaşımla padişahıma geliyordum.

1169. Arkadaşlarım, senin için başka bir tavşanı da bana yoldaş etmişlerdi.

1170. Bir erkek arslan, kulunuzun kanına kasdetti. Yolda, bu iki yoldaşa da sataştı.

1171. Ben ona ‘Biz padişahlar padişahının kuluyuz, o kapının iki küçük kapı yoldaşıyız’ dedim.

1172. Dedi ki: ‘Utan be! Padişahlar padişahı dediğin kim oluyor? Benim huzurumda öyle her adam olmayanın adını anma!

1173. Eğer huzurumdan iki adım ileri atarsan seni de, padişahını da paramparça ederim.’

1174. ‘Beni bırak, bir kerecik daha padişahımın yüzünü görüp seni haber vereyim’ dedim.

1175. Dedi ki: ‘Yoldaşını huzurumda rehin bırak; yoksa sen benim kanunumca kurbansın.’

1176. Ona çok yalvardık, hiç fayda etmedi. Yoldaşımı alıp beni yalnız bıraktı.

1177. Arkadaşım hem şişmanlıkta ve letâfette, hem de güzellikte ve irilikte benim üç mislimdi.

1178. Bundan böyle o arslan tarafından bu yol kapanmıştır, böyle bir düşman yüzünden, Padişahım, yol bağlıdır.

1179. Bundan sonra tahsîsattan ümidini kes. Ben doğru söylüyorum, doğru söz acıdır.

1180. Sana tahsîsat lâzımsa yolu temizle. Haydi gel, o pervâsızı ortadan kaldır!” dedi.

Sultan Veled Hazretleri buyurur ki: “Kendisini öldüren, öfkelenip kendi boğazını kılıçla kesen ahmağı kim görmüştür. Ahmak, başkasını yaralıyorum sanır; sonunda görür ki kendi ciğerini yaralamış.”

‘Ahmağın özrü kabahatinden beter olur. Cahilin özrü her ilmin zehiridir.’

Türkçe’de ‘Özrü kabahatinden büyük’ diye bir söz vardır. Cahilin özrünün ilmin zehiri olmasına gelince; özür, bir konu hakkında sulha varılması için söylenir; ilim de, malûma tâbî olduğundan, yersiz özür ile malûm olan birbirine karıştırılırsa hâliyle o özür ilmin zehiri olmaktadır.

Nitekim, Hazreti Mevlâna, “Hırs körlüğüne özür yoktur. Padişahın çarmıha gerdiği adama acınır, fakat haset çarmıhına gerilen bağışlanmaz!..” diye buyurur.

“Bahçede yabanî otları temizlemeden, gülün güzelliğini göremezsin; kendi hâline bırakırsan, o gül de gül olmaz” der Hasan Dede ve bir şiirinde şöyle seslenir…

“İnsan mısın sen ey insanoğlu, 

İnsanlığını bilen gelsin Hakk meydanına. 

İnsan olmak için çok emek gerek, 

Allah yolunda emek veren gelsin meydana. 

İnsan olmak nasıldır bilir misin? 

Hakîkate gel desem gelir misin? 

İnsan sıfatında olan hayvan nefsini yener misin? 

Nefsini, hırsını yenen gelsin meydana. 

İnsanoğlu yüklenmiş nefs yükünü, 

Hiç düşünmez nerden geldiğini, 

Anî karar ile verir hükmünü, 

Sabrı bol olanlar gelsin meydana. 

İnsanların nakışı hak, doğruluktur, 

Gittiğin yol yanlış ise geri dur, 

Bir söyle iki dur, üçte kulak ver, 

İstidâdın varsa gel gir bu meydana. 

Hasan, sen yolculara nasîhat edersin, 

Sabırla nefslerini yenmelerini dilersin, 

Hakk uğruna başını verirsin, 

Başını Hakk’a veren gelsin meydana…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXXV

Yine tavşanın hilesi ve gitmede gecikmesi.

1107. Tavşan, arslana gitmede epeyce gecikti. Yapacağı hileyi kendisince kararlaştırdı.

1108. Bir hayli geciktikten sonra arslanın kulağına bir iki sır söylemek üzere yola düştü.

1109. Akıl diyârında nice âlimler vardır! Bu akıl denizi ne kadar engindir!

1110. Bizim şu şeklimiz bu tatlı denizde su üzerinde kâseler gibi yüzer.

1111. İçi suyla dolu olmadıkça kap, suyun yüzündedir. Dolunca denize batar.

1112. Akıl gizlidir; ortada bir âlem görünüp durur. Bizim şeklimiz; o denizin dalgasından, yâhut ıslaklığından ibârettir.

1113. Suret, o deniz olmak için neyi vesîle ittihâz ederse etsin, deniz, sureti, o vesîle yüzünden daha uzağa atar.

1114. Gönül, kendisine sır söyleyeni; ok, kendisini uzağa atanı görmedikçe;

1115. Atımı kaybettim sanır, bindiği atı inat ve hırçınlıkla yolda hızlı hızlı koşturur!

1116. O yiğit, atını kaybolmuş sanır. At ise onu yel gibi koşturmuştur!

1117. O sersem bağırır, arar tarar, kapı kapı dolaşır, her tarafı ara, sorar.

1118. “Atımı çalan nerde, kimdir?” “Efendi, şu uyluğunun altındaki mahlûk ne?”

1119. “Evet, bu attır; fakat bu at nerde?” Ey at arayan yiğit binici, kendine gel!

1120. Can, apaçık olduğundan, pek yakın bulunduğundan görünmez. İnsan, içi su ile doludur da, dudakları kupkuru bir küp gibidir.

1121. Kırmızı, yeşil, sarı… bu üç renkten önce ziyâyı görmezsen bunları nasıl görürsün?

1122. Fakat senin aklın renkler içinde kaybolduğundan o renkler senin nuru görmene perde oldu.

1123. Gece olunca o renkler örtüldü, o vakit rengi görmenin nurdan olduğunu görüp anladın.

1124. Haricî nur olmadıkça rengin görünmesi mümkün değildir. İçteki hayal rengi de böyledir.

1125. Dış renkleri güneş ve Sühâ yıldızının nuruyla görünür. İç renkleri ise yüce nurların aksiyle görünür.

1126. Gözünün nurunun nuru da gönül nurudur. Göz nuru gönüllerin nurundan meydana gelir.

1127. Gönül nurunun nuru da, akıl ve duygu nurundan olmayan, onlardan ayrı bulunan Tanrı nurudur.

1128. Geceleyin nur yoktu, renkleri görmedin. Nurun zıddıyla sana sabit oldu ki,

1129. Önce nur görünür, sonra renk. Bunu da nurun zıddıyla tereddütsüz olarak bilirsin.

“Bu cihan, Akl-ı Küll’ün bir düşüncesinden ibârettir” der Hazreti Mevlâna ve Fîhi Mâ-Fîh isimli eserde şöyle buyurur: “Tanrı, pek yakındır sana. Ne düşünsen, ne kursan seninle beraberdir o. Çünkü düşünceyi, kuruntuyu var eden de odur, sana eş eden de o. Yalnız, pek yakın olduğundan göremezsin. Ne şaşılacak şey ki, yaptığın her işte aklın, seninle; onunla girişiyorsun giriştiğin işe. Fakat aklı hiç göremiyorsun, ancak eseriyle görüyorsun; asıl aklı görmene imkân yok. Meselâ, birisi hamama gider. Kızışır. Hamamın içinde nereye gitse ısı kendisiyle beraberdir. Ateşin ısısının tesiriyle kızışmıştır ama ateşi göremez. Hamamdan çıkar da ateşi gözüyle görürse anlar ki hamam da ateşle kızışmadadır, hamamdakiler de; bilir ki hamamdaki ısı, ateşlenmiş. İnsanın varlığı da büyük bir hamamdır. Orda aklın, canın, nefsin ısısı hep vardır. Fakat hamamdan dışarıya çıktın da öbür dünyaya yüz tuttun mu aklın da kendini görürsün, nefsin de, canın da. Anlarsın ki bu buluş, bu anlayış, aklın ışığındanmış; o düzenler, nefistenmiş; yaşayış da canın eseriymiş. Her birinin özünü görürsün o vakit; fakat hamamda oldukça ateşi gözünle görmene imkân yok, ancak eseriyle görebilirsin. Yâhut da hiç akar su görmemiş birinin gözlerini bağlasalar da suya atsalar ıslak bir şeyin gözüne vurduğunu, bedenini kapladığın duyar, fakat o nedir, bunu bilmez. Gözlerini açtılar mı apaçık görür bilir ki suymuş o. Önce eserleriyle bildi, şimdi kendisi gördü. Şu hâlde Tanrı’ya karşı yoksulluk göster, ihtiyacın neyse ondan iste; bu isteyiş hiç mi hiç yitmez. ‘Beni çağırın, icâbet edeceğim size.’

Şimdi bir düşün, kıyas et… ne biçim bir akıl, ne biçim bir hüner gerek ki, şu gökler, şu ay, güneş, şu yedi kat yer, onun yüzünden meydana gelsin. Bütün bu varlıklar Akl-ı Küll’ün gölgesi. Cüz’î aklın gölgesi kendisine göre; Akl-ı Küll’ün gölgesi olan varlıklar da kendisine göre. Tanrı erenleri, bu göklerden başka gökler görmüşlerdir de bu gökler gözlerine görünmez; pek aşağı görünür onlara bu gökler. Bunlara ayaklarını basmışlar da aşmışlar, geçip gitmişlerdir.”

Hasan Dede, “Bir kişi, kendisini imansızlığa, sapıklığa götüren akıldan, fikirden kurtulunca birçok menziller aşar, mest olur. Kendinden, kendi varlığından vazgeçer” der, “Benlik ve kendine tapmak kötü bir huydur, hoşa gitmez bir hâldir. Neûzübillâh, bu hâle düşünce insanlık elden gider de kişinin imanı bile kendisine inkâr kesilir… Aşıkların ders gördükleri yer, yine aşktır. Onlara mânen ders veren de yüce Allah’tır. Bizler öğrenciyiz, O’nun aşkı da, tekrarlayıp durduğumuz bilgidir.”

Şiir:

“Şu akıl ermeyen insan cisminde, 

Gör ne sanat ne düzen gizlidir. 

O can tohumunun sade birinde, 

Gör ne sanat ne düzen gizlidir. 

Deme kişi çözemez bu esrârı, 

Bu ancak bilgin bir düşünür kârı, 

O gönül denilen var ya Tanrı pazarı, 

Gör ne sanat ne düzen gizlidir. 

Hele biraz düşün bütün varlığı, 

Bak neye bağlarsın aşikârlığı, 

İdrâk etsen bu pazarlığı, 

Gör ne sanat ne düzen insanda gizlidir…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXXII

“Ey kendisine canımın kul köle olduğu Şemseddin, ey Ruh’ul-Emîn!..” Mevlâna

1066. Akıl; Cebrâil gibi “Ey Ahmed, bir adım daha atarsam yanarım!

1067. Sen beni bırak, bundan sonra sen ileri yürü. Ey can Sultanı! Benim haddim, bu kadardır” der.

1068. Tembellik yüzünden şükürden ve sabırdan mahrûm kalan, ancak şunu bilir: Ayağını ‘cebîr’ tutmuştur.

1069. Cebîr iddia eden, hasta değilken kendisini hasta göstermiştir. Nihâyette hastalık o kimseyi sıhhatten ayırmıştır.

1070. Peygamber, “Şakacıktan hastalanış gerçekten hastalık getirir ve o adam nihâyet mum gibi söner gider” dedi.

1071. Cebîr ne demektir? Kırık sarmak, yâhut kopmuş damarı bağlamak.

1072. Mâdemki bu yolda ayağını kırmadın; kiminle alay ediyorsun, ayağını niye sardın?

1073. Çalışma yolunda ayağı kırılana derhâl Burak geldi, ona bindi.

1074. Din emirlerini yüklenmişti, şimdi kendi bindi… Fermân kabul ediciydi, makbûl oldu.

1075. Şimdiye kadar padişahın fermânını kabûl eder, fermâna uyardı, bundan sonra o, askere fermân verir!

1076. Şimdiye kadar tâlih yıldızı ona tesîr ederken bundan sonra o zât yıldızı üzerine emredici olur.

1077. Eğer sen bundan şüphelenirsen o hâlde ‘şakkü’l-kamer’den de şüphelisin.

1078. Ey gizlice hevâ ve hevesini tazeleyen kimse! İmanını tazele, ama yalnız dille olmasın.

1079. Hevâ ve heves tazelenip durdukça iman taze değildir. Çünkü hevâ, iman kapısının kilididir.

1080. Bâkir sözü tevîl etmişsin; sen kendini tevîl et, Kur’ân’ı değil.

1081. İsteğine göre Kur’ân’ı tevîl ediyorsun. Yüce mânâ, senin tevîlinden aşağılandı, aykırı bir şekle girdi!

Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlâna’nın, Cebrâil’in, Sidret’ül-Müntehâ’ya kadar Hazreti Muhammed ile beraber geldiği fakat oradan ileri geçemediği, bir iğne yordamı geçersem yanarım dediği kıssayı dile getirdiği, 1066 ve 1067. beyitlere istinâden, “Hukemâ, yaratıcı kudretin, aktif tecellîsine ‘Akl-ı Küll’ yâni tüm akıl derler. Sufîlere göre tüm akıl olgun insanın, bağlardan, kayıtlardan kurtulmuş aklıdır ki Tanrı bilgisine mazhârdır. Mevlâna da bu beyitlerde aklı, Cebrâil’le beraber anmaktadır. Sidret’ül-Müntehâ da akılla anlaşılan şeylerin sınırıdır, son çizgisidir. Ondan öteye akılla değil, ancak aşk refrefiyle gidilir; tam birlikse vehimden doğan varlığın kökünden yok olmasıyla gerçekleşir” yorumunu yapar.

Hasan Dede, Cebrâil ile ilgili olarak, “Bizim aklımız cüzî akıl, Hazreti Muhammed’in aklı Küllî Akıl’dır. Onun başındaki aklın ismi Cebrâil’dir” der ve, “Hazreti Muhammed, insanları pişirmek için akılla yola çıktı. Fakat, dünya ömrü biteceği zaman aşkı ortaya çıkardı. Evet, Cebrâil’den maksat akıldır, ama Cebrâil ismi ancak Muhammed’in aklına verilir. Neden? Çünkü Hazreti Muhammed, selâm olsun üzerine, kendi içinden başka bir yerden kimsenin aklına kulak vermedi, kimseden bilgi almadı, ne doğduysa kendi iç âleminden cebretti, bilgileri kalbinden aldı ve Muhâkeme-i Kübrâ’dan geçirdi, yâni bunun mânâsı düşünceden geçirdi. Düşünceden geçirdikten sonra o sözü önce kendine hitâb etti. Bunu yaparken, kendine yüksek sesle hitâb ederdi. Eğer hitâb ettiği söz kulağına hoş gelir, gönlüne yatarsa hemen karşı tarafa yazdırırdı.”

Tabî ki Hazreti Muhammed’in cebretmesiyle, nefsine uyan ve ‘gizlice hevâ ve hevesini tazeleyen kimsenin’ cebretmesi bir olamaz. ‘Cebîr iddia eden, hasta değilken kendisini hasta göstermiştir. Nihâyette hastalık o kimseyi sıhhatten ayırmıştır.’ 

Hazreti Muhammed, bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurur: “Hazreti Musa, Cenab-ı Allah’a sordu: Yâ Rabbi, insan, sana nasıl şükür eylesin? Cevâben buyruldu ki: Nâil olduğu nimetin, benden olduğunu bilirse, şükür etmiş olur.”

“Sabır sıkıntının anahtarıdır! Şükür de Allah’tan razı olmanın anahtarıdır!” der Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde.

Sabır ve şükürle elde edilen güzellikleri korumanın anahtarının da yokluğa bürünmek olduğunu söyler Hasan Dede ve “Hakk’ın güzellikleri insanda varlığını zuhûra geldiği zaman, şükretmesi ve daha da yokluğa bürünmesi gerekir. Kendisini ne kadar yokluğa bırakırsa, o nispetle Hakk varlığını ondan gösterir ve her işi âsân olur. Çünkü biz yokuz, O var” der.

Nitekim, yine Mevlâna buyurur, “Aşk birçok hizmetlerle, çabalarla ispat edilse dahî, aşığın bütün bu hâllerin üstünde yapması gereken hâl: Yokluğa bürünmektir.”

‘Çalışma yolunda ayağı kırılana derhâl Burak gelir, ona biner.’ Fakat şüphe tuzağına düşenler, ‘şakkü’l-kamerden de şüphe eder.’ Şakk’ül-kamerden şüphe eden, Hazreti Muhammed’den şüphe ediyor demektir. Oysa imanda şüpheye yer yoktur. Şüphe içinde olan kişi iman ettim dese bile, bunu ancak diliyle söylemiştir, kalben iman etmiş sayılmaz.

Öyle ki, Kur’ân-ı Kerîm’de, Kamer sûresinin 1 ve 2. âyetlerinde, “Yaklaştı kıyâmet ve yarıldı ay. Ve onlar, bir delil gördüler mi yüz çevirirler de sürüp giden bir büyüdür derler” diye buyrulmaktadır.

Oysa, Hazreti Muhammed’den bir an dahî yüzünü çevirmeyen Hazreti Ali’nin buyurduğu üzere, “İman, dil ile şehâdet etmek, kalb ile tasdiklemek ve beden ile amel etmektir.”

Kasîde:

“Bu gidişle menzile, varacağın yere nasıl varacaksın? Bu tembellikle, bu huyla dilediğine nasıl ulaşabileceksin? 

Bu sırrı çözmek, bu sırra mahrem olmak sana nasîb olmamış, müşkül sırrı açmayı nasıl başaracaksın? 

Su gibi, şu çamur içinde hapsolup kaldın! Bedeninin aslı olan bu balçıktan ne vakit tertemiz, arınmış olarak çıkıp kurtulacaksın?

O lütûf ve ihsân denizinin yardımı olmadıkça, bu kirlilik, bu günâh dalgasından nasıl kurtulup mutluluk sahiline varacaksın? 

Aşk burağı, Cebrâil’in gayreti, kılavuzluğu olmadıkça, Hazreti Muhammed Efendimiz gibi nasıl olur da o en yüksek makâma yükselebilirsin? 

Sen tutuyor, fânî varlıklara güveniyorsun, sığınacağı olmayanlara sığınıyorsun. Devlet ve ikbâl sahibi padişahlar padişahına nasıl sığınacaksın?”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXXI

Tavşanın arslana oyun edip onunla başa çıkması.

1055. Tavşan, arslana gitmede biraz gecikti, sonra pençesi kuvvetli arslanın yanına gitti.

1056. Arslan, tavşan gecikti diye pençesiyle toprağı kazmakta, kükremekteydi.

1057. “Ben, o alçakların ahdi hamdır, ham, ahîretleri kötüdür, sözlerinde durmazlar demiştim.

1058. Onların gürültüleri beni yaya bıraktı. Bu felek beni ne vakte kadar aldatacak, ne vakte kadar?

1059. Tedbîrsiz emîr, adamakıllı âciz kalır. Çünkü ahmaklığından dolayı ne önünü görür, ne ardını!” dedi.

1060. Yol düzgün ama altında tuzaklar var. Kitaplarda da mânâ kıt.

1061. Sözler, kitaplar, tuzaklara benzer. Tatlı sözler, bizim ömrümüzün suyunu emen kumdur.

1062. İçinden su kaynayan kum ise pek az bulunur; yürü, onu ara!

* Ey oğul! O kum, Tanrı eridir. O er kendinden ayrılmış Hakk’a ulaşmıştır.

* Ondan, dinin tatlı suyu kaynayıp durmaktadır. İstekliler o sudan hayat bulurlar, gelişirler, yetişirler.

* Tanrı erinden başkasını kuru kumsal bil ki o kumsal, her zaman senin ömür suyunu içer, mahveder.

* Hâkim olan erden hikmet iste ki onunla görücü, bilici olasın.

1063. Hikmet arayan hikmet kaynağı olur, tahsilden ve sebeplere teşebbüsten kurtulur.

1064. Bilgileri hıfzeden levh, bir Levh-i Mahfûz olur; aklı ruhtan nasiplenir, feyz alır.

1065. Akıl önce ona muâllim iken, sonra akıl ona şakirt kesilir.

Hazreti Mevlâna’nın, bu hikâyede kullandığı tavşan metaforunun, hakîkat arayışına giren ve kimliğini öğrenme yolunda yürümeye karar veren akl-ı meadı temsîl ettiğine deyinmiştik. 

Arslan metaforuna gelince; Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de anlattığı diğer hikâyelerde de sıkça bu metaforu kullanmıştır. Bazen herkesin anladığı mânâda, arslan, padişahı ve genellikle de mürşid-i kâmili temsîl etmekte, bazen de farklı mânâlarda karşımıza çıkmaktadır. Hattâ aynı hikâye içinde iki farklı anlama işâret ettiği de olmuştur.

Bu hikâyede ise, arslandan maksat nefs-i emmâredir ki, ‘arslan, tavşan gecikti diye pençesiyle toprağı kazmakta, kükremektedir.’

Nitekim, Hasan Dede, nefsine tâbî olan kişiler hakkında, “Kimliğinden habersiz bir kişi etrafına zarar verir, hiddet eder, kendi küçük aklıyla kendini başkalarından büyük görür” diye bahseder.

‘Yol düzgün ama altında tuzaklar var. Kitaplarda da mânâ kıt.’

İnsan, hakîkatte, Allah’ın sırrını ihtivâ eden bir kitap gibidir; fakat kendinden haberi olmayınca mânâsı yoktur.

Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle seslenir Yüce Allah, Hazreti Muhammed’in dilinden:

“Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (İsrâ, 14)

Bir gün, Mevlâna’ya sormuşlar: “Yâ Mevlâna, bu kadar kitap okudun, peki ne öğrendin?”

Mevlâna, “Söyleyeyim” demiş, “bu kadar kitap okudum, sonunda adımı öğrendim.”

“Neymiş adın yâ Mevlâna?” diye sormuşlar.

“Benim adım ‘İnsan’…” demiş.

İnsan, insanlık ilmini yine bir insandan, yâni kâmil insandan, mürşid-i kâmilden öğrenir. Hazreti Mevlâna’nın buyurduğu üzere, o, ‘içinden su kaynayan kum gibi olan Tanrı eridir. O er kendinden ayrılmış Hakk’a ulaşmıştır. Ondan, dinin tatlı suyu kaynayıp durmaktadır. İstekliler o sudan hayat bulurlar, gelişirler, yetişirler. Tanrı erinden başkasını kuru kumsal bil ki o kumsal, her zaman senin ömür suyunu içer, mahveder.’

Bakın Hasan Dede nasıl bir dil sarfediyor ve diyor ki:

“Allah’a giden yol çetin ve zor bir yoldur. İnsanın önüne bu yolda bir çok engeller çıkar, ki bunlar, insanın çabasının, isteğinin ve imanının ne kadar güçlü veya ne kadar güçsüz olduğunu meydana çıkaran imtihanlardır. Ancak bütün bu imtihanlara göğüs gererek pes etmeyen kişi Allah’ın hakîkatine ulaşır, kurtuluşa erer. Kişi ne kadar saf ve temiz bir niyetle ve hiçbir karşılık beklemeden ibâdet eder ve nefsiyle mücâdeleye girişip, nefsine tamamen hâkim olursa o kadar Allah’a yakınlaşır ve Allah da o kadar ona yaklaşır. Nefsine gâlib gelerek, kendini bilen kişi, Rabbini de bileceği gibi, kâinattaki her türlü sır ve mânâyı da kavrayıp, öğrenir ve anlar. Çünkü nefsini yenen ve benlikten kurtularak kemalâta eren insan-ı kâmil, hava ne kadar rüzgârlı olursa olsun alevi sabit duran bir mum gibidir.

Kur’ân-ı Kerîm, Hazreti Ali’nin burhânıdır ve O demiştir ki: ‘Resûlallah’a inmiş olan bütün nurların şahidiyim, çünkü bir an dahî O’ndan ayrı değilim.’

Kur’ân’ın sırrına ermek ve Kur’ân’ı daha iyi anlayabilmek için, Hazreti Muhammed’i kendine bende etmiş, Hazreti Ali’yi kendinde ruh etmiş, onların varlığına tamamen bürünmüş bir mürşid-i kâmile büyük bir imanla bağlanmak ve onun sohbetlerinden feyizlenmek gerekir. Çünkü onun dilinden konuşan Hakk’tır, ondan zuhûra gelen o güzel kelâmlar Hakk’ın kelâmlarıdır.”

Ne güzel buyurur Hazreti Şems… “Ufuklardaki âyetler, Ay’ın yarılması ve mucizelerdir! Nefislerdeki de, gönül açıklığıdır. Şüphe yok ki o Hakk’tır. Yâni şüphesiz Allah Hakk’tır; Muhammed de Hakk’tır. Ne güzel yorum bu! Ama hakîkat yolcuları ve Allah erleri içindir bu. Her bir âyette bir müjde var, bir aşk kitabı gibi! Kur’ân’ı onlar bilir. Kur’ân’ın güzelliği onlarda yüz gösterir, onlarla cilveleşir.”

Kâşânî’ye göre, Levh-i Mahfûz, Hazreti Muhammed’in kalbidir. Kur’ân-ı Kerîm’in kalbi olarak tanımlanan Yâsîn sûresindeki 12. âyette de, “Şüphesiz ölüleri ancak biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfûz’da) sayıp yazmışızdır” diye buyrulmaktadır.

Şiir:

“Her belâya göğüs germek, 

Her erenin harcı değil ey can. 

Ejderha denilen nefsi yenmek, 

Her milletin kârı değil ey can. 

O nefsin zehrini panzehir yapan, 

Hiç Hakk’ı bilir mi nefsine tapan, 

Bir mürşid-i kâmile varıp eteğin tutan, 

Hakîkatte mahrûm kalmaz ey can…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXX

Av hayvanlarının tekrar tavşanın sırrını ve düşüncesini araştırmaları.

1041. Ondan sonra dediler ki: “Ey çevik tavşan! Aklındakini meydana çıkar!

1042. Ey bir arslanla pençeleşen, kavgaya girişen, düşündüğün şeyi söyle!

1043. Danışmak, insana anlayış ve akıl verir; akıllar da akıllara yardım eder.

1044. Peygamber, “Ey tedbîr sahibi, danış ki kendisiyle danışılan kişi emîndir” dedi.

Hasan Dede, “Kalb ile dinleyebilmek için insanın çok saf olması lâzımdır. Her şeyden arınmış olması lâzımdır” diye buyurur ve Hazreti Mevlâna’dan misâl vererek, “Mevlâna’nın çok güzel bir sözü vardır, şöyle seslenir” der, “Ey yolcu! Bir iş yapmak istediğin zaman birkaç bilgine danış, ya da istersen yüzlerce bilgine danış; fakat işe başlamadan evvel mutlaka kalbine danış ve kalbinden gelen ses ile işe koyul… Çünkü kalpteki ses her zaman üstündür. Oradan güzel bir ses gelirse o sese uy. Akıl yenilebilir ama kalb yenilmez, orası tevhid yeridir. Hele o kalbe güzel bir Dost koymuşsan, hiç yenilmezsin.”

Nitekim, ‘Peygamber, “Ey tedbîr sahibi, danış ki kendisiyle danışılan kişi emîndir” dedi.’

Tavşanın sırrını onlardan gizlemesi.

1045. Tavşan, “Her sır söylenemez, gâh çift dersin, tek olur; gâh tek dersin, çift çıkar!

1046. Aynanın berraklığını, yüzüne karşı översen nefesinden ayna çabucak buğulanır, bulanır, bizi göstermez olur.

1047. Şu üç şey hakkında dudağını kıpırdatma: Gittiğin yol, paran, bir de mezhebin.

1048. Çünkü bu üçünün de düşmanı çoktur. Düşman bildi mi, sana pusu kurar.

1049. Bir iki kişiye söyledin mi, artık o sırra vedâ et. İki kişiyi aşan, bir başkasına da söylenen her sır, yayılır.

1050. İki üç kuşu birbirine bağlasan elem içinde yerde mahpus kalırlar.

1051. Danışanlar, üstü örtülü, güzel bir tarzda konuşur, danışırlar. Danışmaları, görenleri yanıltacak şekilde kinâyelerledir.

1052. Peygamber, kapalı bir tarzda meşveret ederdi. Ashâb cevap verir, düşman haberdâr olmazdı.

1053. Düşman ayağı baştan ayırd edemesin, bir şeyi sezmesin diye reyini kapalı misâlle söylerdi.

1054. Bu misâlle muradını anlatmış olurdu. Ağyâr sualinden bir koku bile duymaz, hiçbir şey anlamazdı” dedi.

Hazreti Ali, “Akıllı kişi ne sırrını ifşâ eder, ne de başkasının sırrını sorar” diye buyurur.

Hazreti Mevlâna, Fîhi Mâ-Fîh’de şöyle anlatır ve der ki: “Dostlara ısmarıcım olsun, içyüzden anlam gelinleri size yüz gösterdi, gizli şeyler açıldı mı, sakının sakının, onu yabancılara söylemeyin, anlatmayın; duyduğunuz şu sözlerimi herkese söylemeyin. Çünkü ‘Hikmeti, ehli olmayandan başkasına vermeyin; ona zulmetmiş olursunuz; ehlinden de esirgemeyin, ehline zulmedersiniz’ denmiştir. Eline bir güzel, bir sevgili geçse, ben seninim, beni kimseye gösterme; evinde gizle dese onu çarşılarda pazarlarda dolaştırman, herkese, gel de şunu bir gör demen, yerinde bir iş midir; o sevgilinin de hiç hoşuna gider mi bu iş? Onlara gitmez amma sana da kızar. Ulu Tanrı, bu sözleri onlara harâm etmiştir. Hani cehennemlikler, cennetliklere, nerde verginiz, nerde adamlığınız? Tanrı’nın size verdiği, bağışladığı şeylerden birazcığını sadaka olarak, kulların gönüllerini almak için döküp saçsanız, bize bağışlasanız ne olur ki? Çünkü biz bu ateşin içinde yanıyor, eriyoruz; o meyvelerden birazcığını verseniz, o arı duru, soğuk mu soğuk cennet sularından bizim de canımıza dökseniz ne çıkar ki? diye bağırırlar ya…

‘Cehennemlikler, cennettekilere; sudan, Tanrı’nın size rızk olarak verdiği şeylerden bize de dökün saçın derler; cennettekiler de derler ki: Gerçekten de Allah her ikisini de kâfirlere harâm etmiştir.’

Cennettekiler, onu Tanrı harâm etmiştir size derler; bu nimetin tohumu dünyada ekilecekti; mâdemki orda ekmediniz, ekmeye de çalışmadınız, burada ne biçeceksiniz, ne elde edeceksiniz? Büyüklük etsek de size versek bile mâdemki Tanrı, onu size harâm etmiştir, boğazınızı yakar, boğazınızdan aşağıya gitmez o. Bir keseye koysanız kese yırtılır, dökülür gider. İşte tıpkı bunun gibi. 

Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin; Mustafa’nın yanına, münâfıklardan, yabancılardan bir topluluk geldi. Sahâbe, gizli şeyleri anlatmada, Mustafâ’yı övmedeydi. Peygamber, üstü kapalı olarak sahâbeye buyurdu ki: ‘Kaplarınızın ağızlarını kapatın.’ Yâni testilerin, kâselerin, tencerelerin, kapların kacakların, küplerin ağızlarını örtün; örtülü tutun; pis, zehirli hayvanlar vardır; testilerinize düşerler. Tanrı esirgesin; siz de bilmeden o testiden su içersiniz; size ziyânı dokunur. Mustafa, böylece onlara, yabancılardan hikmeti gizleyin; yabancıların önünde ağzınızı dilinizi kapatın; çünkü onlar farelerdir; bu hikmete, bu nimete lâyık değildir onlar buyurdu.”

Kasîde:

“Ey Hakk’ın sırlarını öğrenmek isteyen! Haydi gel, bu aşk bahçesinde gezinmeye bak ki, aşk sırlarıyla sevinesin. 

Bizim gül bahçemiz şarap kadehleri devreden bir aşk bahçesidir. Bu gül bahçesi, bülbüllerin yuvasıdır, cihan farelerine lâyık bir yer değildir.

Burada tûti kuşlarına şekerler, susayanlara âb-ı hayat vardır. Sanki bu, nisan yağmurudur. Bazen zehir gibi acı, bazen kıymetli inci olur. Müttekîler sedef gibi inci ile dolarlar. Şakîler yılan gibi zehirle dolarlar. 

Tevhid ilmi, tasavvuf ehline, hâl ehline nasiptir; fıskdan, fücûrdan uzaklaşmayan kimse, mürşitlerin sözlerinden uzak kalır…”