MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXII

“Ve Hüve maaküm eynemâ küntüm” âyetinin tefsîri.

Cehil bahsine gelirsek o Tanrı’nın zindanıdır; ilim bahsine gelirsek onun bağı ve sayvanı.

Uyursak onun sarhoşlarıyız; uyanık olursak onun hikâyesinden bahsetmekteyiz.

Ağlarsak rızıklarla dolu bulutuyuz; gülersek şimşek!

Kızar, savaşırsak bu, kahrının aksidir; barışır, özür serdedersek muhabbetinin aksidir.

1510. Bu dolaşık ve karmakarışık âlemde biz kimiz? Elif gibiyiz. Elifinse esâsen, hiç ama hiçbir şeyi yoktur!

Bir zât’a sormuşlar, “Hakk’ın zulmünden nasıl berî kıldın?” Cevap vermiş ki: “Mülkünde kendisinden başkasını bırakmadım; zulüm kime olur?” 

Hazreti Şems, selâm olsun üzerine, “Mânâ âleminden, bir elif dışarı fırladı. O, elifi anlayanlar her şeyi anladılar. Onu anlamayanlar da hiçbir şey anlayamadılar” diye buyurur.

“Her şey helâk olur, ancak O’nun hakîkati bâkîdir” der yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, ve devam eder, “Onun hakîkatine var, varlığından geç. ‘Bismi’deki elif gibi kelimede kaybol. O elif, Bismi’de gizlenmiştir. O, hem Bismi’de vardır, hem yoktur. Böyle ulanmak için hafzedildi mi kelimede yok olur. O, ulanma içindir, bâ harfiyle sin harfi, onunla birbirine ulanmıştır. Fakat bâ harfiyle sin harfinin ulanması, elifin bulunmasına razı olmaz. Bu ulanmaya, bu buluşmaya bir harf bile sığmazsa artık sözü kısa kesmem lâzım benim. Bir harf bile sin’le bâ’yı ayırıyor. Burada susmak, en lüzumlu bir şey. Elif, varlığından yok olmuştur ama o harfi olmaksızın da bâ ile sin, elifi söyler durur…”

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, elifi şöyle dile getirir:

“Nokta, elif oldu. 

Elif, gökte güneş oldu. 

Elif, ay oldu, yıldızlar oldu. 

Elif, dünya oldu. 

Elif, Allah oldu, 

Muhammed oldu, hep elif yazıldı…

Sevgili’ye kavuşan, her şeyi unutur. Sadece hayranlıkla O’nun yüzüne, gözüne bakar. Nokta, Sevgili’nin gözü, göz bebeğidir. En büyük ilim de budur.”

Hazreti Muhammed Efendimizin ilminde yetişmiş olan ve bir ân dahî O’nun dışına çıkmayan Hazreti Ali Efendimiz şöyle seslenir, selâm olsun üzerlerine: “Kur’ân ne ise Fâtiha odur, Fâtiha ne ise Besmele odur, Besmele ne ise Bâ odur. İşte ben Bâ’nın altındaki noktayım.”

Bir gün Hazreti Ali Efendimize şu soruyu sorarlar: “Hazreti Resûlallah senin için buyurdu ki: ‘Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır.’ Yâ Ali ! Biz senden bu ilmin sırrını öğrenmek isteriz, bize bildir, bu ilim nedir?

Hazreti Ali buyurur ki: “İlim bir nokta idi, cahiller bin etti.”

Yine sorarlar: “Yâ Ali!.. O nokta nedir?”

Hazreti Ali şu cevabı verir: “Allah’ın bilinmeyen bu gizli hikmetlerinden size haber vereyim, lâkin şu şartımı da hiçbir zaman unutmayasınız. Benim sizlere açıklayacağım ilâhî sırları ehil olmayanlara açıklamayasınız. Allah’ın bilinmeyen gizli hikmetleri, Tevrat’ta, Zebur’da, İncil’de vardır, Kur’ân’da da vardır. Bütün bu sırların hepsi Kur’ân’da toplanmıştır. Kur’ân’da olan sırlar da Fâtiha sûresinde toplanmıştır. Fâtiha sûresindeki sırlar da Besmele’de toplanmıştır. Besmele’de toplanan sırlar ise Besmele’nin baş harfi olan Bâ’dadır. Bâ’daki sırlar da, O’nun altındaki noktadadır. İşitin ve bilin ki, işte ben o noktayım.”

Yine ne güzel buyurur Hüdâvendigâr Mevlâna… “Tanrı’yı akılla, fikirle bulmaya uğraşma; aklı, fikri Tanrı’ya ulaştırmaya savaş. Duyguların, anlayışların, duyuşların, akılla sezişlerin Tanrı’ya ulaştırılması, hoş bir şeydir. Tanrı onlara esenlik versin, peygamberlerin yolu da budur… Onları her şeye sürüp götüren de Tanrı’dır, onlara kılavuz olan da Tanrı. Delil de nedir, burhân da nedir ki Tanrı’yı belirtsin, göstersin? Güneşin her zerresinden yüzbinlerce delil, yüzbinlerce burhân baş göstermede. Sen Tanrı’yla ol, delilin, burhânın eksik olmaz. Güneş doğdu mu her vuruşu, her ışığı, güneşin dileğine uyar; artık delilin, burhânın yeri mi? Köre, delille güneşi göstermeyi kursan ne kadar uğraşırsan uğraş; işte hem bunu başaramazsın sen, hem de zamancağızın yiter gider. Güneşe delil, yine güneştir… Can, bakışta, görüşte yok oldu da şunu dedi: Tanrı’nın yüzüne, Tanrı’dan başkası bakamadı gitti…”

Şiir:

“Hakk ilmine bu âlem bir nüshâ imiş ancak, 

Ol nüshâda bu Âdem bir nokta imiş ancak. 

Ol noktanın içinde gizli nice bin deryâ, 

Bu âlem o deryâdan bir katre imiş ancak…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXI

“Katreden dalgalar coşar mı hiç? Meğer ki denize kavuşmuş olsun.” Sultan Veled

Ey gönül! Cebîrle ihtiyârı birbirinden ayırt etmek için bir misâl getir ki ikisini de anlayasın.

Titreme illetinden dolayı titreyen bir el, bir de senin titrettiğin el…

Her iki hareketi de bil ki Tanrı yaratmıştır; fakat bu hareketi, onunla mukâyeseye imkân yoktur.

1495. İhtiyârınla el titretmekten pişman olabilirsin; fakat titreme illetine müptelâ bir adamın pişman olduğunu ne vakit gördün?

Anlayışı kıt biri de şu cebîr ve ihtiyâr meselesine yol bulsun, bu işi anlasın diye söylediğimiz bu söz, aklî bir söz, bu bahis, aklî bir bahistir. Fakat zaten bu hilekâr akıl, akıl değildir ki.

Aklî bahis, inci ve mercan bile olsa can bahsi, başka bir bahistir.

Can bahsi başka bir makâmdır, can şarabının başka bir kıvamı vardır.

Akıl bahisleri hüküm sürdüğü sırada Ömer’le Ebülhakem sırdaştı.

1500. Fakat Ömer, akıl âleminden can âlemine gelince can bahsinde Ebülhakem, Ebucehil oldu.

Ebucehil, cana nispetle esâsen cahil olmakla beraber his ve akıl bakımından kâmildi.

Akıl ve bahsi, bil ki eser, yâhut sebeptir. Can bahsi ise büsbütün şaşılacak bir şeydir.

Ey nur isteyen! Can ziyâsı parladı; lâzım, mülzem, nâfî, muktezî kalmadı.

Gören kişinin nuru doğmuş, parlamaktayken sopa gibi bir delilden vazgeçeceği meydandadır.

1505. Yine hikâyeye geldik; zaten ne zaman hikâyeden ayrıldık ki!

Hazreti Mevlâna, selâm üzerine olsun, Fîhi Mâ-Fîh’de şöyle bir misâl getirir: “Suya dalıp boğulan, o kişidir ki su, istediği gibi oynar onunla, o suyla oynayamaz. Yüzen de, boğulan da, ikisi de sudadır amma bunu su götürür, su taşır; yüzense kendi gücüyle, kendi dileğiyle yüzer. Boğulanın her oynayışı, her işi, her sözü, sudandır, kendinden değil. O arada, bir bahânedir. Hani duvardan bir ses duyarsın ya; bilirsin ki duvardan gelmiyor o ses, duvarı söyleten biri var. Erenler de böyledir işte… Ölmeden önce ölmüştür onlar; kapı-duvar kesilmişlerdir; onlarda kıl kadar bir varlık bile kalmamıştır. Tanrı gücünün, Tanrı kuvvetinin elinde bir kalkana benzerler. Kalkanın oynayışı, kendiliğinden değildir. ‘Ben Tanrı’yım’ demenin anlamı da budur işte. Kalkan der ki: Ben arada yokum, oynayışım, Tanrı elinin oynayışından. Bu kalkanı Hakk görün, Hakk’la pençeleşmeye kalkışmayın. Çünkü böylesine bir kalkanı yaralamaya kalkışanlar, gerçekte Tanrı’yla savaşa girişmişler, Tanrı’ya saldırmışlardır.”

“İkiyüz çeşit renge boyanmaktansa renksizlik daha iyidir” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “Renk bulut gibidir. Renksizlikse güneş. Bulutta bir parlaklık ve ziyâ görürsen bil ki, güneştendir. İnsanlar birbirlerine benzemedikleri gibi, akıllar da birbirlerine benzemezler. Elbiselerde ne kadar renkler var. Birbirinin aynı olan iki elbisenin kumaşları, aynı boya kazanından çıksa bile, güneşte kuruyanla gölgede kuruyan arasında fark vardır. 

İnsan sıfatında da hem Hazreti Muhammed, hem Ebucehil vardır; yâni bir yerde nefsini terbiye ederek onu hakîmiyeti altına almış bir kişi, diğer yanda da nefsine uyarak Hakk’tan uzaklaşmış ve küfre düşmüş bir kişi var. İnsan, kendisinde isterse Hakk’ı konuşturur, isterse İblis’i konuşturur. İkisi de insana aittir. Peki bunlardan hangisi huzur verir? Elbette Hakk’ı konuşturmak huzur verir.”

Ahmed Avni Konuk da tefsîrinde, “Can bahsi, akıl bahsinin fevkinde bir makâm sahibidir” diye açıklar, “Akıl şarabından sarhoş olanların hâli başkadır, can şarabından sarhoş olanların hâli başka.”

‘Ey nur isteyen! Can ziyâsı parladı; lâzım, mülzem, nâfî, muktezî kalmadı. Gören kişinin nuru doğmuş, parlamaktayken sopa gibi bir delilden vazgeçeceği meydandadır.’

Kasîde:

“Ey sakî; kadehi Hakk aşığının şarabı ile doldur! Yanmış, kavrulmuş gönüllere Rabbanî şarap sun! 

İlahî aşkla kendinden geçmiş kişilerin meclisinde ekmekten az bahset Şunu iyi bil ki, ilâhî aşk suyuna dalmış kişiler, sudan başka bir şeyle uzlaşamazlar. 

Ey can! Senin nezâketinden, inceliğinden, onun tatlı olan hitâbından beden utandı da yere serildi, yıkıldı, harâb oldu. Şurada gömülü bulunan defineyi bul çıkar da bu harâbeyi süsle, güzelleştir! 

Senin aşkın, çorak toprağı gül bahçesi hâline getirir. Dalgan, buluta benzeyen gözü, inciler saçar bir hâle kor. 

Şarabımızı çoğalt, bize çokça sun! Uykumuzu da tut, bağla, artık bize gelmesin. Çünkü, uykuya dalan kişinin, gecenin güzelliğinden, feyzinden hiç haberi olur mu? 

Mânen gökyüzüne yükselip, Allah’ın misafiri olanlar, meleklerle aynı kadehten içerler; yeryüzünde yaşayan insanlardan, iyilikler yapan, insanlara yararlı olan sevap kazanan fazîletli kişilere de şarap gökyüzünden verilir. 

Onun sevdiği gerçek kulunun dudağı, onun taslarına, ibriklerine dokunur, onun kaplarından içer, o şarap ancak takvâ küpünde bulunur. Başka küplerde onu arama, bulamazsın. 

İlahî şarapla mest olmuş, kendilerinden geçmiş Allah’ın has kullarının hâlini, ayık adam ne bilsin? Ebucehil, sahâbenin hâllerini nereden anlayacak?”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CX

“Canlar dergâhı, baştanbaşa nurdan ibârettir. Canlar dergâhı kilimle, halı ile değil; akılla, bilgi ile döşenmiştir. Orada bulunan sufîler, başsız ve ayaksızdırlar. Bu yüzden o dergâhta ayak patırtısı, nalın takırtısı duyulmaz.” Mevlâna

Şeytan, “Bimâ agveytenî” dedi; o alçak ifrit, kendi fiilini gizledi.

1485. Âdem ise “Zalemnâ enfüsenâ” dedi; o bizim gibi Hakk’ın fiilinden gâfil değildi.

Günâh ettiği hâlde edebe riâyet ederek Tanrı’ya isnâd etmedi, Tanrı’nın halk ettiğini gizledi. O suçu kendine atfettiğinden ihsâna nâil oldu.

Âdem, tövbe ettikten sonra Tanrı, “Ey Âdem! O suçu, o mihnetleri, sende ben yaratmadım mı?

O benim takdîrim, benim kazâm değil miydi; özür dilerken niye onu gizledin?” dedi.

Âdem “Korktum, edebi terk edemedim” deyince Tanrı, “İşte ben de onun için seni kayırdım” dedi.

1490. Hürmet eden, hürmet görür. Şeker getiren badem şekerlemesi yer.

Temiz şeyler, temizler içindir; sevgiliyi hoş tut hoşluk gör; incit, incin!

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Eğer siz günâh etmezseniz, Allah sizi giderir ve günâh yapan bir kavim getirir. Onlar istiğfâr ederler, Allah da onları mağfiret eyler” diye buyurur.

Şeyh Nazîf Mevlevî, bu hadîs-i şerîfin meâlini şu beyitinde beyân eder:

“Âyine-i mağfiret suret-i isyânadır,

Halk günâh etmese halk eder âhar ilâh.”

Hazreti Mevlâna, selâm üzerine olsun, Fîhi Mâ-Fîh’de buyurur ki: “İnsan, kuşkular işkiller içindedir. Ondan kuşkuyu, işkili gidermeye imkân yoktur; meğer ki aşık olsun. Aşık oldu mu, onda ne kuşku kalır, ne işkil. ‘Bir şeyi sevdin mi ona karşı kör eder, sağır eder seni o sevgi.’ 

İblis, Âdem’e secde etmedi; buyruğa karşı geldi de dedi ki: ‘Beni ateşten yarattın, onuysa topraktan yarattın.’ Benim özüm ateşten, onun özüyse topraktan. Yücenin, aşağılık kişiye secde etmesi nasıl yaraşır?.. 

Bu suç, bu karşı koyuş, Tanrı’yla bu çekişme, İblis’i lânete uğrattı, uzaklaştırdı da, yâ Rabbi dedi, hepsini sen yaptın, senin sınamandı bu; sonra da bana lânet ediyorsun, uzaklaştırıyorsun kendinden beni. Âdem’se suç işledi; ulu Tanrı onu cennetten çıkardı. Ulu Tanrı Âdem’e dedi ki: Ey Âdem, seni suçlandırdığım, yaptığın suç yüzünden seni sıkıştırdığım zaman niçin benimle çekişmedin; elinde delil de vardı; bana, her şey senden, sen yaptın; dünyada ne dilersen o olur; dilemediğin şey asla olmaz demedin. Elinde böylesine doğru, sağlam bir delil varken neden böyle bir söz söylemedin? Âdem, yâ Rabbi dedi, bilmeye biliyordum amma sana karşı edebi bırakmadım elden, bir de sevgim, sana karşı koymaya bırakmadı beni. 

Bu şerîat, su içilecek bir kaynaktır. Padişahın dîvanına benzer hani. Orda yapılması gereken, yapılmaması buyurulan şeyler, öldürme, adâlette bulunma gibi halkın geri kalanlarıyla, ileri gidenleriyle ilgili buyruklar var. Padişahın dîvanından çıkan buyruklar sayısızdır, sayılamaz onlar. Pek de güzeldir, pek de faydalıdır. Dünya o buyruklarla durur. Fakat dervişlerin, yok-yoksul kişilerin hâli, padişahla görüşüp konuşmaktır; buyruk verenin bilgisini öğrenmektir. Nerde buyrukları bilmek, nerde buyruk vereni bilmek, padişahla konuşup görüşmek. Arada pek büyük bir fark var. Padişahla konuşup görüşenlerin hâlleri bir dergâhtır sanki. Orda fakîhler var. Her fakîhin bir müderrisi var; yaratılışına göre ders veriyor. Buna karşılık da ona aylık veriyor. Birine on, öbürüne yirmi, daha öbürüne otuz. Sözü, herkesin kendi anlayışına göre söylüyoruz. ‘İnsanlara, akılları miktarınca söz söyleyin, akıllarınıza göre değil; böyle hareket edin de Tanrı’yı, Elçi’sini yalanlamasınlar’..”

‘Hürmet eden, hürmet görür. Şeker getiren badem şekerlemesi yer. Temiz şeyler, temizler içindir; sevgiliyi hoş tut hoşluk gör; incit, incin!’

Hazreti Muhammed Efendimiz, “Dikkat ediniz! Bedende bir et parçası vardır; o iyi olunca insan sâlih olur, o fesada uğrayıp bozulunca insan da bozulur. Bu et parçası, insanın kalbidir” diye buyurur.

“Her şeyin üstünde edeb vardır. Edeb, aşktan alınır ve insanı en çok güzelleştiren şey aşktır” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, “Allah’tan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse Allah’ın lütfundan mahrumdur. Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz. Belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur.”

Yüce Pîr Mevlâna ne güzel buyurur… “İşte tekrar geldim; keskin bir ateş yakayım da, tövbede, günâhta, suçta, sakınmada çok harâretli davranayım, dedim. Ama içimdeki ateş buyuruyor ki, Tanrı’dan gelenlerden başka ne varsa yol üstünden kaldır!”

Nâbî’nin de çok güzel bir şiiri vardır, o da şöyle der: 

“Edebi terk etmekten sakın, 

Bu Allah’ın sevgilisinin bulunduğu yerdir. 

Burası Allah’ın nazâr ettiği, Hazreti Mustafa’nın makâmıdır. 

Gökte yeni ay, onun Bâbüsselâm kapısının göğsü yarılmış aşığıdır. 

Bunun kandili burcu burcu, 

Bu nurun ve ışığın kaynağıdır, doğduğu yerdir. 

Burası, Allah’ın sevgilisi Hazreti Muhammed’in uyuduğu yerdir, 

Fazîlet bakımından arştan bile üstündür. 

Bu toprağın parlaklığından yokluk karanlıkları kalktı,

Mevcûdat ki gözlerini açtı. 

Çünkü bu toprak, göze fer veren sürmedir. 

Ey Nâbî, bu dergâha edeb şartını gözeterek gir, 

Burası meleklerin tavâf ettiği, 

Peygamberlerin tecellî ettikleri, göründükleri yerdir…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CIX

Âdem Aleyhisselâm’ın “Rabbenâ zalemnâ” diye hatayı kendine isnâd etmesi, İblisin “Bimâ agveytenî” diyerek suçu Tanrı’ya yüklemesi.

Hakk’ın yaptıklarını da gör, bizim yaptıklarımızı da. Her ikisini de gör ve bizim de yaptığımız işler olduğunu bil, zâten bu meydanda.

Ortada halkın yaptığı işler yoksa, her şeyi Hakk yapıyorsa, şu hâlde kimseye “Bunu niye böyle yaptın?” deme!

Tanrı’nın yaratması, bizim yaptığımız işleri meydana getirmededir. Bizim işlerimiz, Tanrı işinin eserleridir.

Söz söyleyen kimse, ya harfleri görür yâhut mânâyı. Bir anda her ikisini birden nasıl görebilir?

1480. İnsan, konuşurken mânâyı düşünür, onu kastederse harflerden gâfildir. Hiçbir göz, bir anda hem önünü hem ardını göremez.

Şunu iyice bil! Önünü gördüğün zaman ardını nasıl görebilirsin?

Mademki can, harfi ve mânâyı bir anda ihâta edemez; nasıl olur da hem işi yapar, hem o iş yapma kudretini yaratır?

Ey oğul! Tanrı, her şeyi kapsayandır. Bir işi yapması, o anda diğer bir işi yapmasına mâni olamaz.

Ahmed Avni Konuk, bu beyitlerin tefsîrinde buyuruyor ki: “Bu izâfî âlemde hem Hakk’ın ve hem de kulun fiili sabittir. Sen bu gerçeklerin her ikisini dahî ferâset gözün ile, yâni kalb gözün ile gör. Eğer sende böyle gören bir göz var ise, bizim sabit olan fiilimizin, Hakk’ın fiilinden meydana geldiğini görürsün. Hulâsa, biz yaparız, Hakk yaratır.”

Tomurcuk içindeki ağaç, yok gibi görünse de kuvvette mevcuttur.

Nitekim âyet-i kerîmede, “Allah, sizi de yaratmıştır, işlediklerinizi de” (Saffât, 96) buyrulmaktadır.

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “İnsanın ameli, yâni yeryüzünde yaptığı işler önemlidir. Ömrünü güzel işler yaparak geçiren kişinin ameli salihtir” der, “Allah, herkesin dileğini yerine getirir; kanunu böyledir. İnsan, her şeyi kendi gözüyle görürse yanılır. Neyi göreceksek, onun gözüyle görmeliyiz ki, rahat edelim. Her kişi kendi idrâkine göre yaşar ve cennet de cehennem de o kişinin idrâkine göre farklılıklar gösterir.”

“Rabbinizin kitabı sizdedir, yanınızdadır; helâlini de apaçık göstermededir, harâmını da” diye buyurur Hazreti Ali, selâm üzerine olsun, “Farzlarını da apaçık bildirmededir, üstün işlerini de. Bir hükmü kaldıran âyeti de açıklamıştır, hükmü kaldırılan âyeti de. Ruhsatlarını da bildirmiştir, azimetlerini de. Anlamı husûsî olan da apaçıktır, umûmî olan da. İbretleri de meydandadır, örnekleri de. Mutlak olanı da bildirilmiştir, mukayyet olanı da. Anlamı herkesçe anlaşılanı da beyân edilmiştir, anlaşılmayanı da. Kısaca anlatılanları tefsîr edilmiştir, müşkül anlaşılanları açıklanmış, bildirilmiştir.”

Bir diğer âyet-i kerîmede de şöyle buyrulur: “Dünya yaşayışı, gökten yağdırdığımız yağmura benzer ancak.” (Yunus, 24)

‘Ey oğul! Tanrı, her şeyi kapsayandır. Bir işi yapması, o anda diğer bir işi yapmasına mâni olamaz.’

Kasîde:

“Bana bak, bana dikkat et ki, senin, mezarında en yakın dostun, candan arkadaşın benim! Dükkandan, evden, bütün seni sevenlerden ayrıldığın zaman, seni ben karşılarım; yapayalnız kaldığın vakit, seninle ben düşer kalkarım! 

Mezarda, benim selâmımı duyarsın! Haberin olsun; zâten hiç bir vakit benden ayrı düşmedin, gözüme görünmez olmadın ki! 

Senin içinde, gölge varlığın ötesinde akıl gibi, düşünce gibi daima seninle beraberim; zevk aldığın, neşelendiğin, sıkıntılara düştüğün, bunaldığın zamanlarda da senin içindeyim; senden ayrı değilim! 

Aşk mahmurluğu, armağan olarak sana mezarda mânevî şaraplar sunar, güzellik getirir; seni karanlıkta bırakmaz, mum uyandırır! Pis kokuları gidermek için buhur yakar, kebap verir, meze hazırlar! Kendi (!) gözünle bak ki, hata etmeyesin! Şunu anla ki, gören de, görünen de hep O’dur! 

Hangi tarafa bakarsan bak, hep beni görürsün! Hattâ ister kendine bak, ister birbirleri ile savaşanların çıkardığı gürültülere, ister yeryüzünde karınca gibi kaynaşan insan kalabalığına bak; hep beni görürsün! 

Ben, görünüşte insanım fakat, sakın ha sakın, benim bu bedenime, bu gölge varlığıma bakarak yanılma! Çünkü bu gölge varlığın ötesinde bulunan ruh, çok güzeldir, çok lâtiftir! Beden gibi çürüyecek, gelip geçecek değildir; sonsuzdur! Aşk ise serttir, pek kıskançtır!..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CVIII

“Kulun Hakk’ın huyu ile birleştiğini göstermek için Şemseddin’in sırrı meydana çıkmıştır.” Mevlâna

Cebîr meselesi, aşkımı irâdesiz bir hâle getirdi, sabrımı elimden aldı. Aşık olmayansa cebrî hapsetti, onu inkâr, yâhut takyîd eyledi.

1460. Hâlbuki bu, Hakk’la beraberlik ve birliktir, cebîr değil… Bu, ayın tecellîsidir, bulut değil.

Cebîr bile olsa herkesin bildiği cebîr; yalnız kendi menfaatini gözeten nefsî emmârenin cebri değildir.

Ey oğul! Tanrı, kimlerin gönül gözlerini açtıysa bu cebri onlar anlar.

Gayb ve istikbâl onlara apaçık görünmektedir. Mâzîyi anış onlarca değersiz bir şeydir.

Onların ihtiyârı da başka türlüdür, cebri de. Yağmur damlaları sedeflerin içinde inci olur.

1465. Sedeften dışarda küçük, büyük damlalar var, sedefin içindeyse küçük, büyük inciler.

Onlarda misk ahûsunun göbeğindeki kâbiliyet vardır. Dışardaki kan damlaları, bunların içlerinde misktir.

Sen, dışardaki kan, göbeğin içinde nasıl misk olur, deme!

Bu bakır, dışarda âdî ve bayağı bir şeyken iksirin içinde nasıl altın olmuş da deme!

İhtiyâr ve cebîr, sende bir hayalden ibârettir. Onlardaysa Tanrı âzâmetinin nuru hâline gelmiştir.

1470. Ekmek, sofrada durduğu müddetçe cansızdır. Fakat insan vücudunda neşeli ruh kesilir.

Sofranın ortasında duran o ekmeğin can olması imkânsızdır. Fakat can, selsebil suyuyla o olmayacak şeyi yapar, ekmeği ruh hâline getirir.

Ey doğru okuyup doğru anlayan! Bu can kuvvetlidir; bir düşün, o canlar canının kuvveti ne olabilir?

İnsanın bir tek kolu, candan gelen kuvvetle dağı, denizle, madenlerle yarıp delmekte.

Dağ yaranın (Ferhad) candan gelen kuvveti taş delmek, canlar canının kuvveti de kameri ikiye bölmektir.

1475. Gönül, Tanrı sırları dağarcığını açarsa can, arşa doğru süratle koşar gider.”

Ahmed Avni Konuk, bu beyitleri yine Hazreti Pîr’in dilinden tefsîr eder ve şöyle buyurur: “Diyelim ki birisi çıktı dedi ki: Mademki tereddüt içinde olan kişinin tercihi de Hakk tarafından oluyor ve tereddüt içinde olan bu sevk ile hidâyet veya kahır tarafına gidiyorsa, bu cebîr değil midir? Cenâb-ı Pîr buna cevâben buyururlar ki: Sen cebîr dedin, ben de cebîr lâfzından maşukumun cebbâriyetine intikâl ettim. Aşkımı aşikâr etmede sabırsızlığım arttı ve beni cebîr ve ihtiyâr hayalinden geçirdi. Mademki her hâlükârda benim başım maşukumun elindedir, şu hâlde ben daima maşukumla beraberim demek olur. Aşıka bundan büyük zevk ve devlet mi olur? Hem, her kim aşık değil ise, aklında ve fikrinde cebrin mânâsını hapsedip, onunla meşgul olur ise; Hakk’ın kendisiyle beraber olduğundan gâfildir.”

‘Bu Hakk’la beraberlik ve birliktir, cebîr değil… Bu, ayın tecellîsidir, bulut değil.’

Hazreti Mevlâna ile aynı devirde yaşamış olan ve şiirlerinde Mevlâna’dan oldukça etkilenmiş olduğu açıkça görülen Fahruddîn-i Irakî de şöyle der: “O’nun sırrı ilmel-yakînde imanın dadısı, zanda ise küfrün mayasıdır. O’nun güzelliği tam olarak âlemin aynasıdır. Cemâli varlığa ve yokluğa vücud oldu.”

‘Ey oğul! Tanrı, kimlerin gönül gözlerini açtıysa bu cebri onlar anlar. Gayb ve istikbâl onlara apaçık görünmektedir. Mâzîyi anış onlarca değersiz bir şeydir. Onların ihtiyârı da başka türlüdür, cebri de. Yağmur damlaları sedeflerin içinde inci olur… Dağ yaranın candan gelen kuvveti taş delmek, canlar canının kuvveti de kameri ikiye bölmektir. Gönül, Tanrı sırları dağarcığını açarsa can, arşa doğru süratle koşar gider.’

Şiir: 

“Fakr-u Mevlâna’yız elhamdülillah… Ondan işret sırrına nişâneyiz biz. İncileri gözleyen o umman biziz; göklerde, denizlerde nâmuşan biziz; hem yeryüzü tahtında sultan da biziz…”

“Bir damlanın deniz olması için, kendi damlalığından vazgeçmesi gerekir. Aşk, bir yokluk denizidir. O denize kavuşan her damla damlalıktan çıkar, deniz olur. O aşktan sonra bir irfâniyet doğar ki, asıl irfâniyet budur” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, ve bir şiirinde şöyle seslenir bizlere…

“Şahımsın, iki cihan sultanımsın, 

Yâ Hüdâvendigâr Mevlâna. 

Sultanımsın, sultanımsın, 

Gönlümde, canımda imanımsın benim, imanım. 

Can verirsen dirilirim, 

O can ile dürülürüm, 

Bu can içre yüzlerce canımsın benim, 

Pîrler Pîri sultanım Mevlâna’msın benim. 

Sensiz ekmek bile zehir, 

Sen zehirlere panzehir, 

Sen suyum, ekmeğim,

Şekerim, balımsın benim. 

Bağımsın, yeşilimsin, 

Gülen servi, açan yasemin, 

Sen gönül cennetinde mekânımsın benim. 

Pîrler Pîri, velîler özü Sevgilimsin benim. 

Ey yüce Mevlâna’m, 

Sen semâvatın Ay’ısın, 

Gönlümde sultanımsın benim. 

Sen madenimin en değerli cevheri, 

Ben sustum artık sen konuş, 

Sözümde burhânımsın benim. 

Pîrler Pîri, velîler özü, 

Sevgilim Mevlâna’msın benim…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CVII

“Can, bakışta görüşte yok oldu da şunu dedi: Tanrı’nın yüzüne, Tanrı’dan başkası bakamadı gitti.” Mevlâna

Tereddüt içinde kalan, hayretlere düşen kişinin kulağına da Hakk, bir muamma söylemiştir.

Bu suretle onu iki şüphe arasında hapseder. ‘Ey yardımı istenen Tanrı! Şunu mu yapayım, bunu mu?’ der.

İki ışıktan birini üstün tutar, üstün tuttuğunu yaparsa o da yine Hakk’tandır.

1455. Can aklının tereddüt içinde bocalamasını istemezsen o pamuğu can kulağına tıkma.

Ki Tanrı’nın o muammalarını anlayasın, gizlice ve açıkça söylenen sözleri idrâk edesin.

Böyle yaparsan can kulağı vahiy yeri olur. Vahiy nedir? Zâhirî duygudan gizli söz.

Can kulağıyla can gözü, zâhirî duyguya yabancıdır; o duygu, bu duygudan bambaşkadır. Akıl ve duygu kulağı, bu hususta müflistir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, Nisâ sûresinin 143. âyetinde, “Onlar, imanla küfür arasında bocalayıp dururlar, ne onlara mâl olurlar, ne bunlara” diye buyrulmaktadır.

Değerli mutasavvıflardan Ahmed Avni Konuk, Mesnevî tefsîrinde, bu beyitlerle ilgili şöyle yorum yapar: “Fikrini toparlayıp bir meselenin içinden çıkamayan kişi tereddüt içindedir. Buna da sebep, Hakk onun kulağına bir muamma, yâni mânâsı açık olmayan bir sır söylemiştir ve o iki yol arasında tereddüt içinde mahpus kalmıştır. Genel görünümde, Hakk’ın iki sırât-ı müstakîmi vardır; birisi ‘Hâdî’ isminin yolu, diğeri ise ‘Mudill’ isminin yolu. Her birisi kendi yolunun yolcularını, başlarından tutup, kendi akîbetlerine götürür. Cenâb-ı Allah, Hâdî yolcularından razıdır, fakat Mudill yolcularından razı değildir. Nitekim Fâtiha sûresinde, ‘Yâ Allah, bizi sırât-ı müstakîme hidâyet et! Öyle sırât ki, sen onlardan razı olup ihsân eyledin. O yol, üzerlerine gazâb ettiklerinin yolundan gayrıdır’.. Eğer can aklını, zikr olunan iki yol içinde tereddütten kurtarmak istersen, o huzûzât-ı nefsanîye pamuğunu kulağına tıkma ki, yâni nefsine hoş gelen şeylerden uzak dur ki, enbiyânın ve onların vârisleri olan evliyânın, hidâyete çağıran davetlerini işitebilesin ve nihâyetinde tereddütten kurtulasın.” 

Beyit:

“Hazreti Kurân’ın gelini, ancak iman ülkesinin savaştan korunmuş olduğunu görürse peçesini açar.”

Sultan Veled Hazretleri, selâm olsun üzerine, “Lüleden akan sudan deniz bilinebilir mi? Güneş, zerreden anlaşılabilir mi? Meğer ki o, dilsiz olarak, yolu izi olmayan bir yoldan gizlice sana söylesin” diye buyurur, “O zaman, kaynak nasıl topraktan coşarsa, senden de söz coşar; o coşuşla çevikleşirsin, bilgisi de gönlünden akar; onun lütfuyla, letâfetiyle bedenin de akar gider. Onu can gözü görür, ten gözü değil; iş, can işidir, bedenden geç, Hakk sırrını dedikoduda arama; o sırra erince de sus; söyleme. Sarftan, nahîvden vazgeç de mahvolmak yoluyla ona kavuşmaya bak. Kalem buraya erişti de kırıldı; ev onun yüzünden yıkıldı; kapı paramparça oldu. Ne ön kaldı, ne ard, ne üst kaldı, ne alt; ne sol, ne sağ var, ne kuru var, ne yaş. Soyunduk, çırçıplağız, hiçbir şeyimiz yok; bırak bizi, hiç kesilenle hiç becelleşme. Her şeyi terkettik, su kesildik; belirtisi bile görünmeyen şarapla yıkıldık gittik. Önünde bir şekil gibi görünüyoruz ama iyi bak, ne suretimiz var, ne şeklimiz.”

Nitekim Hazreti Şems de, selâm olsun üzerine, şöyle hikâye eder: “Ârifin biri, bir nahîvcinin katına gitmiş, oturmuştu. Nahîvci dedi ki: Söz, şu üç hâlden dışarı olamaz: Ya isim olur, ya fiil olur, ya harf. Ârif, elbisesini yırttı da eyvahlar olsun dedi; yirmi yıllık ömrüm de yele gitti, çalışıp çabalamam da. Ben, bu üç hâlden dışarı bir söz vardır umuduyla çalıştım; sense benim umudumu yitirdin gitti. Bu ârif, o sözün anlamına da erişmişti, maksadına da; fakat bu yolla nahîvciyi uyandırmak istiyordu.”

‘Vahiy nedir? Zâhirî duygudan gizli söz. Can kulağıyla can gözü, zâhirî duyguya yabancıdır; o duygu, bu duygudan bambaşkadır. Akıl ve duygu kulağı, bu hususta müflistir.’

Kasîde:

“Dostu dosta götüreni, melekleri gökyüzünden yeryüzüne indireni getir! 

Her gece, Hazreti Muhammed gibi Mîraca çıkmak için aşk burağına eğer vuranı getir! 

Aklını başına al da, sen canla arkadaş ol, onunla düş kalk, onun huzurunda otur! Çünkü her oturuşta, biraz daha onun huylannı, sıfatlarını elde edersin. 

Sakîsi ruh olan sonsuzluk aşk şarabını alır çekersin, çekince de kendinden geçersin, öyle bir hâl alırsın ki, 

Hakk yolu yolcusuna; ‘Git de canla oynama huyunu pervâneden öğren!’ dersin. Çünkü o, seni din mumunun ateşine çağırmaktadır.

Allah’ın vahyi geldi. Can kulağınızı açın da onu duyun. Çünkü mânâ kulağı açık olan kişiye, Allah hakîkati gören göz ihsân eder. 

Dostun gönle gelen hayali sana buluşma müjdesini verir. O hayal, o zan seni alır; yakîne, tam inanca çeker götürür. 

Sen düştüğün şüphe kuyusunda Yusuf gibisin. Dostun hayali de sanki bir iptir sen o ipe sıkıca tutunup çıkarsan kendini yücelerde, göklerin üstünde bulursun. 

Buluşma günü aklın başında kalabilirse sana der ki; ‘Ben, sana nefsanî arzularını ayak altına al!’ dememiş miydim? İşte dediğim gibi oldu; nefsi terk ettin de dostu buldun. 

Eğer sen, insan gibi yaşarsan, doğru bir kişi olursan, can buluşma evine girer. Eğer eğri bir kişiysen, seni atlaslara, giyinmeye, kuşanmaya çeker götürür. 

Dünya hayatında başına gelen belâlara, cefâ dikenlerine katlan! Çünkü çektiğin acılar, sıkıntılar seni dikenlerden alır da güllere kavuşturur. Reyhanların, yaseminlerin bulunduğu bahçeye çeker götürür. 

Dost uğruna düşmanların lânetini, hakaretini, küfürlerini şerbet gibi iç! Çünkü bu lânetler, hakaretler, küfürler, seni lütuflara, senâlara, aferinlere mânevî derecelere ulaştırır.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CVI

Rum kayseri elçisinin Emîrülmüminin Ömer’den suali.

Elçi, “Yâ Emîrülmüminin, can yücelerden yere nasıl indi?

Hiçbir şeyle mukayyet olmayan can kuşu nasıl kafese girdi?” diye sordu. Ömer dedi ki, “Hakk, ona efsunlar okudu, hikâyeler söyledi.

Tanrı; gözü kulağı olmayan yokluklara efsun okuyunca onlar, coşmaya başlarlar; varlık âlemine konarlar.

1445. Yok olanlar, onun efsunuyla varlık diyârına takla atarak ve derhâl gelirler.

Sonra var olana yine bir efsun okuyunca onu yokluğa derhâl ve iki çifte atla sürer.

Gülün kulağına bir şey söyledi, güldürdü. Taşın kulağına bir şey söyledi, akîk ve maden hâline getirdi.

Cisme bir âyet okudu, can oldu. Güneşe bir şey söyledi, parladı.

Sonra yine güneşin kulağına korkunç bir şey üfler, yüzüne yüzlerce perde iner.

1450. O kelâm sahibi Tanrı, bulutun kulağına bir şey okur, gözünden misk gibi yaşlar akıtır.

Toprağın kulağına ne söyledi ki murâkebeye vardı, dalgın bir hâlde kaldı?

Peygamber Efendimiz, selâm olsun üzerine, “Âdemoğlu yaratıldı. Yanına da, doksandokuz türlü ölüm konuldu” diye buyurur.

‘Âdem’in bir diğer mânâsı hiçliktir, yokluktur. ‘Tanrı; gözü kulağı olmayan yokluklara efsun okuyunca onlar, coşmaya başlarlar; varlık âlemine konarlar. Yok olanlar, onun efsunuyla varlık diyârına takla atarak ve derhâl gelirler. Sonra var olana yine bir efsun okuyunca onu yokluğa derhâl ve iki çifte atla sürer.’

Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, yaratılışla ilgili şöyle buyurur: “Gerçekten de bütün işler, O’nun dileğiyle oldu; irâdesi yerini buldu. Eşyanın bütün sınıflarını, onlara dâir bir düşünceye dalmaksızın halketti; bir tasarlamaya girişmeksizin yarattı; yaratışta, çağların meydana getirdiği olaylardan doğan, bir tecrübeden faydalanmadı; şaşılacak şeyleri yoktan ver ederken bir ortağın yardımına dayanmadı. Yarattıklarının yaratılışlarını irâdesiyle tamamladı; onlar da itâatte bulundular O’na; dâvetine uydular O’nun; bu hususta ne bir geri kalan oldu, ne bir ağır davranan. Her şeyi düzene soktu; sınırını belirtti; kudretiyle aykırı olanları uzlaştırdı; birbirleriyle bağdaşma sebeplerini ulaştırdı; miktarları, hadleri, tabiatları, durumları bakımından çeşit çeşit, birbirlerinden ayrı cinslere ayırdı. Yaratıklar meydana getirdi; sanatlarını pekiştirdi; dilediği gibi yoktan var etti onları, icâd etti.”

Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de, Yâ Sîn sûresinin 82. ve 83. âyetlerinde buyrulur ki: “Allah, bir şey yaratmak istediği zaman O’nun yaptığı ‘Kûn – Ol’ demekten ibarettir. Hemen oluverir. Her şeyin mülkü kendi elinde olan Allah’ın şânı ne kadar yücedir! Siz de O’na döneceksiniz.”

“Gökler, yerler, anlayan kişiye hep sözdür. Bunların hepsi de ‘Ol der, oluverir’ sözüyle bildirildiği gibi sözden doğmuştur” der yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine ve bir kasîdesinde şöyle seslenir…

“Cihan zindanına gelmeden önce, ben hep seninle beraberdim, keşke ızdıraplarla dolu bu dünya tuzağına düşmeseydim. Çünkü senin yanında çok mutlu idim. 

O kadar çok söyledim: ‘Ben yerimden memnunum, sefere çıkmak istemiyorum’ dedim. Dedim ama anlatamadım. Bak bu güç yolculuğa düştüm. Yükseklerden yeryüzüne indim. 

Lütfun beni aldattı da dedi ki: ‘Korkma, git! Benim keremim, bu yolculukta kılavuz olur, sana bir zarar gelmez. Gurbete gidersen, asıl yurdundan ayrılırsan, çekeceğin zahmetler, ızdıraplar seni pişirir, hamlığın kalmaz. Sonra olgun bir hâlde, hünerlerle dolu bir bilgin olarak yine vatanına dönersin.’ 

Ona dedim ki: ‘Ey bilgilerin canı; sensiz ben bilgiyi ne yapayım? Bilgi almak için senin yanından kim gider; ancak senin büyüklüğünden haberi olmayan gider.’ 

Senin elinden şarap içtiğim zaman, aklım başımdan gider. Hoş bir sarhoşluğu tadarım. O zaman tehlikesiz, korkusuz bir kimse olurum. Beşerî kötülüklerden kurtulurum. 

Efendim kulağıma yol kesenlerin sözleri gibi bir takım sözler söyledi, beni baştan çıkardı. Sersem edip yola salıverdi. 

Benim ötelerden bu dünyaya sürgün edilişimin hikâyesi çok uzundur. Eğer o eşsiz varlığın keremi bizim kederlerle dolu gecemize hoş bir seher göndermezse, ah hîlesinden ah…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CV

Ömer’in uykudan uyanması ve kayser elçisinin ona selâm vermesi.

Elçi, Ömer’i tâzim etti, ona selâm verdi. Peygamber “Önce selâm, sonra söz” demiştir.

Ömer, selâmını alıp onu yanına çağırdı, onu teskîn etti, karşısına oturdu.

1425. Korkanı, emîn ederler, gönlünü yatıştırırlar.

“Korkmayın” sözü, korkanlara sunulan hazır yemektir. Ve bu yemek, tam onlara lâyıktır.

Korkusu olmayana nasıl “Korkma” dersin? Niye ona ders veriyorsun? O, derse muhtaç değil ki!

Ömer, o yüreği oynayan kimseyi sevindirdi, yıkılmış gönlünü yaptı.

Ondan sonra yoldaşların en güzeli olan Tanrı’nın tertemiz sıfatlarına dâir ince bahislere daldı.

1430. Elçiye, makam nedir? Hâl neye derler? Anlasın, bilsin diye Tanrı’nın abdâllara gösterdiği lütuf ve ihsânlarını nakletti.

Hâl, güzel bir gelinin cilvesidir; makam ise o gelinle hâlvet olup vuslatına erişmektir.

Gelinin cilvesini padişah da görür, başkaları da. Fakat onunla vuslat, ancak azîz padişaha mahsustur.

Gelin, havassa da cilve eder, avama da. Ama onunla hâlvete giren ancak padişahtır.

Sûfîler içinde hâl ehli çoktur, fakat aralarında makam sahibi nâdirdir.

1435. Ömer, elçiye can menzillerini söyledi, ruh seferlerini anlattı.

Zamandan dışarı olan, zamana sığmayan bir zamandan, azâmete mensûb kudsîyet makamından,

Ruh simurgunun, bu âleme gelmeden önceki geniş uçuşlarından bahsetti.

Ruhun, o âlemde bir uçuşu, ufukları aşıyordu; iştiyâk çekenlerin ümitlerinden de ileri gidiyordu, hırslarından da!

Ömer, o yabancı çehreli zâtı dost buldu, canının Tanrı sırlarını dilediğini anladı.

1440. Şeyh, kâmildi, tâlibin de tam bir isteği vardı. Yolcu çevikti, at da kapıdaydı.

O mürşid, onun irşâd edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; temiz tohumu, temiz yere ekti.

Kur’ân-ı Kerîm’in, Saf sûresinin 30. âyetinde, “Gerçekten de Rabbimiz Allah’tır, dedikten sonra da dosdoğru hareket edenlere melekler indiririz de, sakın korkmayın ve mahzûn olmayın ve müjdelenin, sevinin size vaad edilen cennetle, deriz” diye buyrulmaktadır.

Hasan Dede, “Bir insan Allah’ı sevdikten sonra, Allah da onu sevdikten sonra, korku kalmaz” der, “En büyük belâ korkudur. Fakat sevgi tecellî edene kadar korku da lâzım. Allah’la dost olmuş bir insana ‘Allah’tan kork’ derlerse, garibine gider. Sevdiğimiz dostumuzdur; korktuğumuz ise düşmanımızdır. İnsan, Allah’tan değil, kendi nefsinden korkmalı. ‘Adil’ olan yumuşak huylu olandan korkulur mu? Korkan, sevemez. Hâlbuki, Allah bizim dostumuz, sevgilimiz olmalı. Allah aşıkları, bütün kötü hâlleri, korkuları, hırsları tepeleyip geçerler.”

Yine bir başka âyette de şöyle buyrulmaktadır: “Benden size bir hidâyet, doğru yolu gösteren bir rehber geldiği zaman, artık kim ona uyarsa, onlara ne korku vardır ne de onlar mahzûn olurlar.” (Bakara, 38)

“Mürid ile mürşid arasında ‘Allah’ talebi vardır. Mürid, mürşidinden Allah’ın güzelliklerini, Allah’ın büyüklüğünü dinler, öğrenir. Demek ki, mürşidin bedeni bir örtü, Allah ondan dile geliyor, ondan konuşuyor” der Hasan Dede ve Mevlâna ile Şems’i örnek göstererek, “Mevlâna’nın sakası, yani gönül sakîsi Şems’ti; şimdi de bizim muhabbetlerimiz hep o ilâhî sakadan, Mevlâna’dan. Bizlerden işleyen hep odur” diye buyurur.

Nitekim, Hazreti Şems, “Bu iki âlemin yaradılışından maksat, iki dostun kavuşmasıdır” der, “Bu iki dost Tanrı için gösterişten ve her türlü hevesten uzak yüz yüze gelmelidir. Ekmek, fırın ve kasap gibi dertleri olmamalı.”

‘Hâl, güzel bir gelinin cilvesidir; makam ise o gelinle hâlvet olup vuslatına erişmektir.’ 

Mürid, mürşidinden Allah’ın güzelliklerini, insanın sırrını ve hakîkatlerini dinledikçe ruhu kanatlanır, coşar ve onda tekâmül başlar, hâli değişir. Tekâmülün tamam olması da müridin aşkına, imanına ve teslîmiyetine göredir.

‘Şeyh, kâmildi, tâlibin de tam bir isteği vardı. Yolcu çevikti, at da kapıdaydı. O mürşid, onun irşâd edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; temiz tohumu, temiz yere ekti.’

Nitekim Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde şöyle seslenir…

“Şeyhe sarıl da kötülüklerden kurtul, iyiliklere yüz tut. İşin gücün, çalışıp çabalamakla değil, onunla iyileşir; o senin zehirini giderir; sana şekerler verir.

Kılavuzla varılacak yere, kavuşulacak ere varıp kavuştuktan sonra delilden bahsetme; bilinecek şeyi bildikten sonra bilgiden hiç söz açma, kavuştuktan sonra artık ayrılıktan söz etme; iyi değildir bu; sözden geç artık, çünkü ulaştıktan sonra araman, âdeta ırmak içinde su aramaktır. 

Bilinen şey hakkında tam bilgi elde ettikten sonra, yine bilmeye çalışmak, anlamsız bir şeydir. Delâlet edilen şeyi elde ettikten sonra delili anmazsın artık. Maksada ulaştıktan sonra yine de onu araman, dilemen, bir şeyi bulduktan sonra onu bir daha aramaktır; onu tekrar aramaya kalkışma. 

Ona kavuştun, bir oldun mu, sende senlikten eser kalmaz ki, kalan O’dur, O’ndan başkası yiter gider; O’nun dilemediği her şey ortadan kalkar. Artık sen, Allah’a kavuştun, ebedî oldun; O’nun şarabını içtin, neşeyle kandın demektir. 

Şeyhin bağışını ebedî ruh bil; öylesi ruhu da şarap say, sakî tanı. O’nun bağışı, güzeldir, mumdur, şaraptır; ama bunların üçü de birdir, ayrı sanma. Zevki bir gör, iki görme; cevizle kuru üzüm gibi onları birbirinden ayırma, çünkü o yola ikilik sığmaz; sen kalma, çünkü senlik o durağa sığışmaz. Birde yok ol, sayıdan geç ki Allah’dan binlerce yardıma nâil olasın. Addan geç, ad sahibine yürü; adı bırak, gel de ad sahibi ol…

Bu dünyanın sonu sınırı var; o âleminse ne kıyısı var, ne sonu. Bunu gören göğe ağdı; Hakk’ın verdiği zevkle, şevkle perdeleri yırttı gitti. 

O aşkın derdi, perdeleri yırtar; hattâ yeri, göğü bile deler geçer. Sen yok oldun, kalmadın mı, o vakit O gelir, görünür; o zaman anlarsın ki ortada senden başka kimsecik yok; değil mi ki sen şeyhine itaat ediyorsun, hem ruh kesildin hem beden, ikiniz de zevkle dopdolu bir hâle geldiniz demektir, ikiniz de şevkle dirildiniz artık. Bütün bedenlerdeki şevk birdir; sen bedenleri bırak da zevki şevki bir bil…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CIV

Elçinin, Emîrülmüminin Ömer’i -Tanrı ondan razı olsun- bir ağaç altında uyur bulması.

1412. Elçi oraya gelip uzakta durdu. Ömer’i görünce titremeye başladı.

1413. O uyuyandan elçiye bir heybet, gönlüne hoş bir hâl geldi.

1414. Muhabbet ve heybet birbirinin zıddı iken gönlünde bu iki zıddın birleştiğini gördü.

1415. Kendi kendine, “Ben nice padişahlar gördüm; büyük sultanların makbûlü oldum.

1416. Onlardan korkmaz, ürkmezdim. Bu adamın heybeti aklımı başımdan aldı.

1417. Arslanlar, kaplanlar bulunan ormanlara daldım, yüzümün rengi bile kaçmadı.

1418. Birçok savaşta bulundum; savaş başlayınca bir hayli ağır yaralar aldım, düşmanları ağır bir surette yaraladım. Bütün bu ahvâlde kalbim, diğerlerinden daha kuvvetli idi.

1419. Bu adam silâhsız, kuru yerde yatıyor; benim yedi âzâm tir tir titremekte; bu ne?

1420. Bu heybet Hakk’tan, halktan değil; bu heybet, şu abalı adamdan gelmiyor” dedi.

1421. Bir kişi, Hakk’tan korkup takvâ yolunu tuttu mu; cin olsun, insan olsun, onu kim görse korkar.

1422. Bu düşünce içinde hürmetle ellerini bağladı. Bir müddet sonra Ömer, uykudan uyandı.

Hazreti Mevlâna, Fîhi Mâ-Fîh’de, “Batmak, ona derler ki ondan meydana gelen her iş, onun işi olmasın, suyun işi olsun. Hâlâ suda elini ayağını oynatıyorsa buna batış demezler. Ah, battım, boğuldum diye bağırıyorsa buna da batmak boğulmak demezler” diye buyurur ve şu açıklamayı yapar, “Batıp boğulmak şudur: Ulu Tanrı, halkın arslandan, kaplandan, zâlimden korkmasından başka bir korkuyla erenleri, kendi zâtından korkutur; ona açar, bildirir ki korku da Tanrı’dandır, emînlik de Tanrı’dan… Zevk neşe de Tanrı’dandır, yiyip içme de Tanrı’dan. Ulu Tanrı, gözü açıkken ona, özel ve görülür duyulur şekilde bir arslan, bir kaplan, bir ateş gösterir. Bunu göstermesi de erenin, gördüğüm arslan şekli, kaplan şekli, gerçekte bu âlemden değil, gayb âlemindendir demesini, bunu anlamasını sağlamaktır. Böylece pek güzel, pek alımlı bir şekilde gösterir. Yine böyle bağlar bahçeler, ırmaklar, huriler, köşkler, yenecek içilecek şeyler, ağır elbiseler, binilecek hayvanlar, şehirler, konaklar, çeşit çeşit, renk renk şaşılacak şeyler gösterir. Gerçek olarak anlar bilir ki bunlar, bu âlemden değildir, Tanrı onları, gözüne göstermede, bu şekillere bürümede… Bütün rahatlıklar da ondandır, görülen seyredilen şeyler de. Şimdi onun korkusu, halkın korkusuna benzemez; çünkü gördüğü şeyleri delille bilmiş, anlamış değildir; çünkü Tanrı, her şeyin Tanrı’dan olduğunu ona apaçık göstermiştir.”

Beyit:

“Sevgiyi kolay sanan bir bana baksın; hâlim anlatır ona; korkutur onu elbet.”

Nitekim, elçi, ’Muhabbet ve heybet birbirinin zıddı iken gönlünde bu iki zıddın birleştiğini gördü.’

Hazreti Şems buyurur ki: “Düşün ki kıyâmet kopmuştur ve görünmeyen âlem apaçık ortadadır. Vallahi, görünmeyen artık meydandadır ve perde kalkmıştır ama yalnızca gözü açık olanlar için.”

Bir insan-ı kâmilin huzurunda bulunan her bir mürid de, gönül gözü açıksa, onun cemâlinde Hakk’ı müşâhade eder ve bu iki zıddı aynı zamanda kalbinde hisseder. ‘Bir kişi, Hakk’tan korkup takvâ yolunu tuttu mu; cin olsun, insan olsun, onu kim görse korkar.’

Bakın ne kadar açık buyurur yüce Pîr Mevlâna ve der ki: “Şeyhte öyle bir heybet olmalı ki vursun, kırsın, geçirsin; şeytanlarla, vesveseler ordusunu bir bakışta bozguna uğratsın; serkeş bir ata benzeyen ve müridin bindiği ve onu aşağılıkların en aşağısına atmak isteyen azgın nefs atını korkutsun; onu oyluklarının altında tir tir titretsin.”

Kasîde:

“Nurlarla dolu olan o güzel gözler sevgilinin bakışı ile mest olmuş. Gözyüzü bile o gözler yüzünden tir tir titremededir. 

Bilhassa Hakk’ın huzurunda el bağlayıp namaza durduğu zaman, kendisine ihsân edilen nur, meleklerin de, insanların da kıblesi olmuştur. 

O güzel varlığın yüzünde ilâhî nurun göz kamaştırıcı bir şekilde parladığı anda, onun ayaklarına başını koymayan, benlik yüzünden ona secde etmeyen kişinin özü gerçekten de şeytandır!

O anda o güzel yüzde ilâhî bir nur görmeyen kişi, cansız bir beden gibidir. Şeytandan da aşağıdır. 

Onun nurlu yüzü, erlerin kıblesidir. Eğer sen de er isen onun heybetli yüzüne karşı gönlünü yerlere ser! 

Elini sinenden çek! Ne diye şaşkın şaşkın bakıp duruyorsun? O anda sevinerek ona canını ver! Zaten isteyen de odur. 

Aklını başına al da neyin var neyin yoksa hepsini suya at! O aşk suyundaki ateşle onları temizle! Çünkü onun yüzünün ateşi, âb-ı hayatın bile secde ettiği yerdir.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CIII

Rum kayseri elçisinin, Emîrülmüminin Ömer’e -Tanrı ondan razı olsun- gelip Ömer’in kerâmetini görmesi.

1388. Rum kayserinden, Medine’de Ömer’e uzak çölleri aşarak bir elçi geldi.

1389. Medine halkına “Halîfenin köşkü nerdedir ki atımı, eşyamı oraya çekeyim” dedi.

1390. Halk dedi ki: “Halîfenin köşkü yok; Ömer’in köşkü, ancak aydın canıdır.

1391. Gerçi emîr diye adı sanı duyulmuşsa da onun, yoksullar gibi ancak bir kulübeciği var.

1392. Kardeş, onun köşkünü nasıl görebilirsin? Gönül gözünde kıl bitmiş!

1393. Gönül gözünü, kıldan ve hastalıktan arıt, sonra köşkünü görmeyi gözet.

1394. Kimin canı, heveslerden arınmışsa derhâl tertemiz Tanrı tapusunu, Tanrı dergâhını görür.

1395. Muhammed, bu ateşten, bu dumandan temizlendiğinden nereye yüz çevirse orada Allah cemâlini gördü.

1396. Seni kötülüğe sevkeden vesveselere yoldaş oldukça ‘Semme vechullah’ı nasıl bilebilirsin?

1397. Kimin kalbinde kapı açılırsa gönül göğünde yüzlerce güneş görür.

1398. Yıldızların içinde ay nasıl görünürse başkaları arasında Tanrı da öyle görünür.

1399. Fakat iki parmağını iki gözünün üstüne koy; bir şey görebilir misin? İnsâf et!

1400. Sen görmesen de dünya yok değildir. Kusur, ancak şom nefsin parmağında.

1401. Kendine gel! Gözünden parmağını kaldır da ne istiyorsan gör.

1402. Nuh’un ümmeti, Nuh’a ‘Nerde sevâb?’ dediler. Nuh ‘Duymamak, görmemek için elbisenize büründüğünüz cihette.

1403. Elbiselerinize bürünüp yüzünüzü, başınızı sardınız; ondan dolayı gözünüz olduğu hâlde görmediniz’ dedi.

1404. İnsan, gözden ibârettir. Geri kalanı bir deridir. Göz de, dostu gören göze derler.

1405. İnsan, dostu görmeyince kör olsun, daha iyi. Böyle adam Süleyman bile olsa, karınca ondan yeğdir.”

1406. Bu yepyeni sözler, Rum elçisini semaa getirdi, Ömer’i görmek iştiyâkı arttı.

1407. Gözünü, o padişahı aramaya dikti, eşyasını da kaybetti, atını da.

1408. O iş erinin ardına düşmüş, her tarafa koşmakta, delicesine onu aramaktaydı.

1409. “Dünyada böyle adam da olur mu ki cihandan can gibi gizlenmiş” diyordu.

1410. Candan kul olmak için onu aradı. Şüphesiz, arayan bulur.

1411. Bir bedevî karısı, onun yabancı olduğunu gördü; Ömer’i aradığını anlayıp “İşte şuracıkta, şu hurma ağacının altında” dedi.

* Halktan ayrılmış, hurma ağacının dibine varmış. Ağacın gölgesinde uyuyan Tanrı gölgesini seyret.

Abdülbâki Gölpınarlı, Hazreti Mevlâna’nın dile getirdiği bu hikâyeyi tefsîrinde şöyle anlatır: “Asıl hikâye, ikinci halîfe Ömer’in zamanında Medine’ye gelen Roma elçisinin, Ömer’i mükellef bir sarayda bulacağını sanırken ovada, bir hurma ağacının altında yatıp uyurken bulmasından meydana gelmiştir. Fakat Mevlâna bu hikâyede de tedâilerine uyup âyetlerle, hadîslerle, hâl, makam gibi tasavvuf terimleriyle yaratılışı, Allah’ın tasarruf ve tedbîrini, her varlıktaki hikmet ve kudretini, vahyi, can ve akıl gözünü, cebîr ve ihtîyarı, yaratılıştaki tekâmülü, mânânın lafza sığmayacağını, ferdîyetten geçmemenin demir bağlarla bağlanmaktan farksız olduğunu, kendisine has o fevkâlade tahkîye üslûbuyla anlatmaktadır.”

Nitekim, Kurân-ı Kerîm’de, Doğu da Allah’ındır, batı da. Artık nereye dönerseniz dönün, orada Allah’a dönmüş olursunuz. Şüphe yok ki Allah’ın lütfu, rahmeti boldur, her şeyi bilir” (Bakara, 115) buyrulmaktadır.

Beyit:

“Güzelim bana dedi ki: ‘Ben güzellerin canıyım!’ ‘Evet ey sevgili!’ dedim. ‘Ben de seni öyle görüyorum’..”

‘Kimin canı, heveslerden arınmışsa derhâl tertemiz Tanrı tapusunu, Tanrı dergâhını görür. Muhammed, bu ateşten, bu dumandan temizlendiğinden nereye yüz çevirse orada Allah cemâlini gördü.’

Hazreti Mevlâna, Fîhi Mâ-Fîh’de buyurur ki: “Birisi, Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafa’nın zamanında, tapısına geldi de dedi ki: Senin bu dinini istemiyorum, vallahi istemiyorum, bu dini geri al. Senin dinine girdim gireli bir gün olsun, dincelmedim; mal gitti, kadın gitti, çocuk gitti; saygı görmem kalmadı, gücüm kuvvetim kalmadı, dileğim isteğim kalmadı. Mustafa, hâşâ dedi; benim dinimin şanından değildir ki bir yere gitsin, birinin gönlüne yerleşsin de o adamı kökünden söküp atmasın; evini barkını silip süpürmesin, tertemiz etmesin de geri gelsin; ‘Ona ancak tertemiz olanlar dokunabilirler.’ Nasıl sevgilidir o ki sende kıl kadar bile olsa, kendini sevmek, varlığına bağlanmak varken kendisine yol versin sana. Dostun yüz göstermesi için adamın, tümden kendinden de, dünyadan da usanması, kendine düşman kesilmesi gerek. Bizim dinimiz de hangi gönülde yerleşirse o gönlü Tanrı’ya ulaştırmadıkça, gerekmeyen şeyleri o gönül ıssından ayırmadıkça ondan el çekmez.”

Hazreti Muhammed, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Tuba cennette bir ağaçtır. Büyüklüğü yüz yıllık yer tutar. Ve cennet elbiseleri de onun tomurcuklarından yapılır” diye buyurur. 

“Mürşid-i kâmilller de, Tuba ağacına benzerler” der Hasan Dede, “Onlar, bu âlemde Cenâb-ı Hakk’ın bendeleridirler. Mürşid-i kâmiller Allah’ın gölgeleridir, hepsi Tanrı’nın aletleridirler. Ağacın yaprakları, çiçekleri nasıl kökten haber verirse, insanın sözleri, davranışları, yaşayışı da onun özünün delilleridir. Sevgi tomurcukları sevgi ağacından yeşerir.”

‘Halktan ayrılmış, hurma ağacının dibine varmış. Ağacın gölgesinde uyuyan Tanrı gölgesini seyret.’

Kasîde:

“Ey parlak ve içli gönül, sen bütün gönüllerin emîrisin. Aşkın yakıcı güçlü ateşine karşı sabrı kalkan edindin de muradına erdin. 

Yaş olsun, kuru olsun, herkesin gözü birbirinin üstündedir. İnsanlar birbirlerine bakakalmışlardır. Senin gözün öyle değildir. Senin gözün Allah’a yönelmiştir. Bu yüzden herkesin gözü artık sana baksın. 

Senin elin, Allah’ın elidir. Senin gözün Allah’ın mestidir. Kullarının Rabbi Allah’ın gölgesi, herkesin üzerinde ebedîyyen bâkî kalsın. 

Halkın iniltisi, feryâdı senin sevgindendir. Sizinki kimdendir? Neredendir? Bütün bunlar aşktan doğdu. Acaba aşk neredendir? 

Ey Hakk’ın ve dinin Şems’i, ey varlık mülkünün sahibi, aşk dünya kuruldu kurulalı senin gibi bir padişah göremedi.”