MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXX

Hâkim Senaî’nin “Seni yoldan alıkoyan şey; ister küfür sözü olsun, ister iman… Seni dosttan uzak düşüren nakış; ister çirkin olsun, ister güzel… İkisi de birdir” sözü ve Peygamber sallallahu aleyhi vessellemin “Sa’d, çok kıskançtır, ben Sa’d’dan daha kıskancım, Tanrı ise benden de kıskançtır. Kıskançlığından dolayı görünür, görünmez bütün kötülükleri haram etmiştir” hadîsi.

Hakk, kıskançlıkta bütün âlemden ileri gittiği içindir ki, bütün âlem kıskanç oldu.

O, can gibidir, cihan beden gibi. Beden; iyiyi, kötüyü, canın tesiriyle kabul eder.

Kimin namazında mihrâb ve kıblesi Ayn olursa onun tekrar iman tarafına gitmesini ayıp ve kusur bil.

1760. Padişaha esvapçıbaşı olan kişinin, padişah hesabına ticarete girişmesi ziyankârlıktan ibarettir.

Padişahla birlikte oturan kimsenin padişah kapısında oturması yazıktır, aldanmaktır.

Bir kimseye padişahın elini öpme fırsatı düşer de o, ayağını öperse bu, suçtur.

Her ne kadar ayağa baş koymak da bir yakınlıktır, fakat el öpme yakınlığına nispetle hatadır, düşkünlüktür.

Padişah, birisi yüzünü gördükten sonra başkasına meylederse kıskanır.

1765. Tanrı’nın gayreti buğdaya benzer, harmandaki saman da insanların kıskançlığıdır.

Kıskançlıkların aslını Hakk’tan bilin. Halkın kıskançlıkları, şüphe yok ki Tanrı kıskançlığının feridir.

Bunu anlatmayı bırakayım da o, on gönüllü hercaî sevgilinin cefâsından şikayet edeyim…

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “Allah o kadar kıskanç ki, hep O sevilsin ister. Her şey O’na ait olduğu için başka bir yere bakarsan yine O’nunla bakmanı, O’nun sevgisi ile sevmeni ister” der ve şöyle devam eder:

“Hazreti Muhammed, bizim iman ettiğimiz yerdir. Hazreti Muhammed’in her sözüne inandık, iman ettik. O, her zaman Allah’ın büyüklüğünden, güzelliklerinden dil döktü, insanların gönüllerini fethetti, kendini sevdirdi. Bazılarını da kendisine aşık etti. O’na, ‘İmanım’ dediler. Hem dinim, hem imanım. Yâni O, sonsuz Sevgilim benim. Artık ben O’nun dışına çıkmam. Bakın iman ettiği yer onun mihrâbı artık. Allah’ın güzelliklerini orada görüyor, her şeyini O olarak görüyor. Gördüğü içindir ki oraya iman ile bakıyor. Her zaman ne diyoruz; her şeyin üstünde imandır!”

Selâm üzerlerine olsun, Hazreti Muhammed’in arslanı Hazreti Ali Efendimiz de çok güzel buyurur: “Tavanım, damım yıkıldı ama nura gark oldum. Toprağın atası, Ebu Turâb, oldumsa da bahçe kesildim. Benim sakınmam ancak Allah içindir, vermem de… Tamamı ile Allahınım, başkasının değil. Allah için ne yapıyorsam bu yapışım, taklit değildir; hayale kapılarak, şüpheye düşerek de değil. Yaptığımı, işlediğimi, ancak görerek yapıyor, görerek işliyorum. Ben görmediğim Allah’a ne inanırım, ne iman ederim. Zîrâ ben Rabbimi kalbimle gördüm…”

Ahmed Eflâkî Dede, selâm olsun üzerine, Âriflerin Menkîbeleri’nde şöyle rivâyet eder:

“Arkadaşların en gözdeleri rivâyet ettiler ki: Selçukoğulları devletinin yıkılmasının ve yok olmasının sebebi şu idi: Sultan Rükneddin, Mevlâna Hazretlerine mürid olup onu kendine baba yaptıktan bir zaman sonra eşi benzeri olmayan büyük bir toplantı (iclâs) yaptırdı. Derler ki o zamanda Şeyh Baba-yi Merendî denilen ihtiyar bir adam vardı. Riyâzet sahibi, zâhid ve bilgin (müteressim) bir adamdı. İnsan yüzlü bir takım şeytanlar bu şeyhle arkadaş olmuşlardı. Bunlar, sultanın yanında bu şeyhi o kadar övdüler ki sultan onun sohbetini büyük bir arzu ile istedi. 

Nihayet emretti, sarayın holünde (Taşthâne) bir semâ tertib edip tam bir ikrâmla Şeyh Baba-yi Merendî’yi getirdiler. Bütün büyükler onu karşılayarak çok izâz ve ikrâmla başköşeye oturttular. Sultan da bir kürsü koyarak kendi tahtının yanında oturdu. O sırada Mevlâna içeri girdi, selâm verip bir köşeye çekildi. Kur’ân-ı Mecid’in okunmasından sonra muarrifler, fasıllar okudular. İslâm sultanı, Mevlâna Hazretlerine bakarak: ‘Hüdâvendigâr’ın, ulu şeyh ve bilginlerin malûmu olsun! Bu hâlis kul, şeyh Baba hazretlerini baba edindi, o da beni oğullu­ğa kabul etti,’ dedi. Orada bulunanların hepsi: ‘Aferin, mübârek olsun,’ dediler. 

Hüdâvendigâr Hazretleri, kıskançlığından; ‘Gerçekten Sa’d çok kıskançtır, ben Sa’d’dan daha kıskancım, Tanrı da benden daha kıskançtır. Eğer sultan onu baba edindi ise, biz de kendimize, başka birini oğul ediniriz,’ dedi ve nârâ atarak yalınayak çıkıp gitti.

Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri rivâyet etti ve dedi ki: Mevlâna Hazretleri dışarı çıkınca sultanın tarafına baktım, sultanın başsız oturduğunu gördüm. Hemen darbe yedi. Bilginler ve şeyhler, Mevlâna’nın arkasından koş­tularsa da o dönmedi.”

Beyit: 

“O gönül bekçisi, o cana şerefler veren eşsiz varlık, pek kıskançtır! Onun kıskançlığına karşılık siz de yüzünüzü ondan başkasına, yabancılara çevirmeyiniz!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXIX

“Düzenim bozulur, hayatım alt üst olur diye endişe etme. Nereden biliyorsun altının üstünden daha iyi olmayacağını?’’ Şems-i Tebrizî

Susuzlar âlemde su ararlar, fakat su da cihanda susuzları arar.

Mademki aşık odur, sen sus artık. Mademki o, kulağını çekmekte, sen tamamiyle kulak kesil!

Sel akmaya başlar başlamaz önünü kes, yolunu bağla. Yoksa âlemi perişan ve harâb eder, her tarafı yıkar.

1740. Fakat harâb olmaktan niye gamlanayım? Harâbenin altında padişah hazinesi var!

Hakk’a dalan kişi daha ziyâde dalmak, can denizinin dalgası altüst olmak ister.

Denizin altı mı daha hoştur, yoksa üstü mü? Onun oku mu daha ziyâde gönül çekici ve güzeldir, o oka karşı siper tutmak mı?

Şu hâlde ey gönül! Neşe ve sefâyı, cefâ ve belâdan ayırt edersen vesveseye zebûn olmuş olursun.

Tutalım, senin isteğinde şeker tadı var; sevgilinin isteği, isteksizlik, murat ve maksadı terk etme değil mi?

1745. Onun her yıldızı, yüzlerce hilâlin kan diyetidir. Ona, âlemin kanını dökmek helâldir!

Biz değeri de bulduk, kan diyetini de. Ve o yüzden can vermeye koştuk.

Ey aşık, aşıkların hayatı ölümdedir. Gönlü gönül vermeden başka bir suretle bulamazsın.

Yüzlerce naz ü işve ile gönlünü almak istedim; sevgili bana istiğna yüzünü gösterdi, bahaneler etti.

“Bu akıl, bu can, senin aşkına gark olmuş değil mi ki?” dedim, dedi ki: “Git, git; bana bu efsunu okuma!”

1750. Ben, senin ne düşündüğünü bilmez miyim? Ey iki gören! Sen, sevgiliyi nasıl gördün; buna imkân mı var?

Ey ağır canlı! Sen onu hor gördün; çünkü çok ucuz aldın! Ucuz alan ucuz verir. Çocuk bir inciyi bir somuna değişir. Ben öyle bir aşka gark olmuşum ki evvel gelenlerin aşkları da benim bu aşkıma batmış, yok olmuştur, sonra gelenlerin aşkı da!

Ben o aşkı kısaca söyledim, tamamiyle anlatmadım. Anlatacak olsam hem dudaklar yanar hem dil!

Leb dersem maksadım lebîderyâdır; Lâ dersem muradım illâdır.

Tatlılıktan dolayı yüzümü ekşitmiş olarak otururum; fazla sözden dolayı sükût etmekteyim.

1755. İsterim ki bu suretle tatlılığımız, yüzümüzün ekşiliğiyle iki cihandan da gizli kalsın.

Bu söz her kulağa girmesin. Onun için yüz ledûn sırrından ancak birini söylemekteyim.

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Ey Allah’ın kulları, sükûn ve ağırbaşlılık ile durunuz. Sabırsız ve telaşlı olmayınız. Zira sükûnet ve ağırbaşlılık, insanı değerli kılar” diye seslenir bizlere…

“Biz dilencilikten ve niyâzdan kurtulduk; ayak vurarak nâz tarafına geldik” diye buyuran Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, bir kasidesinde de şöyle buyuruyor ve diyor ki: 

“Ey aşık! Hileyi bırak! Aklı terk et, divâne ol, divâne! Ateşin tam ortasına atıl, âdeta gönlüne gir! Pervâne ol, pervâne! 

Kendini yabancı say, kendine yabancı ol! Hem de evini yık, harâb et! Sonra gel; aşıklarla, aynı evde otur, onlarla düş, kalk! 

Git, gönlünü siniler gibi yedi kere yıka, kinden, nefretten temizlen! Sonra gel aşk şarabına kadeh ol! Sevgiliye layık olmak için tamamıyla can hâlini al! Mest olanların yanına gidince sen de mest ol mest! 

Güzellerin taktıkları küpelerin sohbet yeri, buluşma yeri onların yanaklarıdır. Güzel yanaklarla, güzel kulaklarla dost olmak istiyorsan; inci tanesi ol, inci tanesi! 

Düşüncen nereye giderse seni peşinden sürükler, oraya çeker götürür. Sen düşünceden vazgeç de, kaza ve kader gibi en ileride yürü, en öne geç!

Kibire kapılmak, hevâ ve hevese meyl etmek bir kilittir ki, gönüllerimiz onunla kilitlenir. Sen anahtar ol, anahtarın dişi ol! 

Mustafa (sav), Hannâne direğini okşadı. Sen bir ağaçtan da aşağı değilsin ya, haydi Hannâne direği ol, Hannâne direği! 

Hazreti Süleyman sana; ‘Kuş dilini duy, öğren!’ diyor. Hâlbuki sen öyle bir tuzaksın ki, kuş senden ürker kaçar, sen tuzak olma, yuva ol, yuva! 

Bir güzel sana yüz gösterirse, ona ayna ol, onu içine al, onunla dol! Güzel sana karşı saçlarını serer açarsa, sen ona tarak ol, tarak!

Zenginleştin, armağanlara, mallara sahip oldun da bunlara karşılık şükrâne olarak aşkı verdin. Malı bırak, mal şöyle dursun, sen aşka şükrâne olarak kendini ver, kendini!

Bir müddet ateş oldun, rüzgâr oldun, su oldun, toprak oldun. Bir müddet de hayvan oldun, hayvanlık âleminde dolaştın. Mademki, bir müddet can hâline geldin, hiç olmazsa sevgiliye lâyık bir can ol, sevgiliye lâyık bir can!..”

Şiir:

“Nurların özü yâ Muhammed, 

Cehennem senin güzelliğinin baharına nispetle, 

Gülistan oldu, gül bahçesi hâline geldi, 

Uçsuz bucaksız bir deniz oldu. 

Aşkının kıvılcımına karşı, 

Bir katre kandan ibaret bir vücud buldu. 

Bir incim var… 

Gözyaşı mı desem, gönül mü desem? 

O tek ve eşsiz inci açıkça benim, 

Fakat ey yüce Sultan, ey Sevgilim, 

O, gizlice senin. 

Merhametli bir kişi tanırım ki, 

Adı sevgi ve adâlettir…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXVIII

“Her dükkanın ayrı bir sanatı, ayrı bir kârı vardır. Mesnevî de yokluk dükkanıdır oğul. Mesnevîmiz vahdet dükkanıdır. Orada bir’den başka ne görürsen puttur.” Mevlâna

Ben kâfiye düşünürüm; sevgilim bana der ki: “Yüzümden başka hiçbir şey düşünme!

Ey benim kâfiye düşünenim! Rahatça otur, benim yanımda devlet kâfiyesi sensin.

1725. Harf ne oluyor ki sen onu düşünesin! Harf nedir? Üzüm bağının çitten duvarı!

Harfi, sesi, sözü birbirine vurup parçalayayım da seninle bu üçü de olmaksızın konuşayım!

Âdem’den bile gizlediğim sırrı, ey cihanın esrârı olan sevgili, sana söyleyeyim.

Halil’e bile söylemediğim sırrı, Cebrâil’in bile bilmediği gamı,

Mesîh’in bile dem vurmadığı, hattâ Tanrı’nın bile kıskanıp biz olmadıkça kimseye açmadığı sırrı sana açayım.”

1730. Biz (ma) kelimesi, lügatte nasıl bir kelimedir? İspata ve nefye delâlet eden bir kelime. Hâlbuki ben ispat değilim; zâtım, varlığım yoktur ki ispat edilebilsin. Nefiy de değilim.

Ben varlığı yoklukta buldum, onun için varlığı yokluğa fedâ ettim.

Padişahların hepsi, kendilerine karşı alçalana alçalırlar. Bütün halk, kendisine sarhoş olanın sarhoşudur.

Padişahlar, kendilerine kul olana kul olurlar. Halk, umûmiyetle kendi uğrunda ölenin yolunda ölür.

Avcı, onları ansızın avlamak için kuşlara av olmaktadır.

1735. Dilberler; aşıkları, canla başla ararlar. Bütün maşuklar, aşıklara avlanmışlardır.

Kimi aşık görürsen bil ki maşuktur. Çünkü o, aşık olmakla beraber maşuk tarafından sevildiği cihetle maşuktur da.

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, şöyle bir menkîbe dile getirir:

“Bir gün Sultan Veled Hazretleri, Allah’ın cemâlini görmeyi diledi ve babasının huzuruna çıktı. Mevlâna, ona, ‘Eğer benim dediklerimi yaparsan onbeş güne kadar Allah’ın cemâline nâil olabilirsin’ dedi. 

Sultan Veled Hazretleri, babasının emrine tâbi olduğunu dile getirdikten sonra Mevlâna, oğluna şu nasihatleri verdi: ‘Onbeş gün yemeden içmeden arınacaksın ve hep beni düşüneceksin. Gün boyunca biraz su ve bir lokma ekmek yiyeceksin.’ 

Böylece Sultan Veled, hâlvete girdi fakat birinci günün sonunda tekrar babasının huzuruna çıkarak, ‘Babacığım, aklımı devamlı sende tutamıyorum, aklım bir dakika içinde sayısız yere gidiyor, bu iş nasıl olacak?’ diye sordu. 

Mevlâna, onun daha fazla gayret göstermesini istedi. Sultan Veled, yine hâlvete geri döndü, günlerce uğraştı, bir gün, iki gün, üç gün derken vücudu gıdadan kesilince tamamen teslîmiyet hâline büründü ve akıl artık bin yere gidemedi ancak bir yerde durdu. 

Sultan Veled’in aklı artık o bir yerde durduğu için bir hafta sonra Mevlâna’nın yüzünün ardındaki hakîki cemâli gördü. Çilehânede bir ‘Allah’ bağırdı ve sonra koşup babasının boynuna sarıldı, ayaklarına secdeye kapandı. 

Cenâb-ı Mevlâna, oğlunun başını okşadı ve ona, ‘Mestûr et’ yâni ‘Sır et’ diye buyurdu.

Göz, sevgilinin dışında başka birini görmeyecek; kulak, onun sesinden başka birine verilmeyecek; dil de ondan başka birini dile getirmeyecek… Bir kişi yaşamını böyle sürdürürse imanında sahidir ve huzur içinde yaşamaktadır. Ve hiçbir zaman bu kişinin gönlü karışmaz ve bozulmaz. 

O’nu görmek için bu canı vereceksin. Fakat ne fayda ki, fakîr, O’nu göreyim diye, canımı vereyim dedim ama, canımı aradım aradım bulamadım… 

İşte biz candan vazgeçince O, kendi kendini görecek. Bu sözler, söylenirken sese, yazılırken de harfe tâbidir. Hâlbuki, bu hâli anlatmak için söz kâfi gelmez. İşte bu, bir sırdır. Öte tarafı sessiz, sözsüz, hâlî konuşmadır.”

Beyit:

“Şems-i Tebrizî’nin tılsımlarında, bir hazine mevcuttur ki, onun sırrı gizlidir. Senin sefer ettiğin vakitten beri, balmumu gibi tatlılıktan ayrı olduk.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXVII

“Aşık oldum sana ey gonca dehen,

Sönmez ateşlere yaktın beni sen…” Mehmet Sâdi Bey

Senin yüzünü gördüm de mihnetten kurtuldum; senin ırmağında köpükten, tortudan arındım.

Bu eyvah demeler, bu acınmalar onu görmek, peşin ve elde olan kendi varlığından kesilmek hayaliyledir.

Tanrı’nın gayretiydi bu, Tanrı buyruğuna çare bulunmaz; bir gönül göster ki Tanrı buyruğundan yüzlerce parça olmamış olsun!

Kıskançlık da, gayret de, her şeyden gayrı olan; vasfı söze ve sese sığmayan Tanrı gayretidir. (Kendisinden başka her şeyi kıskanır.)

1710. Ah, keşke gözyaşım deniz olsaydı da o güzel dilberimin yoluna saçaydım!

Benim dudum, benim anlayışlı kuşum; düşüncelerimin, sırlarımın tercümanı!

Rızkını vereyim, vermeyeyim… benim enîsimdi. İlk söylenen sözlerden onu hatırlarım, benimle ezelî bir aşinâdır.

O öyle bir duduydu ki sesi, vahiyden gelirdi; varlığı, varlık meydana gelmeden önceydi.

O dudu, senin içinde gizlidir. Sen, bunun ve onun üzerinde, onun aksini görmüşsün.

1715. O kuş, senin neşeni alır, fakat yine sen ondan neşelenirsin. Onun yaptığı zulmü, adâlet gibi kabul edersin.

Ey ten uğruna canını yakıp duran! Canını yaktın, tenini aydınlattın.

Ben yandım, kavını tutuşturmak isteyen bana gelsin, benden tutuştursun da çerçöpü alevlesin, yaksın!

Kav, ateş alma kabiliyetindedir, şu hâlde ateşi cezbeden kavı al!

Vah vah vah; yazıklar olsun… Öyle bir ay bulut altına girdi!

1720. Nasıl bahsedeyim? Gönül ateşi şiddetle alevlendi; ayrılık arslanı çıldırdı, kan döker bir hâle geldi.

Ayıkken bile titiz ve sarhoş olan, kadehi ele alınca nasıl olur?

Anlatılamayacak derecede sarhoş olan bir arslan, çayırlığa gelince oraya yayılmış yeşilliklerden neşelenir, sarhoşluğu büsbütün fazlalaşır.

Yüce Pîr Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, bu beyitlerinde, dudu teşbîhi ile, insan-ı kâmile işâret etmektedir ki, ruhu şâd olsun, Ahmed Avni Konuk bununla ilgili şu yorumu yapar: “O, öyle bir insan-ı kâmildir ki, onun kelâmı ilâhî telkinlerdir; onun velâyetinin ibtidâsı, vücud-ı izâfî âleminin ibtidâsından evveldir. Yâni suretler âleminden üstün olan ayân-ı sâbite âlemindedir. İnsan-ı kâmilin ilâhi telkinlerine ‘vahiy’ tâbiri câizdir; zîrâ kâmil, ilm-i nebevînin vârisidir ve onların kalblerine nâzil olan ilâhi telkinler Kur’ân’dan gayri değildir; ve Kur’ân-ı Kerîm kıyâmete kadar kâmillerin kalblerine indirilmiştir. ‘O dudu, senin içinde gizlidir. Sen, bunun ve onun üzerinde, onun aksini görmüşsün.’ Yâni o insan-ı kâmilin tasarrufu senin kalbinde ve bâtınında gizlenmiştir. Sen, bunun ve onun, yâni kalbinin ve ruhunun üzerinde, onun aksini görmüşsün… İnsan-ı kâmil, senin kalbinde tasarruf edip, nefsindeki neşe ve sevinci ortadan kaldırır ve yerine yumuşaklık ve duygusallık getirir; sen ise bu hâlden sevinçli ve hoşnut olursun. Ve onun nefse zulümden ibâret olan fakr, sükûn ve riyâzet ile olan emrini adâlet gibi kabul edersin. Ey insan-ı kâmilin, nefse zulüm ile olan emrini kabul etmeyen sâlik! Tenine hoş gelen şeyleri verdin ve cismin hazzı için canını yaktın ve harâb ettin; canını yakıp eziyet çektin ve tenini kuvvetlendirip aydınlattın.”

Hazreti Pîr, bundan sonra buyuruyor ki: “Ben yandım, kavını tutuşturmak isteyen bana gelsin, benden tutuştursun da çerçöpü alevlesin, yaksın! Kav, ateş alma kabiliyetindedir, şu hâlde ateşi cezbeden kavı al!”

Nitekim, sahip olduğu ilmi şu üç söze bağlar Yüce Pîr Mevlâna:  “Hamdım, piştim, yandım…” 

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, Hazreti Pîr’in bu sözlerini şöyle açıklar: “Eğer pişmeseydi Mevlâna, Mevlâna olamazdı. Peki Mevlâna bu sözüyle ne demek istemişti? ‘Hamdım’ dedi, yâni zâhirî ilmi tahsil ettim; şeref sahibi, ilim sahibi, gurur sahibi oldum, fakat bana bir fayda vermedi, demek istedi. Sonra, ‘Piştim’ dedi, yâni Şems, bana hakîkatte kim olduğumu, yâni ‘O’ olduğumu söyledi, ama ben bu noktada kalsaydım, benlikte kalmış olurdum, demek istedi. En sonunda da, ‘Yandım’ dedi, bu sözüyle de; Şems’i tanıdım piştim, yâni onda kemâlâta erdim; şimdi Şems uçtu gitti, ben yandım, demek istedi.”

Nitekim, sonraki beyitlerde şöyle devam eder Yüce Pîr…

‘Vah vah vah; yazıklar olsun… Öyle bir ay bulut altına girdi! Nasıl bahsedeyim? Gönül ateşi şiddetle alevlendi; ayrılık arslanı çıldırdı, kan döker bir hâle geldi…”

Ve Hazreti Şems-i Tebrizî ortadan kaybolunca şu kasîdeyi söylemiştir… 

“Ey gönül yâri; yazıklar olsun! Birçok dertlerle, hasretlerle bizi bıraktın gittin! 

Biliyorum; bizden ayrılmayı istemedin! Sızlandın, şikâyetler ettin; ama, faydası olmadı! İnsaf etmeyen, aman vermeyen hükme, emre uydun, geçtin gittin! 

Her tarafa koştun; yanımızda kalmak için çareler aradın, bahaneler düşündün! Fakat, bir çare bulamadın, çaresiz bir hâlde gittin! 

Güllerle dolu olan kucağın, ay gibi nurlu yüzün ne oldu? Nasıl oldu da hor ve hakîr bir hâlde bir altına gittin? 

Dostların toplantılarından ayrıldın, seninle düşüp kalkanların arasından çıktın da, toprak altına, karıncalarla yılanlar arasına gittin! 

O nükteli sözler, o güzel konuşmalar ne oldu? O ilahî sırlara aşinâ olan akıl ne oldu? 

O elimizden tutan mübârek eller ne oldu? Meram bağlarına, o gül bahçelerine giden ayaklar ne oldu? 

Nazik idin, lâtif idin; insanların gönüllerini kazanmasını, insanları sevmesini bilirdin! Şimdi tuttun, insanları sevmeyen, insanları yiyen toprak içine gittin! 

Ne oldu? Nasıl bir fikre kapıldın da uzun, sapa, bozuk bir yola düştün gittin? 

Sen, ağlaya ağlaya o yola düşünce, gökyüzü gözyaşı döktü; ay da, yüzünü tırmaladı, yırttı! 

Gönlüm, kanlarla doldu; ne bileyim de, ne sorayım? Bâri, sen söyle; aceb; uyanık mı gittin? 

Mademki bizi bırakıp gittin, acaba, Hakk aşıklarının, ermişlerin sohbetini mi seçtin; yoksa, aşktan mahrum mu kaldın? 

İnkâr ederek mi gittin? Sana sordukları sorulara verdiğin o güzel, o tatlı cevapların ne oldu? Artık sustun, söylemekten vazgeçtin? 

Bu, ne biçim ateştir; bu, ne biçim hasrettir? Ansızın yola düşen misafir gibi hiç haber vermeden çıktın gittin! 

Nereye gittin ki, izin tozu bile belirmiyor? Bu sefer gittiğin yol, ne de kanlarla dolu yol ki, kin güderek çektin gittin.” (Dîvân-ı Kebîr, C. VI, 2648)

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXVI

Dudunun, duduların hareketlerini duyması ve kafeste ölümü, tâcirin ona ağlaması.

Dudu, o dudunun yaptığını işitince titredi, düştü, kaskatı oldu.

Sahibi, onun böyle düştüğünü görünce yerinden sıçradı, külâhını yere vurdu.

Onu, bu renkte, bu hâlde görerek yerinden fırlayıp yakasını yırttı.

1690. Dedi ki: “Ey güzel ve hoş nağmeli dudu! Sana ne oldu, niçin bu hâle geldin?

Vah yazık, benim güzel sesli kuşum! Vah yazık, benim gönüldeşim, sırdaşım!

Yazık, benim güzel nağmeli kuşum; ruhumun neşesi, bahçem, çiçeğim!

Süleyman’ın böyle bir kuşu olsaydı hiç başka kuşlarla uğraşır mıydı?

Vah yazık; ucuz bulduğum kuştan ne çabuk ayrıldım!

1695. Ey dil, sen bana çok ziyân veriyorsun! Söyleyen sen olduktan sonra ben sana ne diyeyim?

Ey dil, sen hem ateşsin, hem harman! Ne vakte kadar harmanı ateşe vereceksin?

Can, sen ne dersen onu yapmakla beraber gizlice yine senin elinden feryâd etmektedir.

Ey dil, sen hem bitmez tükenmez bir hazinesin; hem dermânı olmayan bir dertsin!

Hem kuşlara çalınan ıslık, yapılan hilesin; hem yalnızlık ve ayrılık zamanının enîsisin!

1700. Ey aman bilmez! Bana hiç aman vermiyorsun. Sen, yayını beni öldürmek için kurmuşsun!

İşte benim kuşumu uçurdun. Zulüm ve sitem otlağında az otla!

Ya bana cevap ver, yâhut insafa gel, yâhut da bana neşe ve sevinç sebeplerinden birini an!

Eyvah, benim karanlığı yakıp mahveden nurum; eyvah, benim gündüzü aydınlatan sabahım!

Vah benim güzel uçan; tâ sondan başlangıca kadar uçup gelen kuşum!

1705. Câhil insan ilelebet mihnete aşıktır. Kalk, ‘Fî kebed’e kadar ‘Lâ uksimu’yu oku!

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir beyitinde buyuruyor ki: “Benim pîrimdir ve müridimdir; benim derdimdir ve benim ilacımdır; bu söz açık söylenmiştir ki, benim Şems’im, benim Hüdâ’mdır.”

Nitekim, Ahmed Avni Konuk, bu beyitlerin tefsîrinde, Cenâb-ı Pîr’in dile getirdiği bu kıssadan maksadın, kendi zevk-i âlilerine ait esrâra işâret etmekte olduğunu dile getirir ve şöyle der: “Kıssanın zâhirine nazaran bu kederler tâcirin kaybettiği dudu hakkındadır; fakat hakîkatte Cenâb-ı Pîr’in bu kederleri, ilâhî maşuğu Şemseddin-i Tebrizî’nin ortadan kaybolması hakkında vâki olduğu hissedilir ki, bu, Mesnevî’nin ilk kıssası olan ‘Padişah ve câriye’de olduğu gibi belki Mesnevî’deki bütün kıssalar için de geçerlidir.”

Yüce Pîr Mevlâna, yine bir beyitinde buyurur: “Ben Hakk’ın irfân bağının bülbülüyüm; akıl nerede, ben nerede!”

Nitekim, 1695. beyitte de, “Ey dil, sen bana çok ziyân veriyorsun! Söyleyen sen olduktan sonra ben sana ne diyeyim?..” diye buyurmaktadır.

Ahmed Avni Konuk, bu beyit ve devamındaki beyitler hakkında şöyle yorum yapar: “Bu beyit dahî hâdiseye mutâbıktır; zîrâ Cenâb-ı Şems, Hazreti Pîr’le buluşmadan evvel, pek mestûr bir hâlde, yâni örtülü ve gizli iken; onun kemâlâtını, parlak sözleri ve şiirleriyle açığa çıkaran Hazreti Pîr olmuştur… Dilin ateşe teşbîhi tesîrinden dolayıdır ve harmana teşbîhi de, harmanın katıksız gıda olan buğdayı ihzâr etmesindendir. Yâni dilin hem faydası vardır ve hem de zararı vardır. Ey dil, bir taraftan Hazreti Şems’in kemâlâtını izhâr edersin; bu faydalı bir şey olduğundan sen harman gibisin; ve fakat bu söylemen Hazreti Şems’i perdelediğinden ve sen onun sohbetinden mahrûm kaldığın için harmana ateş vurmuş gibi olursun… Hazreti Pîr, ‘can’ tâbiriyle kendilerinin yüce ruhuna işâret buyururlar. Yâni ey dil, gizlide can senin elinden feryâd edip durur; vâkıa sen her ne söylersen can onu yapar. Herkesin lisânı canına tâbi olduğu hâlde, benim canım lisânıma tâbidir; zîrâ lisanım Hakk’ın lisânıdır. Binâenâleyh, lisânımdan ilâhî sevk ile zuhûr eden esrârı, canım kıskandığı için feryâd eder. Bu itibâr ile benim canım dilimin söylediğini yapar; zîrâ söylediğim canımın sırrıdır… Ey dilim, kuşların sadâsını çıkarıp, onları taklîd suretiyle hile yapan ve tuzağa düşüren sensin. Yâni insan-ı kâmil ruh kuşlarının mertebesine tenezzül edip, onların anlayacağı lisân üzere sözler söyler ve nihâyet onları nefs sahrâlarında perişan gezmekten men edip, riyâzat ve mücâhede tuzağına düşürür; ve ruhlar asıllarından ayrıldıklarından dolayı çırpınırken, insan-ı kâmil güzel ve lâtif sözlerle onların enîsi, yâni dostu olur.”

Fakat malesef, bu lâtif sözlerden anlamayan ‘câhil insan ilelebet mihnete aşıktır.’ O hâlde, ‘kalk, ‘Fî kebed’e kadar ‘Lâ uksimu’yu oku!..’

“Lâ uksimu biyevmi-l kıyâme – Andolsun kıyamet gününe.” (Kıyâme, 1)

“Lekad ḣalaknâ-l insâne fî kebed – Gerçekten de biz insanı sıkıntı içinde yarattık.” (Beled, 4)

Şiir:

“Şekerle dudaklarının arasında uzun bir yol var,

Ah güzellikte sonu olmayan Mevlâna’m,

Bir ömürdür güneşle ay döner durur,

Günlerdir, gecelerdir senin geceni arzular durur.

Ah güzellikte sonu olmayan Mevlâna’m,

Ah gönül, dayanmaya gücün yoksa git,

Ah güzellikte sonu olmayan Mevlâna’m,

Senin için aşk davasına girenler az değil ya…

Ah can! Korkmuyorsan sen gel,

Fakat korkuyorsan senin de işin değil bu, sen de git.

Ah güzellikte sonu olmayan Mevlâna’m,

Güzelim bedenin gönülden de güzel, candan da,

Ah güzellikte sonu olmayan Mevlâna’m!..”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXV

“Kim aşıkların gözlerinde gözbebeği olursa, o bakış onu alır, insanın özüne doğru çeker götürür.” Mevlâna

Şehir ve köye sahip olan, cisimlerin padişahıdır. Gönül sahibi ise gönüllerinizin sultanıdır.

1675. Hiç şüphe yok ki işler, görüşlerin feridir. Şu hâlde insan, ancak gözbebeğinden ibârettir.

Ben bunu, tamamiyle söyleyemiyorum, çünkü merkez sahipleri men ediyorlar.

Mâdemki halkın unutması ve hatırlaması onun elindedir, imdatlarına da o erişir.

O güzel huylarla huylanmış olan zât, her gece gönüllerden yüzbinlerce iyi ve kötü hatırayı giderir.

Gündüzün gönülleri, yine o hatıralarla doldurmakta; o sedefleri, incilerle dopdolu bir hâle getirmektedir.

1680. Evvelki düşüncelerin hepsi, Tanrı’nın hidâyetiyle sahiplerini tanırlar.

Uyanınca, sanat ve hünerin, sebepler kapısını açmak üzere yine sana gelir.

Kuyumcunun hüneri demirciye gitmez, bu güzel huylunun huyu, öteki kötüye mâl olmaz.

Hünerler ve huylar, kıyâmet günü, çeyiz gibi sahibine gelir.

Uykudan sonra da hünerler ve huylar, yine koşa koşa sahibine döner.

1685. Güzel olsun, çirkin olsun… bütün huylar ve hünerler, sabah çağında sahiplerine gelir.

Nitekim posta güvercinleri, gönderilen mektupları, yine uçtukları şehre getirirler.

Ahmed Avni Konuk, “Şehirlere ve köylere sahip olan padişahlar ve hükümdârlar, zâhirî suretlerin padişahlarıdır; onların tasarrufları kendilerinin hayatına bağlıdır. Öldükten sonra tasarruf nâmına hiçbir şeyleri kalmaz; fakat gönül sahibi olan Evliyâullah, mânâ âleminden olan sizin gönüllerinizin üzerinde mutasarrıf olan şahlardır; binâenâleyh onların tasarrufları gönülde olduğu için, zâhirî padişahların gönüllerinde de tasarruf ederler. Binâenâleyh tasarrufları hem surete ve hem de mânâ âlemine ait olur” diye buyurur.

‘Hiç şüphe yok ki işler, görüşlerin feridir. Şu hâlde insan, ancak gözbebeğinden ibârettir.’

Hazreti Şems-i Tebrizî, selâm olsun üzerine, “Hikmet ehli bilginlere göre küçük âlem, insanın yaratılışında gizlidir. Büyük âlem de, bu bizi çevreleyen âlemdir. Peygamberlere göre de, dıştaki bu âlem, küçük âlemdir. Büyük âlem, insanoğlunda gizlidir. Şu hâlde sen de bu âlemden, insanlık âleminden bir örneksin” der ve yine şöyle buyurur, “Hakk’ın çehresi, onu arayanlar için insanlık ışığıdır, işte bunlar gelirler, gelirler, yalnız kendilerini görürler, ne oluyor diye merak ederler. Kendilerine bakarlar, bir kul’dan bakarlar…” 

İki cihanın Kutbu olan insan-ı kâmil, insanların gözbebeğidir ve onu aramak, bulmak gerektir. Selâm üzerine olsun, Mevlâna’nın buyurduğu gibi, “O, arslandır, işi gücü avlanmaktır… O, akla benzer, halksa uzuvlarıdır. Kutub, kendi çevresinde döner dolaşır, göklerse onun çevresinde… İnsanların gözbebeği olan insanı ara, insanların gözbebeği olan insanı, insanların gözbebeğini!..”

“Allah’ın sevdiği kulunun gözü, Allah’ın gözü demektir. İşte aşıkları ağlatan, o gözün esas sahibidir” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, ve şöyle devam eder: “Bizler burada sizlerin hep gözlerinizi açmaya daha da uyanık olmanıza çalışıyoruz. Gözlerinizi açın ki daha iyi görün, kulaklarınızı açın ki daha güzel işitin. Çünkü biz Güneş’in evlâtlarıyız ve hepinizin birer Güneş olmanızı istiyoruz… Bakın bir damla nur var gözbebeğimizde, o siyah gözbebeği, ne kadar uzaklara ışık veriyor. Düşünmemiz lâzım, Yaratıcının her zerresi ışık, O’ndan hiçbir şey gizlenemiyor. İşte Hüdâvendigâr Mevlâna bir evlâdına buyuruyor: ‘Evlâdım, benim sözlerime kulak ver ve beni iyi dinle.’ ‘Buyrun Efendi Hazretleri…’ ‘Çalış her zerren göz olsun.’ ‘Neden?’ ‘O zaman senden hiçbir şey gizlenemez, her şeyi görürsün… Çalış her zerren kulak olsun.’ ‘Neden?’ ‘Çünkü o zaman her şeyi duyarsın, hiçbir sır senden gizli kalmaz…’ 

Allah’ı insan dışında aramayın. Allah, insan dışında değildir. Her zerreniz Allah’la diridir. Bizlerin tek arzusu evlâtlarımızı yücelerde görmektir, aşağılarda değil…

Çok çalışmamız, uykudan uyanmamız lazım. Gözler açık ama uyuyoruz. Hazreti Muhammed, Ehlibeyt, Hüdâvendigâr Mevlâna ve bütün Evliyâullah gözümüzü açmaya, bizleri uyandırmaya, aydınlığa sürüklemeye geldiler. Aklını kullanmadan, kör gibi yaşamak bizim suçumuz.”

Ne güzel buyurur Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm üzerine olsun… “Gafiller arasında Allah’ı bilerek zikreden, kuru ağaçlar arasında bulunan yeşil fidana, ölüler arasında canlı olana ve harpte kaçanlar arasında, arslan gibi savaşana benzer.”

‘Nitekim posta güvercinleri, gönderilen mektupları, yine uçtukları şehre getirirler.’

Kasîde:

“Biz yola düştük gittik ama, senin güzelliğinin paha biçilmez hatırasını da yanımıza aldık, götürdük. Seninle buluşmanın, sana kavuşmanın tatlı zevkini, yol azığı olarak bağrımıza bastık, yola onlarla düştük. 

Sana da bana da bir buluşma hatırası olsun diye, ayrılıktan ötürü kan ağlayan yaralı gönlü senin evinde bıraktık. Ve senin güzel hayalini yol arkadaşı olarak yanımıza aldık, yola öyle düştük. 

Yol arkadaşı olarak yanımıza aldığımız hayaline yalnız biz değil, ay bile kuldur, köledir. Yeni doğmuş aya benzeyen eğri kaşlarının hayali de bizimle beraberdi. Güneşin bile kul olduğu o tatlı gülüşünün hayalini de tatlı, uysal ve güzel olan bütün huylarının şekerliğinden aldık götürdük. 

Biz neşe ile, sevinç ile güvercin gibi uçar gidersek, güvercinin yuvasına geri dönüp geldiği gibi, biz de döner yine sana geliriz. Çünkü, biz o kanatları, senin kanatlarından elde ettik. 

Fer’ler, cüz’ler nereden uçarsa uçsun, yine döner aslına gelirler. Bizse varımız, yoğumuz nemiz varsa hepsini senin büyüklüğünden, lütfundan, ihsânından elde etmiştik. 

Ey Tebrizli Şems! Selâmımızı seher rüzgârından duy! İster seher rüzgârı olsun, ister güney rüzgârı olsun, onların hepsini de biz senin rüzgârından elde ettik.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXIV

“Gayb âleminden bir lâl, bu dünya mağarasına düştü! O, benim madenimin yüceliğini gördü de, şaşırıp kaldı! Dün gece can, o ay yüzlüye diyordu ki: Gönlümü incittin, yaraladın! Ey merhametsiz sevgilim; acımadan attığın kanlara bulanmış şu oka bak!..” Mevlâna

Yapılan işin gayb âleminde eserleri doğar, o meydana gelen eserler, halkın hükmüne tâbî değildir.

Onların bize nispeti varsa da hepsi, ancak tek Tanrı tarafından yaratılmıştır.

Meselâ Amr’a Zeyd bir ok atar; o ok, Amr’ı kaplan gibi yaralar.

1660. Yara, bir yıl kadar Amr’ın vücudunda ağrılar, sızılar meydana getirir. O dertleri, Hakk yaratmıştır, insan değil.

Oka hedef olan Amr, o anda korkudan ölürse, yâhut ölümüne kadar bedeninde yaralar, bereler vücuda gelir de,

O ağrılardan, o illetlerden ölürse Zeyd’e; ilk sebepten, ok attığından dolayı katil de!

Hepsi, Tanrı’nın icâdıysa da o ağrıları Zeyd’e nispet et! 

Ekin ekmek, nefes almak, tuzak kurmak, çiftleşmek de böyledir. Onların sesleri; hep Hakk’a mutîdir.

1665. Velîlerde Tanrı’dan öyle bir kudret vardır ki atılmış oku, yoldan geri çevirirler.

Tanrı velîsi, pişman olursa sebeplere eserlerin kapılarını kapar. Fakat bunu, Tanrı eliyle yapar.

Tanrı kudretiyle; söylenmiş sözü, söylenmemiş bir hâle getirir. Bir hâlde ki ne şiş yanar, ne kebap!

Bütün kalblerdeki nükteleri işitir, gönüllerden o sözü yok eder.

Ey ulu kişi! Sana delil ve hüccet gerekse “Min âyetin ev nünsiha” âyetini oku!

1670. “Ensevküm zikri” âyetini de oku da velîlerin kalblere nisyân koymaları kudretini anla!

Velîler, hatırlatma ve unutturmaya kâdirdirler; şu hâlde herkesin gönlüne hâkimdirler.

Velî, unutturma kudretiyle bir kişinin istidlâl yolunu bağladı mı, o adamın hüneri bile olsa bir iş yapamaz.

Siz, yüce kişileri alaya aldınız, bundan bir şey çıkmaz sandınız, ama Kur’ân’da “Ensevküm” âyetini bir okuyun!

Ahmed Avni Konuk, bu beyitlerin tefsîrinde buyuruyor ki: “Herkes cennetini ve cehennemini âlem-i dünyada kendisi hazırlar. Nitekim, hadîs-i şerîfte, ‘İnsanlar amelleriyle mücâzât olunurlar; eğer hayır ise, hayırdır, ve şer ise, şerdir.” Ve kezâ âyet-i kerîmede, ‘Kim ki zerre ağırlığınca hayır işlerse onu görür; ve kim ki zerre ağırlığınca şer işlerse, onu görür’ (Zilzâl, 7-8) buyrulur. İşte muhakkiklerin cennet de burada, cehennem de burada dediklerinin vechi budur. İmdi, söz ve fiil bizden sâdır olmakla beraber, bizim eserimiz değildir; belki bu suretlerin gayb âleminde meydana gelmesi de Hakk’ın yaratmasıyladır; zîrâ vücutta Hakk’dan başka mutasarrıf yoktur. Misâl olarak, suların bir tarafa akmasında su yolunun katkısı olmasıyla beraber, suların varolmasında asla etkisi yoktur.”

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, Fihî Mâ-Fîh’de, “Kâfir de Tanrı’nın noksan sıfatlardan ârî olduğunu söyler, onu teşbih eder, inanan da” diye buyurur, “Çünkü Ulu Tanrı haber vermiştir; kim doğru yolu tutar, doğruluğa çalışır, şerîate, peygamberlerin, erenlerin yollarına uyarsa onda bunca hoşluklar, aydınlıklar, dirilikler belirir; bunun tersine hareket edenin gönlünde de böylece karanlıklar, korkular, kuyular, belâlar baş gösterir demiştir. Mâdem ki her ikisi de bu yolları tutmuşlar, Ulu Tanrı’nın vâdettiği şeyler, artıksız eksiksiz doğru olacak, çıkacaktır. Şu hâlde ikisi de Tanrı’yı teşbih ediyor; o bir dille, bu bir dille; fakat bu teşbih edenle, teşbih eden arasında fark var. Meselâ, bir hırsız hırsızlık eder; onu tutarlar, darağacına asarlar; o da Müslümanlara öğüt vermede, hırsızlık edenin hâli budur demededir. Birisine de padişah, emînliği, doğruluğu yüzünden elbise verir; o da öğüt vermededir Müslümanlara; fakat hırsız o dille öğüt verir, emîn kişi bu dille. Sen, iki öğütçünün arasındaki farkı seyret.”

‘Ekin ekmek, nefes almak, tuzak kurmak, çiftleşmek de böyledir. Onların sesleri; hep Hakk’a mutîdir.’

“Bir mürşid-i kâmil, hitâbî konuşur. Onun aklı Hazreti Muhammed’in aklıyla kemâl bulmuş, bütün vücudunu O sarmıştır ve içinden ne doğarsa, yolcusuna onu sunar. Yolcusunun cemâline bakar, gönlünü okur ve ona göre konuşur” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder:

“Kâmil mürşid, hidâyet ışığını çevresine yayarak, insanların içindeki gam ve sıkıntı karanlıklarını giderir, aydınlığa kavuşturur. Mürşid-i kâmil, her devirde bir tanedir ve hakîkaten Allah’ın bütün kuvvet ve kudretlerine sahiptir. O, bir güneşe benzer. Ona sevgiyle temas eden herkese lütufta bulunur, onda kahır nâmına bir şey yoktur. Lütfuyla ahlâkımızda bize yaramayacak ne kadar kirler varsa onları yavaş yavaş temizler. Biz ondan mesafe bakımından ne kadar uzak olsak da, o daima bizimle beraberdir. Onun için zaman mekân diye bir şey yoktur. Zaman, tabîatın icâbı ve tabîata mahkum beşerî bir icâttır. Güneşte oturabilen bir insan için gece, gündüz, ay, sene denilen şeyler, yâni zaman olur mu? Kâmil mürşid için de, ne zaman vardır ne mekân. Biz ondan binlerce kilometre uzaklarda olsak bile, herhangi bir maddî, mânevî tehlike anında ondan yardım istersek, bizi mutlak ve mutlak kurtarır. Yeter ki ondan akıl uzaklığıyla ayrı olmayalım. Çünkü akıl uzaklığı, mekân uzaklığıyla mukayese edilemeyecek kadar müthiş bir mesafedir ve mürşid-i kâmil sadece oraya gidemez. İnsanlar birbirlerine benzemedikleri gibi, akıllarda birbirlerine benzemez. Elbiselerde ne kadar çok renkler vardır. Birbirinin aynı olan iki elbisenin kumaşları, aynı boya kazanından çıksa bile, güneşte kuruyanla gölgede kuruyan arasında fark vardır.”

‘Ey ulu kişi! Sana delil ve hüccet gerekse ‘Min âyetin ev nünsiha’ âyetini oku! ‘Ensevküm zikri’ âyetini de oku da velîlerin kalblere nisyân koymaları kudretini anla! Velîler, hatırlatma ve unutturmaya kâdirdirler; şu hâlde herkesin gönlüne hâkimdirler. Velî, unutturma kudretiyle bir kişinin istidlâl yolunu bağladı mı, o adamın hüneri bile olsa bir iş yapamaz. Siz, yüce kişileri alaya aldınız, bundan bir şey çıkmaz sandınız, ama Kur’ân’da ‘Ensevküm’ âyetini bir okuyun!”

“Biz bir âyetten her neyi nesheder veya unutturursak, ondan daha hayırlısını yâhut mislini getiririz. Bilmez misin ki, Allah her şeye kâdirdir.” (Bakara, 106)

“Siz onları alaya aldınız. Öyle ki, zikrimi size unutturdular. Siz onlara hep gülüyordunuz.” (Müminûn, 110)

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXIII

Tâcirin, Hindistan dudularından gördüğünü duduya söylemesi.

1645. Tâcir alışverişi bitirip muradına nâil olarak evine geldi.

Her köleye armağan getirdi, her halayığa ihsânda bulundu.

Dudu, “Bu kulun armağanı hani? Ne gördün ve ne dedinse söyle” dedi.

Tâcir, “Söylemem. Zaten elimi çiğneyip parmaklarımı ısırarak,

Cahilliğimden, akılsızlığımdan böyle saçma haberi niye götürdüm diye hâlâ pişman olup durmaktayım” dedi.

1650. Dudu, “Efendim, pişmanlık neden, bu hiddete, bu gama ne sebep oldu?” dedi.

Tâcir dedi ki: “Şikâyetlerini sana benzeyen dudulara söyledim.

İçlerinden biri senin derdini anlayınca ödü patladı, titreyip öldü.

Ben ‘Ne yaptım da bu sözü söyledim’ diye pişman oldum ama bir kere söylemiş bulundum. Pişmanlık ne fayda verir?”

Ağızdan bir kere çıkan söz, bil ki yaydan fırlayan ok gibidir.

1655. Oğul, o ok, gittiği yerden geri dönmez, seli baştan bağlamak gerek.

Sel önce bir kere coşup da etrafı kapladıktan sonra dünyayı harâb etse şaşılmaz.

Hazreti Ali, selâm olsun üzerine, “Dilinizi iyi kullanınız; o sizi saadete götürdüğü gibi, felâkete de götürebilir” diye buyurur.

Yüce Pîr Hüdâvendigâr Mevlana da, selâm olsun üzerine, “Kalbi ile sözü bir olmayan kimsenin yüz dili bile olsa, o yine dilsiz sayılır” der.

‘Ağızdan bir kere çıkan söz, bil ki yaydan fırlayan ok gibidir.’

“Gerçek olan odur ki, insanın sadece sözleriyle değil davranışlarıyla da topluma örnek olup başkalarının düzelmesine vesîle olması ve böylece birçok kişinin gerçeği onun sözlerinde ve davranışlarında görmesidir” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder, “İnsanın, düşüncede, niyette, sözde ve davranışta önce Allah’ın varlığına ve birliğine iman etmesi şarttır. Öyle ki, kâinatta görünen ve görünmeyen her şey Allah’ın varlığından oluşmaktadır O’nun varlığının bir parçasıdır. İşte bunun için insanın şartsız olarak, düşüncede, niyette, sözde ve davranışlarında Allah’ı sevmesi ve Allah’ın varlığı olan kâinattaki her şeyi, topraktan ağaca kadar bütün bitkileri, ufacık bir kelebekten gökte uçan kuşa kadar bütün hayvanları, iyisiyle kötüsüyle, güzeliyle çirkiniyle bütün insanları sevmesi ve sevgiden söz etmesi gerekir. 

Bizlere en büyük örnek en başta Hazreti Muhammed Efendimiz ve İmam Ali Efendimiz, Ehlibeyt Efendilerimiz, Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna ve bütün Evliyâullah’tır. 

İnsan düşünceden ibarettir, düşünmeden dil dökmeye başladı mı çok büyük kayıplara gider. Düşünerek konuşmaya başlayan kişi; dokuz sefer yutkunacak, söyledikleri başta kendine hitâb edecek, hoşuna giderse sonra bunu karşı tarafa ikrâm edecek. İşte o zaman güzel bir dil sarfetmiş sayılır. 

Kim susar da yanındakinin ayıbını saklarsa Allah da onun ayıbını saklar. Acı sözler sarf etmenin kimseye faydası olmaz. Kaldı ki faydalı ve az söylemek hikmete, mânâsız ve çok söz söylemek cehâlete işarettir.

Dil tatlı olacak ama, göz de güzele bakacak ki dil tatlı olsun. Bahçede ne kadar çiçek olursa olsun sen gözünü gülden ayırma.”

Kasîde:

“Ey aşıklar, boş durmayın, şu beden yükünü üstünüzden atmaya çalışın! Çünkü, beden ile can kalmayınca, gönlünüz şu ağır beden yükünden kurtulur da gökyüzüne uçar gider. 

Gönlünüzü, canınızı hikmet suyuyla yıkayın, gönül tozları gitsin de, gözleriniz hasretle şu kirli yeryüzüne takılıp kalmasın, göklere çevrilsin. 

Dünyada bulunan her şeyin canı aşk değil midir? Aşktan başka ne varsa hepsi de fânî, hepsi de ölür gider. Dünyada ebedî olarak kalan ancak aşktır! 

Ey insanoğlu, senin yokluğun doğuya, ecelin de batıya benzer. Bu doğu ile batı, başka bir gökte bulunmaktadır. Çünkü senin şimdi gördüğün gökyüzü de fânîdir. O da gelip geçicidir. 

Göklerin yolu, senin içindedir. Aşk kanadını çırp da uçmaya bak! Aşk kanadı kuvvetlenince artık merdiven kaygısı, merdiven gamı kalmaz. 

Dünyayı dışından görme, çünkü senin gözünün içinde bir başka dünya var. Bundan senin haberin yok. Sen bu görünen dünyaya gözünü kapa da, gözünün içindeki dünyayı görmeye çalış! Şunu iyi bil ki, sen iki gözünü de kapayınca, bu gördüğün dünyadan hiçbir şey kalmayacaktır. 

Senin gönlün bir dam gibidir. Hislerin, duyguların, gönül damının oluklarına benzer. Oluklar kalmayınca, sen damdan su içmeye bak. 

Sen bu gazelin tamamını, geri kalanını gönlümden, gönül defterimden oku! Sen benim dilime bakma, çünkü zamanı gelince dil de kalmaz, dudak da kalmaz! 

İnsanın bedeni yaydır. Sözü, nefesi de beden yayının oklarıdır. Ok ile okluk gidince yay bir iş yapamaz.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXII

“Rabbinin katından açık bir belgesi olan kimse, kötü işleri kendisine güzel gösterilen ve nefslerinin arzularına uyan kimseler gibi midir?” (Muhammed, 14)

1635. Bu karın dağarcığından ekmeği boşaltırsan ululuk incileriyle doldurursun.

Önce can çocuğunu şeytan sütünden kes de sonra onu meleklere ortak yap.

Sen karanlık, mükedder ve bulanık oldukça bil ki melûn şeytanla süt kardeşisin!

Nur ve kemâli artıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır.

Çırağımıza katılınca söndüren yağa yağ deme, çırağı söndüren yağa su de!

1640. İlim ve hikmet helâl lokmadan doğar; aşk ve rikkât helâl lokmadan meydana gelir.

Bir lokmadan hasede uğrar, tuzağa düşersen; bir lokmadan bilgisizlik ve gaflet meydana gelirse, sen o lokmayı haram bil!

Hiç buğday ektin de arpa verdiğini gördün mü? Hiç attan eşek sıpası doğduğunu gördün mü?

Lokma tohumdur, mahsûlü fikirlerdir; lokma denizdir, incileri fikirlerdir.

Hizmete meyletmek ve o cihana gitmek azmi, ağza alınan lokmanın helâl olmasından doğar.

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Haram da helâl de açık ve aşikârdır. Sen şüphe ettiğin şeyi, şüphe etmediklerine terk et” diye buyurur.

Ahmet Avni Konuk, Hazreti Mevlâna’nın bu beyitlerini şöyle yorumlar: “Eğer sen suret âleminin hayaliyle doldurmuş olduğun kalbini boşaltırsan, ilâhi mârifetle doldurursun ve senin suretî âlemden en ziyâde muhabbeti ile meşgul olduğun şey, kendi benliğin ve varlığındır. Yâni henüz çocuk gibi olan canını şeytanî vehmin emzirmesinden men et; ondan sonra nefsânî sıfatın saf olsun. Ondan sonra da melek cinsinden olup, vücudun Hakk’ın nuru ile lâtif olsun. Sen cehâlet zulmeti içinde kaldıkça ve suret âlemine bağlı kalıp, onların gamıyla sıkıntıda oldukça, melûn nefsinle süt kardeşisin… ‘Kürre’ at ve eşek yavrusuna derler. Yâni her şeyden kendi cinsi çıkar. Binâenâleyh helâl olan lokma lâtiftir. Semeresi olan sözler ve fiiller de, kendi cinsinden lâtif olur. Haram lokma habîstir; dolayısıyla onun semeresi olan sözler ve fiiller de habîs olur. Emr-i ilâhîye meyil, âlem-i ruhanîyete intikâl azmi hep helâl lokmadan olur.”

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, Fîhi Mâ-Fîh’de şöyle bir hikâye anlatır: “Dervişin birinin bir yamağı vardı. Onun için bir şeyler derer devşirirdi. Günün birinde derip devşirdiği şeylerle dervişe yemek getirdi. Derviş yedi, yattı. Geceleyin düşü azdı. Bu yemeği kimden aldın, getirdin diye sordu. Yamak, güzel bir kız verdi bana dedi. Derviş, vallahi dedi yirmi yıldır, düşüm azmamıştı. Bu, onun verdiği yemekten oldu… Dervişin çekinmesi, herkesin lokmasını yememesi gerektir. Çünkü derviş lâtiftir, her şey tesir eder ona, her şey görünür, belirir onda. Hani temiz, ak bir elbisede azıcık bir karalık olsa hemen görünür ya… Onun gibi. Amma bunca yıldır, pislikten kararmış, aklığı karalığa dönmüş kapkara bir elbiseye binlerce çeşit yağ damlasa, bu elbisede binlerce çeşit kir pas bulunsa, halka da görünmez, o elbiseyi giyene de. Mâdemki iş böyle, dervişin de zâlimlerin, haram yiyenlerin, bedenine tapanların lokmalarını yememesi gerek. Çünkü, o kızın lokmasından dervişin nasıl düşü azdıysa bu çeşit adamların lokması da dervişe tesir eder, o yabancı lokmadan kötü, bozuk düzen düşüncelere dalar.”

‘Bir lokmadan hasede uğrar, tuzağa düşersen; bir lokmadan bilgisizlik ve gaflet meydana gelirse, sen o lokmayı haram bil!.. Lokma tohumdur, mahsûlü fikirlerdir; lokma denizdir, incileri fikirlerdir. Hizmete meyletmek ve o cihana gitmek azmi, ağza alınan lokmanın helâl olmasından doğar.’

“Hazreti Muhammed, Ehlibeyt ve Hazreti Mevlâna da bizler gibi beşerdiler. Onlar da bizler gibi yediler, içtiler, evlilik yaptılar. Yalnız onlar dürüstlüğü elden bırakmayıp, dünya varlıklarına tamah etmediler, yalandan, hırstan kaçınarak, helâl işlerin peşine koştular. Hayatlarını hep Allah’la huzur içinde geçirdiler” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder: “Ancak nefsini tamamiyle temizleyen bir insan, ‘Her şey Allah’tan’ diyebilir. Böyle olan insanlar, irâdelerini Allah’a teslim etmişlerdir. İrâdesini Allah’a teslim eden bir kimsenin yapacağı bütün işler Allah irâdesi ile olur. Ancak böyle kimseler için haram, helâl kalmaz. Yâni, onlar, tabîatları gereği haram olan fiilleri zaten yapmazlar.”

Şiir:

“Ey gönül, Allah’tır seni yaratan, 

Çağırıp sesini duyurmaya bak. 

Bu nasıl perdedir kalkmaz aradan, 

Uğraşıp ey dost, perdeyi kaldırmaya bak. 

Bu dünyayı dörde bölüp hesap et, 

Sıratı, sıfatı inceleyip seyret, 

Bütün kötülükleri önünden defet, 

Mânâ dolu sözlerini duyurmaya bak. 

Niceleri geldi geçti bu handan, 

Doymuyor bu nefs hiç dünyadan, 

Ne olur dostum şu canı bir bağışlasan, 

Canını Canana bağışlamaya bak. 

Kurduğu nizâma karışmam artık, 

Bazı zaman oldu bu candan bıktık,

Belki bilmeyerek yolundan çıktık, 

Ey dost, irşâd olmak için bir mürşid-i kâmile bak…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXI

“Bir su damlasının kalbini yararsan, orada bir deniz bulursun!” Şebüsterî

Tanrı, yarattığını eşsiz, örneksiz olarak yaratır; üstâda tâbi değildir. Herkes ona dayanır; onun dayanacağı bir varlık yoktur.

Ondan başka bütün mahlûkat; hem sanatında, hem sözünde üstâda tâbidir, örneğe muhtaçtır.

Bu söze yabancı değilsen bir hırkaya bürün, bir virâneye çekil ve gözyaşı dök!

Çünkü Âdem, Tanrı itâbından ağlamakla kurtuldu; tövbekârın nefesi ıslak gözyaşlarıdır.

1630. Âdem, yeryüzüne ağlamak için, daima feryâd etmek, inlemek ve mahzûn olmak için gelmiştir.

Âdem, firdevsten, yedi kat göklerin üstünden ayakları dolaşarak en âdî yere, tâ kapı dibine, özür dilemek için gitti.

Eğer sen de Âdemoğluysan onun gibi özür dile, onun yolunda yürü!

Gönül ateşiyle gözyaşından çerez düz. Bağ da, bahçe de, bulutla güneş yüzünden yetişmiş, yeşermiştir.

Sen gözyaşının kadrini ne bilirsin? Görmedikler gibi ekmek aşığısın!

Allah’ın isimlerinden biri de ‘Mübdî’dir, yâni bütün varlıkları, bir eşi benzeri olmadan yoktan var eden, varlığı başlatandır. ‘Üstâda tâbi değildir. Herkes ona dayanır; onun dayanacağı bir varlık yoktur.’

Ahmed Avni Konuk, tefsîrinde şöyle der: “Ey sâlik, sen kemâle ermek istersen, evvelâ nefsinin sıfatından kibrini ve kendini beğenmeyi kırmak için bir virâneye çekil, hırkaya bürün ve gözyaşı dökerek Hakk’a niyâz eyle ki, buna karşılık olarak Hakk’ın rahmeti tecellî etsin; zîrâ Hakk kalbi kırıkları sever.”

Hazreti Şems, selâm olsun üzerine, Makalat adlı eserde, “Muhammed ümmeti kırık gönüllü olmalıdır. Daha önce gelip geçen ümmetlerin tenleri kırıktı, sonra gönül kırıklığına ulaştılar” diye buyurur ve şöyle devam eder: “Ene’l Hakk, diyen Hallac, doğru dürüst kendini kurtaramadı. O, Muhammedî idi, gönlü kırık bir Müslümandı. Amma, Rabbim en büyüktür, demekle yetinmedi. Şimdi Ayaz’ın çarığından çarık kalmadı. Onun yapıldığı deriden deri de kalmadı. Onun niyâzı hep nâz oldu. Çünkü sevgilinin kokusunu aldı. Sevgili ise hem nâzenindir, hem nâzdır. O bir deri bir kabuktur, ama nitelikleri vardır… Zaman olur ki, bu yoldan akan su öteki yolu boşaltır, kendi yoluna geçer; gâh o yoldan gelen su, bu tarafa akar. işte bu yollardan ve çeşitli arklardan geçip de suyun kaynağına gidenler ondan içerler, içine dalarlar, ıslanırlar. Onlar artık o dallardan ve onların kökünden, kaynağından kurtulmuş olurlar. Ağacın dalına binenler, dalı kırar aşağı düşerler, ağacın gövdesini yakalayanlar ise bütün dalları elde etmiş olurlar. Sevgilinin yurdunda, keyifleri yerindedir. Yerler, içerler, akıldan geçerler; ama sevgilinin evine yol bulamazlar, sevgiliye de kavuşamazlar. Yüksek akıllı ve düşünceliler nasıl olur da istemezler mi ki, herkeste de bu akıl bulunsun? Biri filozoftur, ben akla uygun söylüyorum, der. Onun bu ilâhî akıldan haberi yoktur.”

‘Eğer sen de Âdemoğluysan onun gibi özür dile, onun yolunda yürü! Gönül ateşiyle gözyaşından çerez düz. Bağ da, bahçe de, bulutla güneş yüzünden yetişmiş, yeşermiştir.’

Kasîde:

“Ey aşık! Hadi, gökler gibi dön; susmuş fakat bütün söz kesilmiş olarak… 

Ey sâki! Gözyaşlarıma, bahar bulutu gibi gül dök, şarap getir. Tövbemiz henüz dürüst değildir, benim kırık gönlümden elini çek. 

Ey sâki! Kadehi durmadan sun ki, canımı önüne saçayım; aşkta bir kadehi içip boşaltıncaya kadar kanlı gözyaşlarıyla kucağımı doldurayım; aşk yolunda her gün gök gibi yeni işe başlayalım… Ooh… Bu ne güzel başlangıç, bu ne güzel iştir… 

Şarabın tortusu ve gönül derdi benimle arkadaş, şarabın tortusu ve gönül derdi bu ikisi de yârin gamıyla arkadaştırlar… 

Bu külhânda başım önümde, tövbe ve istiğfardan vazgeçmişim; kilisenin kuytu bir yerinde, aşıklar dersini veriyorum. Minberin ayağını direğin başına astım. Ben fânîyim, bütün hiçim ama bâkîyim. Duvar suretindeyim ama sırf ruhum. 

Ey sâki! Gönlümden bir ah çeksem bu ahımın sesi, sende de yankılanır. Bizim şarabımızı sen başka bir kadehten ver. Zîrâ biz ne mestiz, ne ayık…

Aşıkların bulunduğu yerin ucubucağı, dibi yoktur. O, kâbenin de meyhânenin de üstündedir. Aşıklar eğer dostsuz bir nefes alsalar, hırkaları da tesbihleri de zünnâr olur. 

Biz hepimiz bu yolun susamışlarıyız; aynı zamanda da kalender gibi candan doymuşuz. Aşkın mestiyiz; uzun bir yola, çetin bir geçide yüz çevirmişiz; sofrada azık kalmamış, binek atı tâkatten düşmüş, sahra karanlık, yürünecek yol uzun, öyle sonsuz bir yol ki, her saat onun binlerce ve yüzbinlerce fedaisi var…”