MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXXX

Ava giden arslan, kurt ve tilki hikâyesi. 

Bir arslan, bir kurt, bir tilki avlanmak için dağlara düşmüşler.

Birbirlerine yardım ederek av hayvanlarını adamakıllı yakalamayı, onların yolunu kesmeyi kurmuşlardı. 

Üçü de beraberce o geniş ovada birçok av elde etmek niyetindeydiler.

3010. Arslan, onlarla beraber avlanmaktan utanmaktaysa da yine onları ağırladı, onlara yoldaş oldu.

Böyle bir padişâha mâiyetindeki asker, ancak zahmettir. Fakat o “Topluluk rahmettir” deyip onlara uydu.

Böyle bir ay, yıldızlarla beraber gezmekten utanır. O, yıldızların içinde ancak onları parlatmak, onlara ihsân etmek için bulunur.

Reyine, tedbîrine benzer isabetli bir rey, yerinde bir tedbîr bulunmamakla beraber yine Peygamber’e “Şâvirhum” emri geldi. 

Terâzide arpa, altınla arkadaş olmuştur. Fakat bununla arpanın da altın gibi kıymetlenmesi icâb etmez. 

3015. Rûh, şimdilik kalıba yoldaş olmuştur (kalıp, rûhu korumaktadır). Nitekim köpek de bir zaman için kapıyı korur.

Bunlar; kudretli, şevketli arslanın mâiyetinde dağa doğru gittikleri zaman,

İşleri rast geldi, bir dağ öküzü, bir dağ keçisi, bir de semiz tavşan avladılar.

Savaşçı arslanın mâiyetinde giden kişinin kebabı, gece olsun, eksik olmaz.

Ölmüş yaralanmış, kan içinde bulunan avlarını dağdan çeke çeke ormana getirince, 

3020. Kurt ve tilki padişâhlara lâyık bir adâletle av hayvanlarının paylaşılmasına tamâhlandılar.

İkisinin de tamâhı, arslana aksetti, o tamâhın sebebini anladı. Sırların arslanı ve beyi olan, kalpten geçenleri bilir.

Kendine gel, ey düşüncelere dalmayı huy edinen gönül! Onun huzûrunda kötü düşüncelerden sakın! 

O bilir, o anlar, eşeği sükût içinde sürer. Sırrını bildiğini anlatmamak, ayıbını yüzüne vurmamak için de yüzüne güler.

Arslan, onların vesveselerini anladıysa da açmadı, bir şey söylemedi, onları korudu.

3025. Fakat kendi kendine “Yoksul hasîsler sizi! Ben, sizin cezanızı veririm, size gösteririm ben!

Size benim hükmüm kâfi gelmedi mi? Benim ihsânım husûsunda zannınız bu mu? 

Sizin akıllarınız, reyleriniz de benden; benim dünyamı aydınlatan ihsânlarımdandır. 

Resim ressamı nasıl ayıplayabilir? Resme o ayıbı, o kötü görünüşü veren ressamdır. 

Benim hakkımda böyle hasisçe bir zanna mı düşeceksiniz? Zamanın ayıbı, ârı asıl sizsiniz.

3030. Tanrı hakkında kötü zanda bulunanlar, sizin kellenizi uçurmazsam bu işim, hatanın ta kendisidir. 

Dünyayı sizin ayıbınızdan kurtarayım da bu hikâye, dünya durdukça söylenip dursun” dedi.

Arslan bu düşünceyle açıkça gülüyordu. Arslanın gülümsemelerine emîn olma. 

Dünya malı, Tanrı’nın gülümsemeleridir. Bizi bu sûret sarhoş, mağrûr ve perişan etmiştir.

Ey kadri yüce kişi! Sana yoksulluk ve hastalık iyidir. Çünkü o gülümseme nihâyet tuzağını kurar, seni düşürür! 

Bu hikâyede arslandan maksat, Hakk’ta fâni ve Hakk ile bâki olan mürşid-i kâmildir. Kurttan maksat, benliğini terk edemeyen, kendi ilmine ve kuvvetine mağrûr olan sâlik; tilkiden maksat, mürşid-i kâmilin hakîkatini idrâk etmiş olup, kendi irâdesini ona teslîm eden sâlik; ava çıkmaktan maksat, mürşid-i kâmilin  seyr-i sülûkları esnasında müridlerinin istidâdlarını sınaması; ve avdan maksat ise Hakk’ın tecellîsidir. 

Hikâyenin başlangıcında, mürşid-i kâmil, kendisi seyr-i fillâh içinde bulunduğundan, yani Allah’ın isim ve sıfatlarında fânî olmuş olduğundan, her ne kadar, müridleriyle birlikte yolculuk etmesine lüzûm olmasa da ve, Hazreti Pîr’imizin yukarıdaki beyitlerde buyurduğu üzere, böyle bir padişâha mâiyetindeki asker, ancak zahmet verecek olsa da, “Topluluk rahmettir” diyerek onlara uyar.

Mürşid-i kâmil, bütün isimlerin mânâlarını içinde toplayan “Allah” ismine mazhâr olması sebebiyle, ay gibidir ve ancak yıldız mesâbesinde bulunan müridlerden ona âr vardır. Fakat onların arasında bulunması, “Allah’ın sizi vâris kıldığı şeylerden (mal, akıl, istidâd gibi) infâk edin” (Hadîd, 7) emri gereğince ve baştan başa cömertlik ve lütuf olması sebebiyle, onlara infâk içindir, yani onları mânen besleyip geliştirmek içindir.

Nitekim, Hazreti Pîr Mevlâna’nın işâret ettiği üzere; reyine, tedbîrine benzer isabetli bir rey, yerinde bir tedbîr bulunmamakla beraber yine Peygamber’e “Şâvirhum” emri geldi. 

Yani, insan-ı kâmil olan Hazreti Peygamber’in yüce görüşlerinden ziyâde bir başka görüş dahî bulunmadığı hâlde, Cenâb-ı Hakk, Âl-i İmran sûresi, 159. âyeti ile kendisine, “Onlar ile müşâvere et, onların görüşlerini al” emrinde bulundu.

Terâzide, arpa ile altın birbirine yoldaş olduysa da, bundan dolayı, arpanın da altın gibi kıymetlenmesi icâb etmez. Arpa arpadır, altın ise altın.

Nitekim hikâye, kurt ve tilkinin, kudretli ve şevketli arslanın mâiyetinde dağa doğru gitmeleriyle devam eder.

Burada dağdan maksat, kalbdir. Yani, sâlikler, Allah isminin mazhârı olan mürşid-i kâmilin huzûrunda, mânen kalb tarafına yönlendirildiler.

İşleri rast geldi, bir dağ öküzü, bir dağ keçisi, bir de semiz tavşan avladılar. Zîrâ, savaşçı arslan olan mürşid-i kâmilin himâyesinde giden kişinin kebabı, yani ilâhî tecellîler, gece bile olsa, yani ortalık karanlık bile olsa, eksik olmaz.

Fakat ne zaman ki, kalbe teveccüh etmektense, yani bu tecellîlerin, mürşid-i kâmilin himâyesi ve terbiyesinde gerçekleştiğini unutarak, kendi zanlarına teveccüh ettiler, yani kendi sayelerinde gerçekleştiği yanılgısına düştüler, işte o zaman kendilerine pay biçerek tamaha düştüler.

Kalblerden geçeni bilen mürşid-i kâmilin kalbine, onların bu durumu yansıma yaptı ve tamahlarının sebebinin onların benliğe düşmeleri olduğunu anladı.

Nitekim, hadîs-i şerîfte buyrulduğu gibi; “Müminin ferâsetinden sakınınız, zîrâ o Allah’ın nûruyla nazar eder.”

“Kendine gel, ey düşüncelere dalmayı huy edinen gönül! Onun huzûrunda kötü düşüncelerden sakın! O bilir, o anlar, eşeği sükût içinde sürer. Sırrını bildiğini anlatmamak, ayıbını yüzüne vurmamak için de yüzüne güler.”

Hikâyede mürşid-i kâmili temsîl eden arslan kendi kendine dedi ki: “Ey nefsinde yaşayan, benliğine yenik düşmüş hasîsler, yoksul varlıklar! Ben size bu zebûnluğunuza lâyık olan mertebeyi fiilen göstereyim. Ben sizi kalbime aldım, bu size kâfî gelmedi mi? Benim bu ihsânım husûsunda zannınız bu mu? Sizin akıllarınız da, reyleriniz de benden; benim dünyamı aydınlatan ihsânlarımdandır. Bakınız ki, nakış nakkâşa karşı nasıl bir zanda bulunuyor? Nakış, nakkâşın eseri olduğu hâlde o nakış, benlik ve varlık dâvâsına kalkışıyor; hâlbuki zanlar ve görüşler dahî o nakış mesâbesinde olan sâliklerin kalbine mürşid-i kâmillerden bahş olunur; zîrâ mürşid-i kâmil, sâliklerin kalblerinde tasarruf sahibidir, yani onların kalblerini çekip çevirendir. Ey Tanrı hakkında kötü zanda bulunanlar, sizin kellenizi uçurmazsam bu işim, hatanın ta kendisidir. Dünyayı sizin ayıbınızdan kurtarayım da bu hikâye, dünya durdukça söylenip dursun.”

Mürşid-i kâmil, bunları düşünürken bir yandan da sâliklerin içine düştükleri tavırlara karşı bir şey söylemeksizin gülümsüyordu. Fakat bu önemli bir sırdır ki, mürşid-i kâmil zâhiren sana gülümser ve iltifat ederse sakın aldanma ve seni beğendiği için iltifat ettiğini zannetme; bilâkis böyle bir durumda yapman gereken kendi bâtınını ve sıfatını gözden geçirmektir!

Dünya malı da aynen bu misâl gibi, Tanrı’nın gülümsemeleridir. Bizi bu sûret sarhoş, mağrûr ve perişan etmiştir. Ey kadri yüce kişi! Sana yoksulluk ve hastalık iyidir. Çünkü o gülümseme nihâyet tuzağını kurar, seni düşürür!

Sultan Veled Hazretleri, Maarif’inde şöyle buyurur: “Her kim kendi yüceliğini isterse zelîl ve itibârsız olur ve her kim Allah’ın yüceliğini göstermekle uğraşır ve âlemde lütuf ve kahır namına yaptığı şeyi, kendisi için yapmayıp Allah, için yaparsa kendi şahin gibi olan tabîatını bırakır ve sultan için av avlarsa elbette Allah, sultanın bileğini onun tahtı yapar ve sultanın inâyeti de onun bahtı olur. Bunun tersine olarak, kendileri için avlanan şahinler ise, dâima murdâr, zelîl ve açtırlar. Sonunda, her adımda bir tuzağa tutulurlar. O hâlde gerçekte şâh için avlanan doğan, kendisi için avlanmış demektir. Peygamberler ve evliyânın adı, kıyâmete kadar azîz kalır. Bu âlemde ve o âlemde, bu âciz benlikten kurtuldular ve buna karşılık yüce bir benlik buldular ve sayılı olan ömrü Allah’ın taât ve kulluğuna fedâ edip sayısız ve sonsuz bir ömür kazandılar.” 

Kasîde: 

I. “Gel, biz bugün padişâha av olduk. Ne başımızı, ne de âlemi düşünürüz.

Cüssemizin sivrisinek gibi inceliğine bakma! Biz himmetimizle gururun kanını dökeriz.

O mânâ arslanının elindeyiz, ağlıyoruz, sızlanıyoruz. Ama arslanlara da, fillere de üstünüz.

Develer gibi eğri büğrü yaratılmışız ama, deve gibi Kâbe yoluna düşmüş gidiyoruz.

İki günlük devlete gönül bağlamadık, ölümsüz devlete erdik. O sayede muradımıza kavuştuk.

Güneşle ay gibi hem birbirimize yakınız, hem de uzağız. Aşk ve gönül gibi hem gizliyiz, hem de açığız, meydandayız. 

Kanlar içen zâlim aşkın köpeklerine azık olmak için dârağacındayız.”

II. “O hocanın kulağı pek keskin ama kendisi pek kavgacı, kendini de ağıra satıyor. 

Ben onun gülüşüne baktım da, aldandım. O susuyor. Sessiz gördüm de emîn oldum, içim rahat etti. 

Dikkat et! Aklını başına al! O saman altında su yürütüyor. Saman altında coşup köpüren bir deniz gizli. 

Nereye gidersen git akıl anahtardır! Her kapıyı açar. Fakat burada ne yapabilirsin ki akıl anahtarlığı bırakmış, kilit olmuştur. 

O senin yüzüne bakar da güler, bu bir yüz örtüsüdür. Bu gülüşe sakın aldanma! 

Onun eline düşen her gönül hiç durmadan çeng gibi coşar, ağlar durur. 

Bütün bunlara rağmen rûhlar, anlar gibi onun etrafında uçuşur dururlar. Çünkü çok az, çok ender bulunur mânevî bir bal’dır. 

O öyle bir mânâ arslanıdır ki gam onun heybetinden kör bir fare gibi mezar kovuğuna gizlenir.” 

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXXIX

Vücuduna arslan resmi döğdürmek isteyen, fakat iğne acısından dolayı pişman olan Kazvinlinin hikâyesi.

Rivâyetçiden şu hikâyeyi de dinle: Kazvinlilerin âdetleridir;

Vücutlarına, kol ve omuzlarına, kendilerine zarar vermeksizin iğne ile mavi dövmeler dövdürürler.

Bir Kavzinli, tellâğın yanına gidip “Bana bir dövme yap; fakat canımı acıtma” dedi.

Tellâk “Söyle yiğidim; ne resmi döveyim?” diye sorunca “bir kükremiş arslan resmi döv” dedi;

2980. “Tâlihim arslandır, onun için arslan resmi olsun. Gayret et, dövmeyi adamakıllı yap!”

Tellâk “Vücudunun neresine döveyim?” dedi. Kavzinli “İki omzumun arasına” dedi.

Tellâk, iğneyi saplamaya başlayınca yiğidin sırtı acımaya başlayıp, “Aman usta, beni öldürdün gitti. Ne yapıyorsun?” diye bağırdı.

Usta “Arslan yap dedin ya” dedi. Kazvinli sordu:

“Neresinden başladın? Usta “Kuyruğundan” dedi. Kazvinli dedi ki: “Aman iki gözüm, bırak kuyruğunu.

2985. Arslanın kuyruğu ile kuyruk sokumum sızladı, nefesim kesildi, boğazım tıkandı.

Arslan, varsın kuyruksuz olsun. İğne yarasından yüreğime fenâlık geldi, bayılacağım.”

Usta, Kavzinliyi kayırmadan, merhametsizce arslanın bir başka tarafını dövmeye başladı.

Yiğit yine bağırdı “Burası neresi?” Usta: “Kulağı” dedi.

Kazvinli “Bırak, kulaksız olsun. Orasını da yapma” dedi.

2990. Usta bu sefer başka bir yerine başlayınca Kazvinli yine feryâd etti:

“Bu üçüncü iğne de neresini dövüyor?” Usta: “Azîzim, karnı” dedi.

Kazvinli “Fenâ acıyor, iğneyi bu kadar çok batırma, bırak, karınsız olsun” deyince,

Tellâk şaşırdı, hayli müddet parmağı ağzında kaldı.

İğneyi yere atıp “Âlemde kimse böyle bir hâle düştü mü ki?

2995. Kuyruksuz, başsız, karınsız arslanı kim gördü? Tanrı bile böyle bir arslan yaratmamıştır” dedi.

Kardeş, iğne yarasına sabret ki gâvur nefsin iğnesinden kurtulasın.

Varlıkların kurtulmuş olanlara felek de secde eder, güneş de, ay da.

Vücudunda nefsi ölen kişinin fermânına güneş de tâbîdir, bulut da.

Gönlü ışık yakmayı, şûlelenmeyi öğrenmiş olan kişiyi güneş bile yakamaz.

3000. Tanrı; doğması, batması muayyen olan güneş hakkında “Doğduğu ve battığı zaman onların mağaralarına vurmaz; o mağara hiç güneş yüzü görmezdi” demiştir.

Bir cüzü, külle ulaşırsa o cüz’ün yanında diken bile, gül gibi baştanbaşa letâfet kesilir.

Tanrı’yı ululamak, yüceltmek, nasıl olur? Kendini, varlığını horlamak, toprak mesâbesinde tutmakla.

Tanrı’yı tevhîd etmeyi öğrenmek nedir? Kendini tek Tanrı önünde yakıp yok etmek.

Gündüz gibi şûlelenip parlamayı diliyorsan geceye benzeyen varlığını yak!

3005. Varlığını o varlığı meydana getirenin varlığında bakırı kimyâ içinde eritir yok eder gibi erit, yok et (de altın ol).

Sen, sıkı sıkıya ben’e, yapışmışsın. Bütün bozuk düzen işler, bütün bu perişanlıklar işte bu ikilikten meydana çıkıyor.

Ahmed Avni Konuk, bu hikâyenin şerhini şöyle yapıyor: “Bu hikâyede, Kazvinli’den maksat, sâlik; tellâktan maksat mürşid-i kâmil; iğneden maksat, riyâzat ve nefsle mücâhede; arslan resminden maksadın, hakîkat bilgisi; iğnenin acısıyla meydana gelen feryâd ve figândan maksadın da, sâlikin nefsinin kıvranmasıdır.

Nitekim, Hazreti Pîr buyurur: “Kardeş, iğne yarasına sabret ki gâvur nefsin iğnesinden kurtulasın. Varlıklarından kurtulmuş olanlara felek de secde eder, güneş de ay da. Vücudunda nefsî ölen kişinin fermânına güneş de tâbîdir, bulut da. Gönlü ışık yakmayı, şûlelenmeyi öğrenmiş kişiyi güneş bile yakamaz.”

Bakın Hasan Çıkar Dede de, selâm olsun üzerine, bu konuyla ilgili neler söylüyor:

“Kimliğine eren kişi, kendine ait hiçbir şeyin olmadığını bilir. Kendindeki her şeyin yaratıcıya ait olduğunu bilir. Yoklukta durup Allah’ın varlığını kendi vücudunda seyreder. Allah bize hem dünyayı hem de kendini verdi. Bundan daha büyük güç daha büyük bir zenginlik de yoktur.

Korkunun kaynağı, kimliğini unutup nefste kalıştır, cesaret ise imandan gelir. Eğer sen sıdk-ı bütün bir imanla yola koyulmuş isen seni yolundan kimse çeviremez. Ama imanın zayıfsa korkularla yaşarsın. Nefsi susturup korkulardan kurtulmaya ancak bilgi ile ulaşılır. Hakîkat bilgisi ile dolmaya, donanmaya başlayan insan korkularını teker teker yenilgiye uğratır.”

Hüdâvendigâr Mevlâna şöyle der: “Şu dünyada gördüğümüz güzellikler, şekiller, sûretler; kendisini gizleyen büyük bir sanatkârın, bir ressamın varlığını ispat etmektedir. Biz kem gözden gizli, izi belirmeyen ressama varalım. İnsanlık yolu, hakîkat yolu belâlarla dolu bir yoldur. Fakat yol gösterenimiz aşk olduğu için bizim korkumuz yok! Çünkü aşk, bu yolda nasıl gideceğimizi bize öğretir.” 

Kasîde:

“Şems-üd Din kemâlin nûrudur…

Ey sabah rüzgârı! Şems-üd Din’in yanaklarındaki benlerden, sakalındaki tellerden bize bir koku getir; o Hûten miskinin nefesini Çin’den Maçin’den getir… Eğer onun tatlı dilinden bize bir selâm varsa, bildir. Onun misk kokulu gönlünden  bize bir haber varsa, söyle… Şems-üd Din’in ayağına baş nedir ki, fedâ edeyim? Sen Şems-üd Din’in sade adını söyle, canımı sana saçayım…

Gönlüm onun aşkından en hayırlı bir esvâbın hilâtini giyinmiştir. Şems-üd Din’in aşkı benim giyeceğim, Şems-üd Din’in aşkı benim belirten alâmetimdir. Ben daha konuşmadan, Şems-i Din’in kokusuyla sarhoş oldum. Biz Şems-i Din’in kadehinden mestiz. Sâkî! Şarab getir… Biz aklımızı Şems-i Din’in kokusuyla güzel kokulandırmışız; ödağacının, amberin, Tataristan miskinin kokularından geçmişiz.

Şems-i Din rûh-ı revândır, Şems-i Din canın rahatlığıdır. Şems-i Din göz aydınlığıdır, Şems-i Din sevgili yârdır. Güzellerin ayı Şems-i Din’dir, parlak güneş Şems-i Din’dir. Can incisi Şems-i Din’di, gece ve gündüz Şems-i Din’dir. Şems-i Din kemâlin tıpkısıdır. Şems-i Din kutlu bir faldır. Şems-i Din karar evidir. Yalnız ben Şems-i Din, Şems-i Din, diye terennüm etmiyorum; bağdan bülbüller, dağdan keklikler, “Şems-i Din, Şems-i Din” diyerek terennüm ediyorlar…

Şems-üd Din’in aşkı yanan mum gibidir, âşıklar da pervâne gibidirler. Onun aşk mumu önünde, her gün yüzbinlercesi kendilerini yok ediyorlar… Aydınlık gün Şems-i Din’dir, parlak ay Şems-i Din’dir. Can incisi Şems-i Din’dir. O, inciler saçan bir incidir…

Güzellerin güzelliği Şems-i Din’dir. Cennet ehlinin bağı Şems-i Din’dir. İnsanın tıpkısı Şems-i Din’dir, gece ve gündüz Şems-i Din’dir. Şems-i Din gönülde oturandır, Şems-i Din mezedir, şaraptır. Şems-i Din tek bir incidir, Şems-i Din büyüklerin iftihârıdır…

Şems-i Din çengdir, rebabdır. Şems-i Din lezzetli meze ve şaraptır. Şems-i Din ışıktır ve yıldızdır. Şems-i Din şarabın neşesi ve humârıdır; fakat onun humârı gam ve tasa arttıran bir humâr değil, Şems-i Din’in humârını Tanrı’nın levhi ve kalemi say. Şems-i Din’i meleğin güzelliği, Şems-i Din’i feleğin lütfu bil…

Şems-i Din İsa nefeslidir. Şems-i Din Yusuf yanaklıdır. Şems-i Din âşık okşayan, Şems-i Din düşman eriten, Şems-i Din ümmetin başı, Şems-i Din huzur evidir…

Benim aklım, şuurum Şems-i Din, benim gözüm, kulağım Şems-i Din, benim dilime gelen hep sayısız Şems-i Din’dir. Allah’tan isterim ki, bir gece gizlice o Hazretle buluşayım; canım ortada, Şems-i Din kucağımda…

Ey âşıkların kılavuzu, ey âşıkların Peygamberi, Şems-i Tebrizî! Sakın benden el çekme.

Ben daha ne vakte kadar gizlenip Şems-i Din, Şems-i Din, diyeceğim. Şems-i Din Hazreti Muhammed’in nûrudur, iki cihanda da meşhûrdur…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXXVIII

Peygamber’in –sallâllahu aleyhi vesellem – Ali’ye –Tanrı ondan razı olsun – “Herkes bir çeşit ibâdetle Tanrı’ya yaklaşmayı diler, sen akıllı ve Tanrı’ya ulaşmış kulla sohbet yüzünden yaklaşmaya çalış ki o kulların en ileri gideni olasın” diye nasihat etmesi.

Peygamber, Ali’ye dedi ki: “Ey Ali! Tanrı arslanısın, kuvvetlisin, korkmazsın, yüreklisin.

Fakat arslanlığına dayanma, güvenme. Ümit ağacının gölgesine sığın!

2955. Hiç kimsenin rivâyetlerle, masallarla yoldan ayıramayacağı akıllı bir kişinin gölgesine gir.

Yeryüzünde onun gölgesi Kâf Dağı gibidir, rûhu da Simurg gibi çok yükseklerde uçmakta, yücelerde dolaşmakta.

Kıyâmete kadar onu övsem, söylesem tükenmez. Bu övüşe bir kesim, bir son arama.

Güneş, insan sûretiyle yüzünü örtmüştür, insan sûretinde gizlenmiştir; artık sen anlayıver. Doğrusunu Tanrı daha iyi bilir.

Yâ Ali! Sen, Tanrı yolundaki bütün ibâdetler içinde Tanrı’ya ulaşmış kişinin gölgesine sığınmayı seç.

2960. Herkes bir çeşit ibâdete sarıldı, kendisi için bir türlü kurtulma çaresine yapıştı.

Sen, akıllı bir kişinin gölgesine kaç ki gizli gizli savaşan düşmandan kurtulasın.

Bu, senin için bütün ibâdetlerden daha iyidir. Bu sûretle yolda ilerlemiş olanların hepsini geçer, hepsinden ileri olursun.

Bir Pîr ele geçirdin mi hemen teslîm ol; Mûsâ gibi Hızır’ın hükmüne girip yürü.

Ey münâfıklık nedir, bilmeyen! Hızır’ın yaptığı işlere sabret ki Hızır” Haydi git, ayrılık geldi” demesin.

2965. Gemiyi kırarsa ses çıkarma; çocuğu öldürürse saçını başını yolma.

Mademki Hakk, onun eline “kendi elimdir” dedi; “Yedullahî fevkâ eydîhim” hükmünü verdi;

Şu hâlde Tanrı eli, onu öldürse de yine diriltir. Hattâ diriltmek nedir ki? Ona ebedî hayat verir.

Bu yolu, nâdir olarak yapayalnız aşan bile yine Pîrlerin himmetiyle aşmış, varacağı yere onların sayesinde ulaşmıştır.

2970. Pîrin eli, kısa değildir, gaybdekilere de erişir. Onun eli, Tanrı kabzasından başka bir şey değildir ki.

Gaybda bulunanlara böyle bir hilâti verirlerse huzûrda bulunanlar şüphesiz gaybdekilerden daha iyidir.

Gaybdekileri bile doyururlar, onlara bile ihsân ederlerse artık konuğun önüne ne nimetler koymazlar?

Huzûrlarında hizmet kemeri bağlanan nerede, kapı dışında bulunan nerede?

Pîri seçip ona teslîm oldun mu, nazik ve tahammülsüz olma; balçık gibi gevşek ve sölpük bir hâlde bulunma.

2975. Her zahmete, her meşakkate kızar, kinlenirsen cilâlanmadan nasıl ayna olacaksın?”

Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, Hazreti Muhammed Efendimizin eğitiminde yetişmiş ve bir ân dahî onun dışına çıkmamıştır.

Mürşidim Hasan Çıkar Dede, Hazreti Ali Efendimizin hakîkatini ve rûhunda tamamiyle Hazreti Muhammed Efendimizin rûhunun ikâmet ettiğini şu sözleriyle açıklar:

“Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, Hakk’a yürümeden önce Hazreti Ali’ye soyunmuştur ve O’nun rûhu Hazreti Ali’de ikâmet etmiştir. Hazreti Ali Efendimiz de, selâm olsun üzerine, son nefesinde şehâdet getirirken Hazreti Muhammed’e yola çıkmıştır. 

Nitekim, İsrâ sûresinin 71. âyetinde buyrulduğu üzere, “O gün bütün insanları imamları (önderleri) ile çağıracağız.”

Bizlerin de yolumuz, mürşidlerimizin ve Pîrimizin vasıtasıyla, Resûlallah’a çıkar. Yolcu, bir mürşid-i kâmile varmadan, Resûlallah’a varamaz.

Okuduğumuz beyitlerde geçen Kaf Dağı’ndan maksat Kutbu’l Aktâb olan mürşid-i kâmildir ve onun rûhu Simurg gibi yükseklerde uçmakta ve yücelerde dolaşmaktadır.

Fusûsu’l-Hikem’i şerh eden Abdullah Bosnevî Hazretlerinin buyurduğu üzere, Kutbu’l Aktâb olan mürşid-i kâmilin terbiyesinde yetişen sâlik “ayn”a isâbet eder ve ayn’el yakîn mertebesine nâil olur. Nitekim Hazreti Pîrimiz Mevlâna da onlardandır ve efendisi Hazreti Şems’in nazârıyla ayn’el yakîn mertebesine ulaşmış olduğundan, “Kıyâmete kadar onu övsem, söylesem tükenmez. Bu övüşe bir kesim, bir son arama.Güneş (Şems), insan sûretiyle yüzünü örtmüştür, insan sûretinde gizlenmiştir; artık sen anlayıver. Doğrusunu Tanrı daha iyi bilir” diye buyurarak bu sırrı beyân etmektedir.

Ey Ali yolunda yürüyen yolcu, “Sen, Tanrı yolundaki bütün ibâdetler içinde Tanrı’ya ulaşmış kişinin gölgesine sığınmayı seç. Herkes bir çeşit ibâdete sarıldı, kendisi için bir türlü kurtulma çaresine yapıştı. Sen akıllı bir kişinin gölgesine kaç ki gizli gizli savaşan düşmandan kurtulasın.”

Mürşid-i kâmile intisâb ettin mi artık onun sözünden dışarı çıkma, tamamiyle teslîmiyet içinde ol, çünkü o ilm-i ledünde Hazreti Hızır’a benzer, sen de Hazreti Musa gibi onun hükmü altına gir. 

Her ne kadar, Hazreti Hızır, bir çocuğu öldürdüğünde ve bir gemiyi deldiğinde Hazreti Musa itirâz ettiyse de, sen, mürşid-i kâmil senin nazârına uymayan işler yapsa dahî itirâz etme ve sabret ki, o, “Yürü git, senin bu yolda yürümeye istidâdın yok” demesin.

Zîrâ, Tanrı’nın eli, mürşid-i kâmilin eli üzerindedir; şu hâlde Tanrı eli, onu öldürse de yine diriltir. Hattâ diriltmek nedir ki? Ona ebedî hayat verir.

Ayna olmak istiyorsan, aynana yüz tut ve ondan başkasını zikretme.

Mürşidim Hasan Çıkar Dede’nin bir şiirinde seslendiği gibi…

“Mürşid Hakk’tır, Hakk’tır ey dost,

Ey Hakk yolcusu,

Mürşidini kendine ayna et,

Toprak beden, kendine gel artık,

Dünyaya meylini bırak ey dost.

Mürşid Hakk’tır, Hakk’tır ey dost,

Ey Hakk yolcusu,

Tertemiz aynandan başka söz etme,

Dâim ondan, Tanrı’dan söz et,

Yeri göğü yaratanın sende özü var…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXXVII

Pîr kimdir? Pîrin sıfatları.

Ey Hakk nûru Hüsâmeddin! Bir iki kâğıdı fazla al da Pîrin sıfatlarını anlatayım.

2930. Gerçi vücudun nazik ve çok zayıf, fakat sensiz cihanın işi yoluna girmiyor.

Gerçi ışık (gibi nûrlu, lâtif) ve sırça (gibi ince ve nazik) oldun. Fakat gönül ehlinin başısın, onlara muktedâsın.

Mademki ipin ucu senin elindedir, senin isteğine tâbîdir; gönül gerdanlığının incileri de senin ihsânındır.

Yol bilen Pîrin ahvâlini yaz; Pîri seç, onu yolun ta kendisi bil.

Pîr, yaz mevsimidir; halk ise güz mevsimi… Halk, geceye benzer, Pîr aya…

2935. Genç ve ter ü taze talihe Pîr adını taktım. Fakat o, halk tarafından Pîr olmuştur, günlerin geçmesiyle değil.

O öyle bir Pîrdir ki ibtidâsı yoktur, ezelîdir. Öyle tek ve eşsiz inciye eş yoktur.

Eski şarap esasen kuvvetlidir, hele “Min ledün” şarabı olursa…

Pîri bul ki bu yolculuk, Pîrsiz pek tehlikeli, pek korkuludur, âfetlerle doludur.

Bildiğin ve defalarca gittiğin yolda bile kılavuz olmazsa şaşırırsın.

2940. Kendine gel! Hiç görmediğin o yola yalnız gitme, sakın yol göstericiden baş çevirme!

Ey nobrân! Pîrin gölgesi olmazsa gûlyabanînin sesi, seni sersemleştirir, yolunu şaşırtır.

Gûlyabanî, sana sana zarar verir, yolundan alıkoyar. Bu yolda nice senden daha dahi kişiler kaybolup gittiler.

Yolcuların yollarını şaşırdıklarını, kötü rûhlu İblis’in onlara neler yaptığını Kur’ân’dan işit!

Onları ana yoldan yüz binlerce yıl uzak olan yola götürdü, felâkete uğrattı, çırçıplak bıraktı.

2945. Onların kemiklerine, kıllarına (onlardan kalan eserlere) bak da ibret al; eşeğini onların yoluna sürme.

Eşeğin başını çek, onu yola sok, doğru yolu bilen ve görenlerin yoluna sür.

Onu boş bırakma, yularını tut; çünkü o, yeşilliğe gitmeyi sever. Gaflet edip de bir ân boş bıraktın mı çayırlara doğru fersahlarca yol alır.

Eşek yol düşmanıdır, yeşillik görünce sarhoş olur. Onun yüzünden nice ona kul olanlar telef olup gitmişlerdir.

Eğer yol bilmezsen eşeğin dileğine aykırı hareket et; doğru yol, o aykırı yoldur.

2950. Kadınlarla meşverette bulunun, ne derlerse aksini yapın. Şüphe yok ki onlara aykırı hareket etmeyen helâk oldular.

Hevâ hevesle, nefsin isteğiyle az dost ol. Çünkü seni Tanrı yolundan çıkaran, yolunu şaşırtan, hevâ ve hevestir.

Cihanda bu hevâ ve hevesi, yoldaşların gölgesini kırıp öldürdüğü gibi hiçbir şey kıramaz, yok edemez.

Yüce Pîr Mevlâna’nın bu bölümün ilk beyitlerinde beyân ettiği cihetle, Mesnevî’yi kaleme alan, Mevlâna’nın kendisine “Rûhumun mertebesi, Hakk ziyâsı, gözümün nûru” diye hitâb ettiği ve çok değer verdiği dervişi Çelebi Hüsâmeddin’dir.

Çelebi Hüsâmeddin Hazretlerinin, belli ki, riyâzat ve mücâhede ile bedeni zayıf düşmüş, fakat diğer yandan rûhen âdetâ bir güneş gibi parlamaktadır. Bu sebeple Hazreti Pîr, “Mademki ipin ucu senin elindedir, senin isteğine tâbîdir; gönül gerdanlığının incileri de senin ihsânındır” diyerek Mesnevî’nin yazılmasına devam etmesini istiyor ve Pîrin ahvâlini anlatmaya koyuluyor.

Pîr, yani mürşid-i kâmil, yaz mevsimi gibidir, halk ise güz mevsimi gibi; halk geceye benzer, mürşid-i kâmil aya.

Hazreti Mevlâna, sonraki beyitte, “Genç ve ter ü taze talihe Pîr adını taktım” diyor; yani genç ve ter ü taze talihten maksat mürşid-i kâmilin rûhu ve hakîkatidir ki, zaman ve mekâna tâbî olmaksızın ezelî ezelîden Hakk cihetinden kemâlat bulmuştur. Mürşid-i kâmil, hakîkat-i Muhammedîye’dir ve hakîkat-i Muhammedîye’nin ibtidâsı, yani bir başlangıcı yoktur. O, öyle nâdir bir incidir ki, onun şerîki (ortağı) ve nâziri (eşi, benzeri) yoktur.

Nitekim, Yüce Pîr Muhammed Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr’indeki bir kasîdesinde kendi kutbîyetini ifşâ ederek şöyle buyurur:

“Hazineyi açtılar, hepiniz elbiseler giyin. Mustafa yine geldi iman edin.” 

Ve bir başka beyitinde de şöyle seslenir bizlere…

“İlâhî, benim aşkım ayân-ı sâbite mertebesinden beri kemâline idi. Ne gökyüzü, ne de yeryüzü vardı. Benim talebimi işitir idin. Ne bir güneş vardı, ne de bir ay! Ne bir baş ve ne de bir külâh var idi ki, sen beni aşkın için seçilmişler içinden seçtin.”

Hazreti Pîr Mevlâna, sonraki beyitlerinde, bizlere nasihat ediyor ve insanın yolculuğu esnasında bir Pîre, yani bir mürşid-i kâmile intisâb etmesi gerektiğini söylüyor ki, o mürşid-i kâmil onu bu yolun tuzaklarından korusun, yani yolcunun aklını büyütsün, böylece kemâlata ersin, kimliğine vâkıf olsun ve kâmil bir insan olsun. Zîrâ bu yolda korkular, birçok âfetler ve türlü türlü tehlikeler vardır.

Çünkü, “Ey nobrân! Pîrin gölgesi olmazsa gûlyabanînin sesi, seni sersemleştirir, yolunu şaşırtır. Gûlyabanî, sana sana zarar verir, yolundan alıkoyar. Bu yolda nice senden daha dâhî kişiler kaybolup gittiler.”

Kur’ân-ı Kerîm’de, Nâs sûresinin 5. âyetinde buyrulduğu üzere, gûlyabanî, “İnsanların sâdırlarına vesvese sokar.”

İnsanın nefsi, kendinin düşmanıdır; öyle ki Hazreti Pîr burada nefsi, eşek sıfatında tâbir eder ve, “Eşek yol düşmanıdır, yeşillik görünce sarhoş olur. Onun yüzünden nice ona kul olanlar telef olup gitmişlerdir” diye buyururarak, Kur’ân-ı Kerîm’deki, “Ey Peygamberim de ki: Yeryüzünde dolaşın da bakın o Peygamberlere yalancı diyenlerin akîbeti nasıl olmuş, görün!” (Enâm, 11) âyetine işâret eder.

“Hevâ hevesle, nefsin isteğiyle az dost ol. Çünkü seni Tanrı yolundan çıkaran, yolunu şaşırtan, hevâ ve hevestir” beyitinde ise;

“Eğer yeryüzünde bulunan insanların çoğuna uyarsan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna tâbî olurlar ve onlar sadece yalan söylerler.” (Enâm, 116) âyetine ve;

“Ey Davud! Seni şüphesiz yeryüzünde hükümrân kıldık, o hâlde insanlar arasında adâletle hükmet, hevâ ve hevese uyma yoksa seni Allah’ın yolundan saptırır. Doğrusu, Allah’ın yolundan sapanlara, onlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin azâb vardır.” (Sâd, 26)

âyetine işâret edilmektedir.

Kasîde:

“Eğer sen güneşten yararlanmak istiyorsan, geceleri ay ışığını arzu ediyor isen, işte doğudan güneşi gönderen, geceleri ayı göklerde dolaştıranı anla!

Eğer sen ibâdet etmek için seher vaktini düşünüyorsan, sabahı arzu ediyorsan, onları sana lütfedeni tefekkür et; gönlün, minnet ve şükrân hisleri ile dolsun!

Ey Ken’an diyârının Yusuf’u, ey Süleyman’ın canı! Eğer sen taç ve kemer istiyorsan, işte sana bir taç ve kemer bağışlayan eşsiz varlık!..

Ey gâzâ safının Hamza’sı, ey savaşların Rüstem’i! Eğer kılıç ve kalkan istiyorsan, işte sana bir kılıç ve kalkan ihsân eden!..

Ey gül koklayan bülbül, ey hoş konuşan dudu kuşu! Eğer tat ve şeker istiyorsan, işte sana tat ve şeker veren!..

Ey aklın ve zekânın düşmanı, ey âşık öldüren âşık! Eğer kulak ve göz istiyorsan, işte onları sana lütfeden varlık!..

Ey kinle dolu şeytan, ey insanın en eski düşmanı! Eğer sen fitne ve şer istiyorsan, işte sana ilâhî adâleti yerine getirmek için insanların başına fitne ve şer yağdıran!..

Sus; o kadar söylenme! Kalk, yola düş! Eğer yol arkadaşı istiyor isen, işte sana yol arkadaşı yollayan!..

Ey Tebrizli Şemsülhakk! Güzelliğinizden ve gönül alıcı oluşunuzdan ötürü, dertli bir âşık arzu ediyor isen, işte sana dertli bir âşık!..”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXVI

Halîfenin adamlarının bedevîyi ağırlamak üzere karşılamaları ve armağanını kabul etmeleri.

Çünkü elbiseyle içeriye yol yoktur. Ten elbiseden, elbise de tenden haberdâr değildir.

O bedevî Arap uzak çöllerden hliâfet şehrinin kapısına vardı.

2770. Kapıcılar, bedevîyi karşılayıp üstüne lütuf gülsuyunu serptiler.

Bedevî söylemeden ihtiyacını, dileğini anladılar. Zaten onların işi istetmeden ihsân etmekti.

Ona, “Ey Arap’ın en asîli, en yücesi! Hangi diyârdansın, yolla, yol yorgunluğuyla nasılsın?” dediler.

Bedevî dedi ki: “Eğer bana yüz verirseniz asîlim, yüceyim. Fakat ardınıza atar mühimsemezseniz ne asâletim var, ne yüzüm!

Ey yüzlerinde ululuk nişânesi olanlar, ey şevketleri Caferî altından daha hoş kişiler!

2775. Sizi bir kerecik görmek, sizinle bir kerecik buluşmak, yüzlerce kişiyi görmeye, yüzlerce güzelle buluşmaya bedeldir. Sizi görmek için mal, mülk, servet… hepsi fedâ olsun!

Ey Tanrı nuruyla bakanlar, bu dereceye erişmiş olanlar, padişahlar padişahının ahlâkıyla ahlâklanmış kişiler!

Kimyâ gibi olan bakışınızla bakıra benzer insanlara bakar, onları altın hâline getirirsiniz.

Ben garîbim, padişahın lütfunu umarak çöllerden geldim.

Onun lütfunun kokusu çölleri tuttu, kum zerrelerini kapladı, o zerreler bile lütfuyla canlandı.

2780. Buralara kadar paraya kavuşmak için gelmiştim, fakat ulaşınca sizin yüzünüzden sarhoş oldum.

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfte buyurur ki: “Allah’ın üçyüz kimsesi vardır ki, kalbleri kalb-i Âdem gibidir.”

Ahmet Avni Konuk, ruhu şâd olsun, Peygamber Efendimizin bu hadîste sözünü ettiği kimselerden maksadın nukabâ-i ilâhîyye, yâni O’nun sancağının altında mânevî eğitimde mesafe almış kimseler olduğunu, vazîfelerinin ise muhtaç olanlara yardım etmek, onların işlerini yoluna koymak olduğunu ve cümlesinin kutb-ı zamanın emri altında olduklarını dile getirir.

Nitekim, araştırmacı yazar Cafer İskenderoğlu’nun kaleme almış olduğu bir makalede belirtilir ki; bir topluluğun en önemli sembollerinden biri bayrak ve sancaktır. Sancaklar arasında bir sancak vardır ki taşıdığı anlam ile ve önem ile diğer sancaklardan ayrılır. 1400 kûsur yıldır İslâm’ın sembolü olan bu sancak Hazreti Muhammed Efendimizin ‘Ukab’ isimli emâneti olan sancaktır. Hazreti Muhammed Efendimiz katıldığı savaşlara Ukab ile girmiştir.

Ukab, Arapça’da toz, duman ve Kartal Takımyıldızı anlamına gelir. Kartal Takımyıldızı’nın diğer bir ismi de Deneb el Ukab’tır. Bu mânâda Resulullah Efendimizin sancağı Ukab, kâinatın içindeki risâletinin ve Allah’ın Halîfesi olduğunun delilidir.

Ve Kur’ân-ı Kerîm’de Târık sûresinde buyrulur ki: “Göğe ve Târık’a yemin olsun. Târık nedir sen bilir misin? O parlayan bir yıldızdır.” (Târık, 1-3)

“Bir mürşid-i kâmil de, yolcusunun aklına, ruhuna ve gönlüne en güzel şekilde hitâb eder” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder: “Kâmil bir mürşid, adı üstünde ‘kâmil’, yâni kemâlata ermiş, aklı Hazreti Muhammed’in aklıyla kemâl bulmuş. O, en başta Hazreti Muhammed’in ve sonra yüzyirmidörtbin nebînin ve sayısız velînin vârisidir. O, Hazreti Muhammed’i kendine bende etmiştir, O’nu temsil eder ve O’ndan dil döker. Yolcusunun cemâline bakar, gönlünü okur ve ona göre konuşur. Çünkü insan muhabbetle aydınlanır. Biz her zaman şunu deriz: ‘Nerede muhabbet, orada hâlk olur Muhammed.’ Muhabbet olmayan bir yerde Muhammed bulunmaz.”

Kasîde:

“Yeni bir iş yapmaya başlasam; bana emir veren, yaptırtan odur. Ben gönül aramaya kalkışsam, benim gönlümü alan dilber odur. 

Ben barış arasam, bana barış sağlayan odur. Savaşa girişsem, düşmanı öldürmek için hançerim o olur. 

Eğlenmek için âşıklar meclisine gitsem, mecliste o bana şarap olur, meze olur. Gül bahçesine gitsem, o bana yasemin olur. 

Bir maden ocağına insem, o madeni baştan başa akîk hâline getirir, akîk olarak karşıma çıkar, denize girsem, denizin incisi olur, avucuma düşer. 

Bir ovaya gitsem, bir bahçe olur gelir beni bulur. Gökyüzüne yükselsem, bu defa bir yıldız olur, karşımda parlar durur. 

Başıma gelen bir belâya sabretmek için bir köşeye çekilsem, bana minder olur, üstüne oturtur; gamdan, kederden yanıp yakılsam, beni içine alır, buhurdanım olur. 

Neşe zamanında, âşıklar arasına katılsam, gelir, hem sakî olur, bana şarap sunmaya başlar, hem mutrib olur, güzel nağmelerle beni büyüler, hem bana şarap sunduğu kadeh olur, şarap içerken kendini bana öptürür. 

Uzakta bulunan dostlara mektup yazmak istesem, bana kağıt olur, kalem olur, mürekkep olur. 

Ben, uykudan uyanınca, benim aklım olur, düşüncem olur, gelir beni bulur. Uykum gelip de uyusam, bu defa gelir, rüyama girer.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXV

“Ârifin kıblesi vuslat nurudur, filozaflaşan aklın kıblesi hayal.” Mevlâna

Kısa görüşlü köhne anlayışlar, fikre yüz türlü kötü hayaller getirirler.

Herkesin doğru işitmeye kudreti yoktur. Her kuşcağız, bir inciri bütün olarak yutamaz.

2760. Hele ölmüş, çürümüş, hayallere dalmış kör bir kuş olursa…

Balık resmine ister deniz olmuş, ister toprak. Kara yüzlüye ha sabun, ha kara boya!

Kağıda gamlı bir adam resmi yaparsan o resmin ne gamla alışverişi vardır, ne neşeyle.

Resim, görünüşte gamlıdır ama, kendisi gamla alâkasızdır. Görünüşte gülen bir resmin de neşeyle münâsebeti yoktur.

Gönülde bir hâletten başka bir şey olmayan bu dünya gamı, bu dünya neşesi; hakîki neşeye hakîki gama nispetle resimden ibârettir.

2765. Resmin gamlı bir surette görünüşü, o resim yüzünden mânânın doğrulması, hakîki gamı anlaman içindir.

Bu hamamlardaki resimler camekânın dışından bakılırsa elbiseler gibidir; cansız, hareketsiz durup durmaktadırlar.

Sen, dışardan ancak elbiseleri görürsün. Elbiseni çıkar, soyun da bir içeriye gir arkadaş!

Ahmet Avni Konuk, ruhu şâd olsun, Hazreti Pîr’in bu beyitleri ile ilgili olarak şu yorumu yapar: “Kendi tasvîr ve vehmine âşık olanlar ile zât-ı Hakk’a âşık olanların ikisi de surette âşık görünürler ve âh, of ederler; fakat ikisi kağıt üzerine yapılan gamlı resimlere benzerler; aşk-ı hakîkiden bîhaberdirler ve aşkları mecâzîdir.”

Nitekim, Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir beyitinde, “Tasvîre, hayale kapılan, bizim zâtımızı misâlsiz, tasvîrsiz anlayamaz” der.

“Bu dünya bir sınav ve arınma yeridir, bir hayalden ibârettir” diye buyuran Hasan Dede, selâm olsun üzerine, yine bir yerde şöyle der: “Allah, insanlara hayal gücü vermiştir, fakat insan hayale âşık olursa, kendisi de hayalden ibâret kalır.”

Ve yine ne güzel seslenir bizlere Yüce Pîr…

“Sevgilim sen, gözünü aç da, bana bak! Zaten biz senin gözlerinin yüzünden aydınlık içindeyiz. Hâşâ, biz kendi gözümüzü, o yüzden ayırıp da başka yüze bakamayız. 

Sen, göğsünü kendin için, kendi pervânen için yak, alevlendir! Alevlendir de, biz de kendimizi aşkla, senin gibi senin göğsünün alevleri içine atalım, seninle birlikte yanalım, yakılalım. 

Aşk, korkusunu artırdıkça artırır. Biz ondan emîn olmayı istemiyoruz. Bizim emîn oluşumuz, senin aşkının korkusundandır. 

Pervâneye her gün senin mumundan, senin ateşinden; ‘Bana kendini at, alevlerim içinde yan!’ müjdesi geliyor. Ey pervâne; öl ki, ‘Biz de onun ateşinde ölmeyi kabul ettik’ diyelim, biz de onun aşkının alevleri içinde yanalım. 

Benliğimizden geçelim, varlığımızı terk edelim. ‘Aşkla varlığa ulaştık ancak aşkla varız’ dediğimiz gün, neşeliyiz, sevinç içindeyiz. 

Sevgilim, biz senin güzellik bağını görmüşüz. O yüzden selvi gibi boy atmış, o yüzden süsen gibi dillenmişiz, dilli olmuşuz. 

Sevgilinin güzel yüzüne âşık olduktan, onun gül bahçesine daldıktan sonra, yürü git, dünyanın bütün gül bahçelerini ateşe ver!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXIV

Tanrı’ya muhtaç ve susamış kişiyle Tanrı’ya ait bir şeye sahip olmayan ve ondan başkasını dileyen kişi arasındaki fark.

O kişi, yoksulun resmidir, canı yoktur, ekmek yemez. Köpek resmine kemik atma.

O, Tanrı fakîri değil, lokma fakiridir. Ölü resmin önüne yemek tabağını koyma.

2750. Ekmek yoksulu, karada balıktır. Şekli balık şeklidir ama denizden ürküp kaçar.

O evde beslenen kuştur, havada uçan simurg değil. Nefis şeyler yiyip içer, gıdası Hakk’tan değildir.

Yemek, içmek için Tanrı âşığıdır; canı güzelliğe âşık değildir.

Tanrı’nın zâtına âşık olduğunu vehmetse bile sevdiği zât değildir; vehmi, esmâ ve sıfatın verdiği vehimdir.

Vehim; vasıflardan, hadlerden doğar. Hakk ise doğmamıştır, doğurmaz.

2755. Kendi tasvîr ettiği şeye, kendi vehmine âşık olan kişi, nerden nimet ve ihsân sahibi Tanrı âşıklarından olacak?

O vehme âşık olan, doğrucuysa mecâzî sevgisi, kendisini nihâyet hakîkate çeker, götürür.

Bu sözü iyice anlatmak, açmak lâzım; fakat eski düşüncelilerden, onların köhne anlayışlarından korkuyorum.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, şöyle buyurur: “Bana gelenlerden, kimisi lokmama gelir, kimisi kisveme gelir, bana geleni daha göremedim.” 

Yâni, bu sözleriyle Mevlâna, Hasan Dede’nin yorumuyla, selâm olsun üzerine, kimisinin karnının aç olduğunu ve sofrasında karınlarını doyurmak için geldiklerini. Kimilerinin de, ben de derviş oldum demek için, kisvesine geldiklerini. Fakat O’nun için geleni daha görmediğini, dile getirmektedir. 

Yine Hasan Dede’nin anlatmış olduğu bir menkîbede, Şeyh Gâlib Hazretlerinin zamanında, selâm üzerine olsun, bir adam Galata Mevlevîhânesine gelir, “Dünyadan soyunmak istiyorum, derviş olmak istiyorum” der. 

Adamı Şeyh Gâlib’in huzuruna çıkarırlar. Şeyh Gâlib, adama bakar ve der ki: “Zaten bu adamın dünyalığı yok, her tarafı yırtık pırtık, belli ki elbiselerini yenilemek için gelmiş. Boş çevirmeyin, üzerine bir elbise verin, karnını da doyurun, sonra bırakın isterse gitsin isterse kalsın.” 

Nitekim, Hazreti Pîr, Mesnevî’sinin başında yer alan ilk 18 Beyit’te de, “Ayrılıktan parça parça olmuş bir kalb isterim ki, iştiyâk derdini açayım” diye buyururken, Tanrı’ya susamış ve Tanrı’ya tüm kalbiyle iştiyâk duyan kişiyi aradığını vurgular. 

Zîrâ, kişinin iştiyâkı yoksa, yâni mânevî gıdaya açlık çekmiyorsa, o kişinin önüne ne kadar sofralar da döşense, o yine mecâzî gıdaya istek duyar.

Kur’ân-ı Kerîm’in Bakara sûresinde geçen kıssadaki gibi… “Bir zaman onlar demişlerdi ki: Yâ Musa, biz bir türlü yemeğe dayanamayız. Rabbinden bizim için iste de bize yerin yetiştirdiği şeylerden versin. Yerden yeşillik, kabak, sarımsak, mercimek, soğan bitirsin. Musa demişti ki: Daha hayırlı olanı, ondan daha aşağılık bir şeyle değiştirmek mi istiyorsunuz?” 

Şiir:

“Allah’tan başkasını istemek, 

Artış istemek sayılır ama, çokluk eksiliş demektir.

Niyâz ile O’nu O’ndan iste, O senin canında zaten, 

O’ndan başka isteyen hani? 

Senin içinde isteyen kendisidir, 

Derviş olana bu nükteler bellidir. 

Bu istek senin içinden doğana kadar, 

O yaratıcı Allah türlü sebepler yaratır. 

Sen âşık olup O’nu isteyene kadar, 

O sebebi yaratan şaşılacak sebepler gösterir. 

Sebepler perdesini yırt! 

Asıl o isteyeni kendinde idrâk etmeye bak…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXIII

Yoksul, nasıl ihsâna ve ihsân sahibine âşıksa ihsân sahibi de yoksula âşıktır. Yoksulun sabrı çoksa ihsân sahibi onun kapısına gelir. İhsân sahibinin sabrı fazlaysa yoksul, onun kapısına varır. Fakat yoksulun sabrı, kemâlidir, ihsân sahibinin sabrı ise noksanı.

2740. Kapıdan ses gelmekteydi: “Ey istekli, gel! Cömertlik, yoksul gibi, yoksullara muhtaçtır.”

Cilâlı ve tozsuz ayna arayan güzeller gibi cömertlik de yoksul ve zayıf kişileri arar.

Güzellerin yüzü ayna ile güzelleşir. Onlar aynaya bakıp bezenirler. İhsân ve keremin yüzü de yoksula bakmakla görünür.

Bundan dolayı Hakk “Vedduhâ” suresinde “Ey Muhammed, yoksula bağırma” buyurdu.

Mâdemki yoksul, cömertliğin aynasıdır, iyi bil ki ağızdan çıkan nefes aynayı buğulandırır.

2745. Tanrı’nın bir çeşit cömertliği, yoksulları meydana çıkarır, bir başka cömertliği de onlara bol bol ihsânda bulunur.

Şu hâlde yoksullar, Tanrı cömertliğinin aynalarıdır. Hakk ile Hakk olan ve varlıktan tamamiyle geçen hakîki yoksullarsa mutlak nur olmuşlardır.

Bu iki çeşit yoksuldan başkaları esâsen ölüdür. Bu çeşit adam bu kapıda değildir, perdedeki nakıştan, suretten ibârettir.

İhsân sahibi mürşid-i kâmildir, yoksul ise Hakk’ı arayan yolcu. Mürşid-i kâmilin ihsânı cömertliğidir ki, ihsânını göstermek ve irşâd etmek için, ihsâna ve irşâda muhtaç olanları arar. 

‘Güzellerin yüzü ayna ile güzelleşir. Onlar aynaya bakıp bezenirler. İhsân ve keremin yüzü de yoksula bakmakla görünür.’

“Allah’ın muhabbet iksiri, bütün kötü ahlâkları, fenâ arzuları temizleyerek bizi bizden alır. Bu sevgi iksiri ağızdan dökülür. Kaynağı ise gönüldür” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, ve şöyle devam eder: “Gönül verilmiş ise mürşid-i kâmile, onun vasıtasıyla Pîr’ine ve Hazreti Muhammed’e, onun o güzel cemâline ulaşılmış ise, o ayna edilmiş ise kendine, artık aklın onun aklıyla kemâlat bulur, dilin onun diliyle tatlılaşır, hâlin onun hâliyle güzelleşir, hem sen güzel bir insan olursun, hem de etrafına güzellik sunarsın.”

Yüce Pîr Mevlâna’nın aynası efendisi Hazreti Şems’di, selâm olsun üzerlerine, onda gördü Allah’ın nurunu, ona büyük bir imanla bağlandı ve bir an dahî Şems’in dışına çıkmadı. Hep o aynadan topluma dil döktü ve insanlığa ışık oldu, karanlıkları aydınlattı. 

Öyle ki bir gazelinde şöyle seslenir… 

“Benim demir gibi olan gönlüm yandı aşkla, alındı mâsivâdan; tertemiz bir ayna oldu, onun güzel hayalini düşürdü içime.

Cevirler vefâ oldu, duruldu bozbulanık sıfatlar. Beşerlik fenâ buldu, Hûda sıfatı geldi. Getirin çömlekleri, doldurun tulumları; âb-ı hayat geldi, ilâhî saka geldi… Şems geldi…”

Hasan Dede der ki: “Aşk ne demektir? Kendinden geçmek demektir. Aşk, sevgilide ölmektir. Tek varlık olarak O’nu bilmektir… Aşk okyanus gibidir. Hiç karşı koymadan hareketsizce durduğunda, o zaman aşk seni alır, seni senle tanıştırır, sana kimliğini kazandırır. Senden yepyeni bir insan yaratır. Seni kendine katar. O andan itibâren artık okyanusla bir olursun. O okyanus artık sensindir, sen yoksundur artık, var olan okyanustur.”

Kasîde:

“Irmağa dalan kişiye, elbisesi yük olur. Benim şu sarığım ile hırkam bana yük oluyor, ağır geliyor. 

Mal, mülk, mutluluğa ulaşma sebepleri, hepsi de o tatlı edâlı ay yüzlüdendir. Sevgili bana yakınlık gösterir, vefâlı olursa, mal da odur, mülk de odur.

Dükkânım çalışma yerim, senin olsun, sanatım, hünerim, bilgiler, yığın, yığın kitaplar hep senin olsun, arslan da senin olsun, orman da senin olsun. Tatar ülkesinin ceylânı bana yeter. 

Aşk insanı yok eder, var eder. Gönülsüz bırakır, elsiz, ayaksız bir hâle koyar. Aşk meyhânesinin sakîsi, şarap sunar, mest eder, insanı kendinden alır…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXII

“Senin yardım tapında kabul fermânını elde eden, O’nun tapısına varır, hizmet kemerini kuşanır da zaman boyunca hizmet eder durur.” Mevlâna

Kadının ağlayıp yalvarması; erkeğin derdi ve ağır yükü berektiyle,

Arap, testiyi hırsızlara kaptırmadan, taşla kırdırmadan durup dinlenmeksizin tâ hilâfet şehrine kadar götürdü.

Orada bir tapı gördü ki nimetlerle dolu. Hâceti olanlar oraya tuzaklarını yaymışlar.

Zaman zaman her tarafta bir hâceti olan o tapıdan ihsâna nâil olmuş, hilâtlar elde etmiş.

2735. O tapı; kâfire, müslümana, güzele, çirkine güneş gibi, yağmur gibi… Hattâ cennet gibi!

Bir bölük halk gördü, huzurda bezenmiş duruyor. Bir bölük halk gördü ayakta, hizmet bekliyor.

Süleyman’dan karıncaya kadar herkes, neşe içinde… Hepsi sûr üfürülmüş de dirilmiş canlar gibi.

Görünüşe aldananlar, cevherlere gark olmuşlar… İçyüzüne ehemmiyet verenler, mânâ denizini bulmuşlar…

Himmetsizler, himmete erişmiş… Himmetleri nimete erişmiş!

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir kasîdesinde şöyle seslenir:

“Ben, bu evden hiç çıkmam; ben, bu evin içini kendime yurt edindim! 

Bu ev, yabancının değil, sevgilinin evidir! Burası, tam oturulacak, karar kılınacak bir yerdir; burası, iman evidir! Buradan dışarı çıkmak kâfirliktir!

Başımı, mest olduğum yere koyayım; kulağımı da, şu sesin geldiği tarafa tutayım: ‘Te-nen ten!’ 

Burası, Leylâ’nın evidir; ben de Mecnûn’um! Benim canım buradadır! Yürü git; benim canımı alma! 

Bu eve kim girerse, onun, bu evde benim gibi kalması gerekir! 

Ey her kadının, her erkeğin yüzüne hasret çektiği, özlem duyduğu güzel! Aya benzeyen o güzel yüzünü örtü ile örtme, güzelliğini gizleme! 

Ey kapısı ızdırap çekenlere, belâlarla imtihan olunanlara kıble hâlini alan azîz varlık! Açtığın bu rahmet kapısını kapama! 

Mum da sensin, güzel de sensin, şarap da sensin! Sen, hem Süheyl yıldızısın, hem de Yemen akîki! 

Bundan sonra geri kalan ömrüm boyu senden ayrılmayacağım! Ben, senin kulunum, kölenim; ben, seninim!.. 

Sen gülsen, ben de senin dikeninim; yeşillikte dikensiz gül olmaz! 

Ben geceyim, sense aysın; ben, seninle aydınlanırım! Sen, gecenin canısın; geceyi unutma, onu gönlünden çıkarma! 

Senin canınla benim canım birdir; bir tek can, iki bedende gizlenmiştir! 

Senin canınla benim canım, bir tek güneş gibidir! Bu yüzdendir ki, binlerce topluluk, bütün dünya o güneşle aydınlanmaktadır!”

“Cenâb-ı Allah, baştan aşağıya sevgi, merhamet ve şefkattir” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder: “O, en güzel şefkatini, ‘Biz bu âleme rahmetten nasîbi olmayanlara, Allah’ın rahmetini ulaştırmak için geldik. Başka bir işimiz yok’ diye buyuran Habîbullah Hazreti Muhammed’den gösterdi, selâm olsun üzerine ve Cenâb-ı Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de, ‘Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik’ buyurdu. Rahmet herkesin anlayacağı bir dille merhamet demektir. Fakat bu kuru bir acıma veya merhamet etme anlamında değil, yardıma muhtaçlara, maddî mânevî her türlü yardımı etmeye muktedîr bir merhamet sahibi olma anlamındadır. Rahmet, Allah’ın zâtî sıfatlarından olup, hayırları yerine ulaştırmayı, şerleri de önlemeyi istemektir. Peygamber’in mânâsı, Allah’tan pey veren ve O’nun güzelliklerini insanlara müjdeleyerek, onları o güzeliklere davet eden demektir. Hazreti Muhammed, cihanın gülüdür. O, sonu olmayan bir sevgi kaynağıdır. O, son nefesine kadar Allah’ı zikretmiştir ve Allah’ın bütün güzelliklerini insan toplumuna yansıtan pürüzsüz bir ayna olmuştur. Hazreti Muhammed’in sadece dışına bakılırsa, bir yere varılmaz, O’nun dış yüzü bizler gibi görünür. Ama O’nun içi, yâni hakîki yüzü, nur âlâ nurdur. Peygamber Efendimiz, sadece kendisine inananlara değil, tüm kâinatın rahmetidir ve bütün yaratılmışlara sonsuz aşk-ı muhabbet, şefkat ve merhametinin bir tecellîsidir.

Bizler, Hazreti Muhammed Efendimizi gece gündüz hiç durmadan anlatmaya kalksak yine yetmez, çünkü O kâinatın nurudur, bütün güzelliklerin özüdür. O, sonsuz bir hazinedir.”

Yüce Pîr Mevlâna, o eşsiz Peygamber’in sonsuz merhamet ve şefaatini ise şöyle açıklamaktadır: 

“Hazreti Muhammed, bu dünyada da şefaatçidir, o dünyada da… Bu dünyada ‘Sen onlara yol göster’ der; o dünyada ‘Sen onlara ay gibi yüzünü göster’ der. Onun gizli, aşikâr işi, daima ‘Yâ Rabbi, sen kavmime doğru yolu göster, onlar bilmiyorlar’ demektir. Onun nefesiyle iki kapı da açıktır. Duası, iki âlemde de kabul edilmiştir. Ona benzer ne gelmiştir, ne de gelecek. Bu yüzden son Peygamber olmuştur… 

Ey Peygamber, can bağışlayanlar âleminde bir Hatem’sin sen. Hâsılı mühürleri kaldırma ve kapıları açmada Muhammed’in işaretleri, tamamiyle açıklık içinde açıklıktır, açılık içinde açıklıktır, açıklık içinde açıklık. Onun canına, evlâdının gelişine ve zamanına yüz binlerce aferin! 

Onun devlet ve ikbâl sahibi halîfesinin oğulları, onun can ve gönül unsurundan doğmuşlardır. İster Bağdat’tan olsunlar, ister Herat’tan, ister Rey’den. Su ve toprak karışıklığı olmaksızın onun soyudur onlar. Gül dalı, nerede biterse bitsin güldür. Şarap, nerede kaynayıp köpürürse köpürsün şaraptır. Güneş, isterse batıdan baş göstersin, yine güneştir, başka bir şey değil.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXI

Arap’ın su testisini keçeye sarıp dikmesi ve ağzını kapatması.

Arap, “Evet” dedi. “Testinin ağzını kapa, hakîkaten armağan, bize faydalı.

Keçeye sar, sarmala. Padişah, orucunu armağanla açsın.

Çünkü dünyada bunun gibi su yoktur. Bu hâlis şarap, zevk ve sefâ kaynağı!

Çünkü onlar acı tuzlu suları içmekten daima hastadırlar, yarı kör olmuşlardır.”

2720. Durağı, yatağı acı su başı olan kuş; saf berrak suyu ne bilsin?

Ey yurdun acı su kaynağı; Şatt-ı Ceyhun’u nereden bileceksin?

Ey şu fânî konaktan kurtulmayan! Sen yokluğu, sarhoşluğu ve neşeyi ne bilirsin ki!

Bilsen bile babandan, atandan nakil ve rivâyet yoluyla bilirsin. Senin yanında bu adlar ebced gibidir.

Ebced, hevvez. Bunlar, bütün çocuklara apaçık ve meydandadır, fakat mânâsı yok.

2725. Hülâsa, Arap testiyi alıp yola düştü. Gece, gündüz onu taşımaktaydı.

Testiye bir ziyân gelecek diye korkusundan titreyerek çölden tâ şehre kadar götürdü.

Kadın da evde seccâdesini yaymış, namaz kılıp dua etmekte;

“Suyumuzu, bayağı kişilerden koru… Yâ Rabbi, bu inciyi o denize ulaştır.

Her ne kadar kocam uyanıktır, hünerlidir ama incinin binlerce düşmanı olur.

2730. Cevher dediğin de nedir ki… Bu su Kevser suyudur, incinin aslı, bunun bir katresidir” diyordu.

Ahmed Avni Konuk, ruhu şâd olsun, yukarıdaki beyitlerde geçen, armağan götürülecek padişahtan maksadın mürşid-i kâmil; acı sudan maksadın zâhirî âlimlerin ilmi; tatlı sudan maksadın Şatt-ı Ceyhun gibi dâim akıp duran mürşid-i kâmilin ledünnî ilmi; kuştan maksadın ise ruh olduğunu dile getirir; fakat bu öyle bir ruhtur ki; acı ve tuzlu su gibi olan, nakilci ve rivâyet yoluyla bilen kitap ehlinin ilmini mesken tutmuştur ve böyle bir ruh, hakîkat ehlinin berrak su gibi olan ilm-i ledününden bîhaberdir.

‘Durağı, yatağı acı su başı olan kuş; saf berrak suyu ne bilsin? Ey yurdun acı su kaynağı; Şatt-ı Ceyhun’u nereden bileceksin? Ey şu fânî konaktan kurtulmayan! Sen yokluğu, sarhoşluğu ve neşeyi ne bilirsin ki!..’

Nitekim, Hasan Dede, selâm olsun üzerine, şöyle der: “İnsan ne kadar bilgiye sahip olursa olsun, kendi cüzî aklını; aklı, Hazreti Muhammed’in küllî aklıyla birleşmiş olan bir mürşid-i kâmile teslîm etmedikçe, edindiği o bilgiler onu hiçbir yere vardırmaz. Meyvenin kabuğuna varır, ama meyvenin tadını alamaz… Her insanın içinde bir ‘Âlim’ vardır ki o, zâhir ilmin âlimlerinin bilmediklerini de bilir. O, faaliyete başladı mı, iş âşikâr olmaya başlar. Her kim gönülden isterse ‘Fenâfillâh’ sırrına erebilir. Ama herkes bunu istemeye yol bulamaz. Allah’ın isteği, kulun isteğine tâbîdir.” 

“Bil ki ârifin gözü, iki âlemde de insana amân verir. Herkes, onunla yardıma nâil olur” diye buyurur Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, ve şöyle devam eder: “Gözü Allah’tan başka bir şeye kaymadı da onun için Muhammed, her derdin şefaatçisi oldu. Dünya gecesinde güneş, perde ardındayken o Allah’ı görüyordu, ümidi ondandı. İki gözü de ‘Biz senin göğsünü açmadık mı, seni ferahlatmadık mı?’ sürmesiyle sürmelenmişti. Cebrâil’in bile görmeye tahammül edemediğini, o gördü. Allah bir yetime sürme çekti mi, onu doğru yola girmiş eşsiz, iri bir inci hâline getirir. Nuru incilerden üstün olur. Öyle bir istenen, arzulanan, Allah’ı ister, arzular.”

Kasîde:

“Ey çâresiz âşık! Beri gel, görüş sahibi ol, her şeyin aslını gör! Her şeye bakıp duran, fakat aslını göremeyen kişilerden, bakan körlerden olma! 

Ey yalnız ona âşık olan kişi! Bu huyu yıldızlardan al! Bak güneş doğup parlayınca, yıldızlar yok olur, görünmezler. Sen de, yalnız Allah’a gönül verdiğin için, Allah’tan başka her şey senin gözünde görünmez olmalıdır. 

Güçlü kuvvetli olanlar, neden senin elini bağladılar, bilir misin? Çünkü, sen henüz bir çocuk gibisin, bu âlem de bir beşiğe benzer. 

Ey yalnız dünya nimetlerine gönül veren, ey mıh gibi yeryüzüne çakılıp kalan, ötelerden, gönül şehrinden âvâre olan, uzak düşen zavallı! Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerîm’de söz incileri dizerken ‘Yeryüzünü biz bir beşik olarak hâlk ettik’ diye buyurdu. (Yüce Pîr burada, Nebe sûresinin 6. âyetine işâret buyurmaktadır.)

Ey terbiyeli, edepli, yumuşak huylu kul! Sen çocuk gibi bedenin esîri olmuşsun. Esîrlikten, zavallılıktan kendini kurtar! Sen artık çocuk değilsin, akıl dişlerin çıktı. Onları göster de, mânâ dünyasının yemeğini yemeğe hazırlan! 

Padişah çocuk kaldıkça ona bakan dadı çocuğa hayatı zehir eder, zindan eder. Zaten ana sütü emdikçe, çocuk padişah olamaz, şarap içemez. 

Testi taştan korkar, fakat kaya, taş su kaynağı olunca, o taşa her an testiler dolmak için gelirler. 

O zaman testi der ki: Taş bundan sonra beni kırarsa, neşelenirim, mutlu olurum. Çünkü o taştan akan beni doldurdu, doyurdu. Bana yüzlerce can verdi. 

Onun yolunda ölsem ne çıkar? O beni diriltti, yine de diriltir. Hattâ beni kırıp paramparça etse diye ona para, pul veririm.”