Vezirin bu hilede ziyâna uğraması.
521. Padişah gibi vezir de cahil ve gâfildi. Varlığı vâcib olan kadîm Tanrı ile pençeleşiyordu.
522. Öyle kudretli bir Tanrı ile pençeleşiyordu ki bir anda yoktan bu âlem gibi yüz tanesini var eder.
523. Senin gözüne kendini görmek hassâsını verince nazârında âlem gibi yüzlerce âlem meydana getirir.
524. Her ne kadar dünya senin yanında azâmetli ve nihâyetsizse de bil ki kudrete karşı bir zerre bile değildir.
525. Zaten bu âlem sizin canlarınızın hapishânesidir; uyanın, o tarafa gidin! Zîrâ o taraf, sizin sahrânız, mesîre yerinizdir.
526. Bu âlemin hudûdu vardır, o âlem ise esâsen hadsizdir. Nakış ve suret, o mânâya settir, mâniâdır.
527. Firavun’un yüzbinlerce mızrağını tek bir Musa’nın bir tanecik âsâsıyla kırdı.
528. Yüzbinlerce Calinus’un yüzbinlerce hekimlik hünerleri vardı; İsa’nın ve nefesinin yanında bâtıl oldu.
529. Yüzbinlerce şiir defterleri vardı, bir tek Ümmî’nin kitabına karşı ayıp ve âr hâlinde geldi.
530. Aşağılık olmayan kişi böyle gâlib Tanrı huzurunda niçin ölmesin?
531. Çok dağ gibi gönülleri kopardı. Kurnaz kuşu, iki ayağından asakoydu.
532. Akıl ve zekâda kemâle ermekle Tanrı’ya varılmaz. Padişahın fâzıl ve ihsânı aczini bilen kişiden başkasını kabul etmez.
533. Hey gidi hey… Çok köşe bucak kazıcı ve hazine doldurucular; o kurup duran kişiye, o öküze maskara oldular.
534. Öküz kimdir ki sen onun maskarası olasın. Toprak nedir ki sen onun otu olasın.
535. Bir kadının kötü işten yüzü sararınca, utanınca; Tanrı, onu çarpıp Zühre yıldızı yaptı.
536. Bir kadını Zühre yapmak çarpma oldu da; balçık hâline geliş, çarpılma değil midir be inatçı?!
537. Ruh, seni en yüksek göklere çıkarırken sen en aşağılıklara, su ve çamura doğru gittin.
538. Akılların bile imrendiği öyle bir varlığı, bu alçaklık yüzünden değiştin.
539. Şimdi bak, bu senin kendini çarpman nasıl? O çarpılma yanında bu, gayet aşağı.
540. Himmet atını yıldız cihetine sürdün, nücûm ilmiyle uğraştın da secde edilmiş Âdem’i tanımadın!
541. Ey hayırsız evlâd! Nihâyet sen âdemoğlusun, ne vakte dek alçaklığı şeref sayarsın?
542. Niceye dek “Ben âlemi zaptedeyim, bu cihanı kendi varlığımla doldurayım” dersin?
543. Dünyayı baştan başa kar kaplasa güneşin harâreti, bir görünüşte onu eritir.
544. O vezirin vebâlini de, daha onun gibi yüzbinlercesinin vebâlini de Tanrı bir kıvılcımla yok eder.
545. O, aslı olmayan hayalleri, tamamiyle hikmet yapar; o, zehirli suyu şerbet hâline getirir.
546. O zân ve şüphe doğuran sözleri, hakikat ve yakîn hâline getirir. Kin ve adavet sebeplerinden dostluk ve muhabbet belirtir.
547. İbrâhim’i ateş içinde besler; korkuyu, ruhun emniyeti ve selâmeti yapar.
548. Onun sebep yakıcılığına hayrânım. Onun hayallerinde sôfistaî gibiyim!
“Kim nefsi ile barışıksa, bilsin ki Allah ile pençeleşmektedir” diye buyuruyor Seyyid Burhâneddin Hazretleri.
Ve yine şöyle diyor: “Denizdeki canavardan korkmayın, nefsinizdeki canavardan korkun.” Yâni nefs, insanın en büyük düşmanıdır.
Peygamber Efendimiz, Uhud Savaşı’ndan döndükten sonra sahâbesine şöyle seslenir: “Bu savaş küçük bir savaştı; asıl büyük savaş bundan sonra başlayacak.”
“Nedir o büyük savaş?” diye sorduklarında da şu cevabı verir: “Bu savaşta görünen düşmanla savaşıyorduk, fakat bundan sonra görünmeyen düşman olan nefsinizle savaşacaksınız.”
“Nefsini bilen Rabbini bilir. Nefsinin isteklerine boyun bükmeyen Allah’ını bulur, rahata kavuşur” der Hasan Dede.
Ve bir şiirinde de,
“Her belâya göğüs germek, her erenin harcı değil ey can.
Ejderha denilen nefsi öldürmek, her milletin kârı değil ey can.
O nefsin zehrini panzehir yapan, hiç Hakk’ı bilir mi nefsine tapan,
Bir mürşid-i kâmile varıp eteğin tutan, hakikatte mahrum kalmaz ey can” diye seslenir.
Bu yolda, yâni nefsimizle mücâdelede en büyük yardımcımız, o yollardan geçmiş ve nefsin tuzaklarından haberdâr olan kâmil mürşittir. Zîrâ onun ilmiyle yolcu, çöllerden kurtulup sahrâya, mesîre yerine giden yolları öğrenir. Sahrâ ve mesîre yeri, suretten kurtulmak, özgürleşmek demektir. Nitekim, ‘nakış ve suret, o mânâya settir, mâniâdır.’
“Bunu da insana ancak aşk yaptırır” der Hasan Dede, “Ama eğer insanda aşk yok, sevgi yok ise; kendi ilmine güvenerek yola koyulmuş, kendi aklını beğenmiş ise o, ancak kendini kandırmış olur ve hiçbir yere varamaz.”
Nitekim, ’akıl ve zekâda kemâle ermekle Tanrı’ya varılmaz; padişahın fâzıl ve ihsânı aczini bilen kişiden başkasını kabul etmez.’
“Edeb, aşktan alınır” diye buyurur Mevlâna.
Hasan Dede de şöyle bir misâl verir: “Aşık sevgilisi ile buluşacağı zaman, bütün gece sevgilisine sunmak için güzel şiirler düşünür. Buluştukları zaman sevgilisi güzel bir yüz tutup, aşığına öyle derinden bakar ki aşık bunu görünce bütün yazdıklarını, bildiklerini unutur. Acaba bu söz onu incitir mi? İncitirsem kaybederim, diye düşünerek, bütün gece hazırladığı güzel şiirlerden, bir tanesini dahî sevgilisine söylemekten çekinir.”
İşte, aşk insanı böyle edebe getirir; ’yüzbinlerce şiir defterleri, bir tek Ümmî’nin kitabına karşı ayıp ve âr hâline gelir.’
“İnsan çok mukaddes bir varlıktır, fakat aczini, yâni yokluğunu bilirse” der Hasan Dede ve şöyle devam eder: “O büyüklük de bizim değil Allah’ın büyüklüğüdür. Mâdemki barış savaş olur, savaş da barış olur. O halde her istediğini yapan o Yüce Yaratıcının elindeki sanat kudretini bilmek gerek.”
Ne güzel buyurur Yüce Mevlâna…
“Mânâda var ama sözde yok olanı kim görmüştür? Gönülden beliren, dilde yok olanı kim gördü? Dünyanın varlığı olup da dünyada yok olanı kim gördü? Varlıkta da yoklukta da böyle bir ‘Yok’u kim gördü?..”
535. beyitte geçen ‘kadın’ teşbihine istinâden; Peygamber Efendimiz bir hadîsinde, “Kadın, erkeğin diğer yarısıdır” diye buyurur.
Hazreti Mevlâna da der ki: “Bu kadınla erkek, nefsle akıldır. Aklı erkek bil. Kadın da bu nefs ve tabîattır. İyi kişiye de mutlaka lâzımdır, kötü kişiye de. Bu ikisi, toprak yurtta esir ve mahpusturlar. Gece gündüz savaşta, macera içinde.”
Kur’an-ı Kerim’de, “İman edenler ki, onların gönülleri Allah’ın zikriyle huzur ve sükûna kavuşmuştur. İyi bilin ki, gönüller yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur ve huzur bulur” (Râd, 28) diye buyrulur.
Fakat malesef insan, Allah’ın yeryüzünde yarattığı bozguncu ve kan dökücü tabîatından dolayı (Bakara, 30) ‘ruh, onu en yüksek göklere çıkarırken o, en aşağılıklara, su ve çamura doğru gider; akılların bile imrendiği öyle bir varlığı, bu alçaklık yüzünden değişir. Himmet atını yıldız cihetine sürer, nücûm ilmiyle uğraşır da secde edilmiş Âdem’i tanımaz!..’ Yâni hakikatte ne olduğunu bilmez ve kimliğinden habersiz, ‘Ben âlemi zaptedeyim, bu cihanı kendi varlığımla doldurayım’ der durur.
“Allah’ın özü ruh, zuhûratı ise nurdur” der Hasan Dede, “Beden uyur ama ruh uyumaz… Son perde, insanın kendisidir. Dünyanın, gaflet veren ve gönül aldatan süsünden temizlenmek gerek ki, nefsin tuzaklarına tutulup gaflete düşmeyesin. Büyük bir iman ve aşkla Hakk yoluna baş koyan kişi, insana yaraşmayan vasıflardan kurtulur, temizlenir… Aşk ne demektir? Kendinden geçmek demektir. Aşk, sevgilide ölmektir. Tek varlık olarak onu bilmektir. Aşk ile kanat açan kişi lâmekana uçar, gafletlere düşmez… İnşallah hepimiz böyle aşıklar oluruz. Allah, bizleri Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, Hazreti Mevlânamızın ve Pîran Efendilerimizin muhabbetlerinden, onların aşklarından bir an dahî mahrum etmesin.”