MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXLVII

“Mutluluk ney’inden yine hoş bir ses geldi. Ey can! Sen, neşelen, el çırp! Ey gönül; sen de oynamaya başla!” Mevlâna

1930. O ses, Tanrı kulunun boğazından çıksa da esâsen ve mutlaka padişahtan gelmektedir.

Tanrı ona dedi ki: “Ben dilim, sen vücutsun. Ben senin hislerin, memnuniyet ve gazâbınım.

Yürü! ‘Benimle duyan, benimle gören sensin.’ Sır sahibi olmak da ne demek? Bizzât sır sensin.

Sen, mâdemki hayret âleminde ‘Lillâh’ sırrına mazhâr oldun, ben de senin olurum. Çünkü ‘Kim Tanrı’nın olursa, Tanrı onun olur.’

Sana bazen sensin derim, bazen de benim derim. Ne dersem diyeyim, ben aydın ve parlak bir güneşim.

1935. Her nerede bir çerağlıktan parlasan orada bütün bir âlemin müşkülleri hâllolur.

Güneşin bile gideremediği, aydınlatamadığı karanlık, bizim nefesimizden kuşluk çağı gibi aydınlanır.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde şöyle seslenir: “Cenâb-ı Allah der ki: Kim benim velî kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilân ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım şeyleri  edâ etmesidir. Kulum bana nâfile ibâdetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm; bana sığınırsa onu himâyeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mümin kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim. O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem.” (Buhârî, Rikak 38)

Ve yine bir diğer kudsî hadîste de, “İnsan, benim sırlarımdan bir sırdır” (Sırrü’l-Esrâr, s.32) diye buyurur.

“Allah için uğraşanların gayreti boşa gitmez” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder: “Allah, alıcı değil, vericidir. O, kendisine çektikten sonra bırakması, şânından değildir. Bizim işimiz taklit değil, hakîkattir. Hakîkat ayân beyân ortadadır, Cenâb-ı Hakk her an bize müjde vermektedir. Her şeyimizi Allah için fedâ etmemiz lâzım. O zaman Allah bize sahip çıkmaz mı? Çıkar… O vakit, Allah bizi bizden satın alır. O baştan aşağı sevgidir; O baştan aşağı vericidir; O baştan aşağı ışıktır, nurdur. O karşılıksız verendir; hepimizi seven, hepimizi büyüten, besleyen, genişletendir.”

‘Sana bazen sensin derim, bazen de benim derim. Ne dersem diyeyim, ben aydın ve parlak bir güneşim. Her nerede bir çerağlıktan parlasan orada bütün bir âlemin müşkülleri hâllolur. Güneşin bile gideremediği, aydınlatamadığı karanlık, bizim nefesimizden kuşluk çağı gibi aydınlanır.’

Her insanın fitili ateşlenmemiş, yağ dolu bir lambaya benzediğini söyleyen Hasan Dede, mürşid-i kâmilin bu fitili ateşleyerek lambayı uyandıran bir kıvılcım gibi olduğunu şu sözleriyle dile getirir: “Mürşid-i kâmilin vazifesi yolcunun fitilini yakmaktır. Nasıl mı? Onu uyandırır, kişilik verir, kendini tanıtır. O kendini tandıktan sonra Hakk’ı zikretmeye çıkar. Ne olur? O ateşi gördü ya, ne kadar Allah’ı zikreder ve ona yönelirse, yavaş yavaş kabı genişler ve o ışık onun vücudundan kendini gösterir, dışarı vurmaya başlar.”

Âriflerin Menkîbeleri’nde, ışığın karanlığı nasıl yutup yokettiği şöyle anlatılır: “Bir gün, ulu kişiler, Hüdâvendigâr Mevlâna’nın ziyâretine gelmişlerdi. O gün, Mevlâna bilgiler saçtığı sırada Musa’nın âsâsını anlatıyordu: 

‘Musa’nın âsâsı o dinsiz sihirbazların sapıklıklarının ve bâtıl hayallerinin eseri olup yetmiş deve yükü tutan ve dağları, sahrâları dolduran sihirlerini celâl sahibi Tanrı’nın inâyetiyle öyle yuttu ki bunlardan hiçbir eser kalmadı. Bunların hepsini yuttuğu hâlde âsânın kendisinde ne bir şey arttı, ne de bir şey eksildi. Ben şimdi bu benzeri olmayan olayı nasıl anlatayım ki halkın zihnine girebilsin ve halk bunu anlıyabilsin’, dedikten sonra zekâ ve anlayış kabiliyetiyle daima Mevlâna’nın memnuniyetine mazhâr olan Sultan Veled’e dönerek, ‘Bahaeddin bunu sen söyle,’ dedi. 

Sultan Veled baş koyduktan sonra, ‘Bu tıpkı şuna benzer: Birinin büyük ve yüce bir sarayı olsa ve son derecede de bir gece karanlığı içinde bulunsa, birdenbire o sarayın içine bir mum getirseler, o mumun ışığı o kadar karanlığı öyle bir yutup yok eder ki hiçbir şey kalmaz ve bu kadar karanlığı yutmaktan kendisinde ne bir şey artar, ne de bir şey eksilir,’ diye anlattı.

Bunun üzerine Mevlâna, hemen kalkıp Sultan Veled’i kucakladı, yüzünü gözünü öptü, dualar etti ve: ‘Aferin Bahaeddin! Aferin! Çok güzel hareket ettin, çok güzel söyledin, çok nâdir bir inci deldin,’ buyurdular.”

Kâinatın nuru Peygamber Efendimiz yine bir hadîs-i şerîfinde der ki: “Bir insanın evine girmek için, aydınlanmasını beklemek gerekir.”

Evden maksat gönüldür. Allah’ın konuk olacağı gönlün karanlıktan kurtulması için de, Hakk’ta tamamiyle fânî olmuş bir kâmil bir mürşidin sohbetiyle irşâd olması ve aydınlanması gerekir. Çünkü kâmil mürşidin hiçbir sözü Kur’ân dışı değildir. Onun her sözü Hakk sözüdür.

Rubaî:

“Ben bir çerağ oldum, kandil oldum, her başım da birer fitil hâlini aldı. O zaman her taraf kıvılcımlarla doldu. 

Başımın her birinden mumlu kandiller çıkmaya başladı. Bu mumlar katar katar doğudan batıya kadar her tarafı kapladı, her tarafı nurlandırdı.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXLVI

“Onlar kendi varlıklarından fânî ve dost ile bâkîdirler. Bu ne garip şeydir ki onlar hem varlar, hem yoklar.” Sultan Veled

Velîlerin içli nağmeleri evvelâ der ki: “Ey yokluk âleminin cüzîleri!

1920. Kendinize gelin; nefs yokluğundan baş çıkarın; bu hayali, bu vehmi bir tarafa atın!

Ey kevn ü fesad âleminde tamamiyle çürümüş canlar! Ebedî canlarınız ne vücuda geldi, ne doğdu!”

O nağmelerden pek az, pek cüzî bir miktarını söylesem canlar, mezar ve merkatlerinden baş kaldırırlar.

Kulak ver! O nağmeler uzakta değil; fakat sana söylemeye izin yok.

Agâh ol ki velîler, zamanın İsrâfil’idirler. Ölüler, onlardan can bulur, gelişirler.

1925. Ölü canlar, ten mezarında kefenlerine bürünmüş yatarlarken onların sesinden sıçrayıp kalkarlar.

Derler ki: Bu ses, öbür seslerden bambaşka; çünkü diriltmek Tanrı sesinin işidir.

Biz öldük, tamamiyle çürüdük, mahvolduk. Fakat Tanrı sesi gelince hepimiz dirildik, kalktık.

Tanrı sesi, ister hicâb ardından, ister hicâbsız gelsin… Cebrâil, Meryem’e, yakasından üfleyerek ne verdiyse Tanrı sesi de insana onu verir.

Ey derileri altında yokluğun çürütüp mahvettiği kimseler! Sevgilinin sesiyle yokluktan dönün, tekrar var olun!

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, Fihî Mâ-Fîh’de, erenlerin sohbeti ile ilgili şöyle buyurur: “Bak da gör, şu yün, akıllı biriyle buluştu, nasıl nakışlarla bezenmiş bir kilim, bir halı oldu. Şu toprak bir akıllıyla buluştu, bu çeşit güzelim bir yapı oldu. Akıllı kişinin sohbeti, cansızlara bile bu çeşit tesirlerde bulunursa inananın, inananla görüşüp konuşması, ne çeşit bir tesirde bulunur? Cüzî nefsin, cüzî aklın sohbetiyle cansızlar, bu mertebeye ulaştılar. Bunların hepsi, cüzî aklın gölgesi. Gölgeye bakılıp sahibi, kıyas yoluyla anlaşılabilir. Şimdi sen de bir kıyasla; ne biçim bir akıl, ne biçim bir hüner gerek şu gökler, şu ay, güneş, şu yedi kat yer, onun yüzünden meydana gelsin. Bütün bu varlıklar Akl-ı Küll’ün gölgesi. Cüzî aklın gölgesi kendisine göre; Akl-ı Küll’ün gölgesi olan varlıklar da kendisine göre. Tanrı erenleri, bu göklerden başka gökler görmüşlerdir de bu gökler gözlerine görünmez; pek aşağı görünür onlara bu gökler. Bunlara ayaklarını basmışlar da aşmışlar, geçip gitmişlerdir.”

Yunus Emre de, selâm üzerine olsun, bir şiirinde çok güzel söyler ve der ki: “Kim nefsine sahip olmuşsa bu âlemde bilsin ki o kişi, ona bütün erenlerin eyvallahı var.”

Kevn ü fesad âleminde, yâni maddî âlemde yaşayan vücudumuzun gıda alamadığında hastalandığı gibi, mânevî varlığımızın da aşk gıdası, yâni ruhanî gıda alamadığında öldüğünü buyuran Hasan Dede, selâm olsun üzerine, mürşid-i kâmillerin bir bakıma mânevî hekimler olduklarını şöyle dile getirir: “Bir hekim, nasıl hastasının iyileşmesi için reçete yazarsa, mürşid-i kâmillerin öğütleri ve sözleri de ruhumuza şifâ verir. Fakat söylenen bu öğütleri ve sözleri aşka temas etmeden anlamak mümkün değildir. Gönül alan, gönül kazanan kişilerin nefesleri âb-ı hayat gibidir. Mevlâna’nın, ‘Onların nefesleri, Hazreti İsa’nın nefesi gibidir, hastalıklara devâ olur!’ deyişindeki gibi, onlar hasta gönüllere şifâ, dertli gönüllere devâ olurlar.”

‘Biz öldük, tamamiyle çürüdük, mahvolduk. Fakat Tanrı sesi gelince hepimiz dirildik, kalktık.’

Sultan Veled Hazretleri de, selâm üzerine olsun, peygamberlerin nefeslerinin ölüleri nasıl dirilttiğini, Maarif’inde şöyle anlatır: “Peygamberler, halkı Hakk’a davet ettikleri vakit, onlarda bulunan zayıf parçalar, kuvvet buldu. Muhâliflerden idiler, yüzlerini peygamberlere çevirdiler, bu kulluk parçaları onların mezarı olan bedenlerinde ölmüş ve dağılmıştı. Fakat o Peygamber ‘Bildir!’ sûrunu ağzına koyup çağırdığı vakit. İsrâfil’in sûrunun nefesi gibi bu dağılmış olan parçalar, mezar gibi olan bedenlerde, canlanıp başgösterdiler.”

‘Ey derileri altında yokluğun çürütüp mahvettiği kimseler! Sevgilinin sesiyle yokluktan dönün, tekrar var olun!’

Kasîde:

“Senin gibi eşsiz bir padişahın huzurunda öleceğim gün, ne mutlu bir gündür. Senin şeker madeninin kapısında ölmek, tatlı candan ayrılmak ne hoş bir gündür. 

Senin gül bahçenin selvisi gölgesinde ölürsem, toprağımdan yüzbinlerce gül biter. 

Senin ayak ucunda sevine sevine el çırparak ölürsem, yaşayışa hâris olan nice kişi şaşkınlıklarından ellerini ısırırlar. 

Kadehime ölüm şerbetini sen dökersen kadehi öperim, sevine sevine ölüm şerbetini içerim de neşeden mest olmuş bir halde salına salına ölüme doğru gider, can veririm. 

Can tatlı olduğu için beşer olarak ölüm haberinden sonbahar yaprakları gibi sararıp solarım, ama bahara benzeyen güller gibi gülüp duran o güzel dudaklarının yüzünden, ölümden şikâyet etmeden, güle güle can veririm. 

Senin nefesinle kaç defa öldüm, yine dirilirim. Senin yüzünden bir kere değil, bin kere ölsem korkmam. Ben yine ilk öldüğüm gibi, yine o çeşit ölürüm.

Anasının kucağında ölen çocuk gibi Rahman’ın rahmet kucağında, acıyış, bağışlayış kucağında ölürüm. 

Bu ne biçim söz? Aşık olan ölür müymüş? Âb-ı hayat kaynağında ölmeme imkân var mı?

Ey Tebrizli Şems! Seninle diri olmayanlar var ya, işte ben onların yanında ölürüm de senin yanında dirilirim.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXLV

Tanrı razı olsun, Ömer zamanında yoksulluk gününde gidip mezarlıkta çeng çalan ihtiyar çalgıcının hikâyesi.

Bilmem işittin mi?  Ömer zamanında pek güzel, pek lâtif çeng çalan bir çalgıcı vardı.

Bülbül, onun sesinden kendini kaybeder; bir nağmesini dinleyenlerin şevki, yüz misli artardı.

Meclisleri, cemiyetleri, onun nağmeleri süsler; onun sesinden kıyâmetler kopardı.

1910. Sesi, İsrâfil gibi mucizeler gösterir, ölülerin bedenlerine can bağışlardı.

Yâhut İsrâfil’e yardım ederdi; onun nağmelerini dinleyen fil bile kanatlanırdı.

İsrâfil, bir gün nağmesini düzer ve yüzlerce yıllık çürümüş ölüye can verir.

Peygamberlerin de içlerinde öyle nağmeler vardır ki o nağmelerde isteyenlere, değer biçilmez bir hayat erişir.

Fakat o nağmeleri his kulağı duymaz, çünkü his kulağı, kötülükler yüzünden pis bir hâldedir.

1915. İnsanoğlu, perinin nağmesini işitmez; çünkü perilerin sırlarına yabancıdır.

Gerçi perinin nağmesi de bu âlemdedir, ama gönül nağmesi her iki sesten de yüksektir.

Zîrâ peri de, insan da mahpustur; ikisi de bu bilgisizlik ve gaflet zindanındadır.

Rahman suresinden “Yâ maşerel cinni” âyetini oku; “Tenfüzu testatiu”nun mânâsını iyice bil!

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, Dîvân-ı Kebîr’de geçen bir beyitinde şöyle seslenir: “Rüzgâr eser, ağacı dışından sallar, oynatır. Gönül ağacının ise rüzgârı içeridedir. İçeride eser. O rüzgâr, dostu araştırır. Saçlarının gölgesinde gönlüm harâb, mest, lâtif, hoş ve hür olarak ne de rahat uyumuş.”

Gönül perdelerini titreten sesler pek lâtif, pek güzeldir; İsrâfil gibi, estiği yerlere hayat verir. Peygamberlerin ve velîlerin nefesleri de İsrâfil gibidir, dinleyenlere can bağışlar.

Rivâyete göre; Peygamber Efendimizin zamanında, sahâbe bir pervâne gibi O’nun etrafında dolaşır ve O’ndan bir şeyler öğrenmeye gayret ederdi. Çeşitli dünya meşguliyetlerinden dolayı Hazreti Peygamber’in yanına gelemeyenler, ertesi günü başkalarına sorarak eksiklerini giderirlerdi. Bazıları İslâm’ı öğrenmek için, boğaz tokluğuna Peygamberimizi takip eder, bazıları da Efendimiz’in sözlerini yazarak tespit etmeye çalışırdı. Ashâb, Hazreti Peygamber’i dinlerken sanki başlarında birer kuş var da, sanki hareket edecek olurlarsa uçup gidecekmiş gibi pür dikkat kesilir, ayrıldıktan sonra da duyduklarını daha iyi öğrenebilmek için aralarında müzâkere ederlerdi.

Nitekim, Hazreti Mevlâna, peygamberlerin sesini şöyle dile getirir: “Peygamberlerin yüzü ve sesi de mucizedir. Peygamber, dışardan seslendi mi ümmetin canı, içerden secde eder. Çünkü can kulağı, âlemde hiç kimseden o sese benzer bir ses duymamıştır. O misilsiz ruh, o misli olmayan sesten neşelenir, Allah’a yaklaşır.”

“Mürşid-i kâmiller de Hazreti Muhammed Efendimizin vârisleridirler, onu kendilerine bende etmişlerdir ve onu temsil ederler” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder: “Mürşid-i kâmiller, Hazreti Muhammed Efendimizle, Ehlibeyt Efendilerimizle, hep onların sofrası ile beslenen kişilerdir. O’dur onlar. Onun için konuşurken hem kendi duygulanır, hem karşı tarafı duygulandırır. Dünyamıza onlar kadar güzel yüzlere sahip pek insanlar gelmedi. Onlar kadar şifâî konuşacak insanlar gelmedi. Onlar kadar tatlı sözler sarfeden kişiler dünyamıza gelmedi. Bu yüzden her şeyin üstünde bir güzelliğe sahiptirler. Sözleri de bütün sözlerden güzeldir.”

‘Fakat o nağmeleri his kulağı duymaz, çünkü his kulağı, kötülükler yüzünden pis bir hâldedir.’

Ne güzel söyler Yüce Pîr Mevlâna… “Müminin kulağı, vahyimizi kavrar, beller… Öyle kulak, insanı Hakk’a davet edenin eşidir, arkadaşıdır. Âdetâ çocuğun kulağına benzer; anasının sözleriyle dolar da söze başlar, konuşur. Çocukta anlayan bir kulak olmazsa anasının sözünü duymaz, dilsiz olur. Aşkın beşle, altıyla işi yoktur. Onun maksadı, ancak sevgilinin kendisini çekmesidir. Belki bundan sonra bir izin gelir de söylenmesi lâzım olan sırlar söylenir. Bu ince ve gizli kinâyelerden daha açık, daha anlayışlı bir tarzda anlatılır. Sır, ancak sırrı bilenle eşittir. Sır, onu inkâr eden kişinin kulağına söylenmez. Fakat Allah’dan davet etme emri gelince artık halkın kabul edip etmemesiyle ne işimiz var?..”

Nitekim, âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi, “Ey cinn-ü insin ma’şeri! Gücünüz yeterse geçin gidin aktârı Arz-u Semâdan, geçemezsiniz olmazsa fermân.” (Rahman, 33)

Rubâi:

“Seher vaktinde senin aşkının ezanını canımın kulağı işitir. O ezan aşığa der ki: Ateş gibi yakıcı ızdırapla, belâlarla dolu olan şu dünyadan sıçra, kurtul da gel benim aşk ateşime gir, yan!..”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXLIV

“Her bir gül ki içeride kokusu olur; o gül, esrâr-ı gülden söyleyici olur.” Mevlâna

1895. Koku sana kılavuz ve rehberdir. Seni tâ ebedî cennete ve kevser ırmağına götürür.

Koku, göze ilaçtır, nurunu artırır. Yakub’un gözü, bir kokudan açıldı.

Kötü koku, gözü karartır. Yusuf’un kokusu ise göze nur verir.

Yusuf değilsen bari Yakub ol; onun gibi matlûbuna erişmek için ağla!

Hâkim-i Gaznevî’nin şu nasihatini dinle de eski vücudunda bir yenilik bul:

1900. Naz için gül gibi bir yüz gerek, öyle bir yüzün yoksa kötü huyun etrafında dönüp dolaşma, nazlanma!

Çirkin ve sarı bir yüzün nazı da çirkindir. Gözün hem kör, hem de hastalıklı oluşu müşküldür.

Yusuf’a karşı nazlanma, güzellik iddia etme! Yakubcasına niyâz etmek ve ah eylemekten başka bir şey yapma!

Dudunun ölümünün mânâsı niyâzdı. Sen de niyâz ve yoksullukta kendini ölü yap!

İsa’nın nefesi seni diriltsin, kendisi gibi güzel ve mutlu hâle getirsin!

1905. Baharların tesiriyle taş yeşerir mi? Toprak ol ki renk renk çiçekler bitiresin.

Yıllarca gönüller yırtan, kalplere elem veren taş oldun; bir tecübe et de, bir zaman da toprak ol!

Yüce Pîr Mevlâna ne güzel söyler, selâm olsun üzerine… “Ey insan, Allah’a yakın olmak istersen, kendini toprağa benzet. Toprağı herkes çiğner basar, toprakta türlü türlü çiçekler yeşerir, Âdemoğlu başına taç yapar.”

En güzel koku gül kokusu, yâni Hazreti Muhammed Efendimizin kokusudur. O’nun tertemiz, mânâ dolu hakîkat sözleridir.

Yüce Pîr Mevlâna’ya sormuşlar: “Hazreti Muhammed cihanın gülü idi. Bu güzel gül soldu, gitti. Şimdi biz o kokuyu nereden alacağız?” 

Hazreti Pîr hiç tereddüt etmeden, “Gülün kokusunu gülsuyundan alacaksınız. O gülsuyu bizleriz. O kokuyu Evliyâullah’tan alacaksınız. Hazreti Muhammed’den ne öğrenmek istiyorsanız bize sorarsınız” diye cevaplamış.

“Cenâb-ı Mevlâna, son nefesine kadar Hazreti Muhammed Efendimizi yaşatmaya yola çıkmıştır” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve, “Hakîki bir gül hem güzel renkli hem de güzel kokuludur; ama eğer aşılanmamışsa ne güzel bir rengi olur ne de kokusu. Bir insan da, bir velînin yaşamını araştırıp, onu kendisine bende etmeye çalışırsa oradan aşı alır, insanlık kokmaya başlar” diye buyurur.

Nitekim, âyet-i kerîmede de, “Müjdeci gelip de gömleği Hazreti Yakub’un gözlerine sürdüğü vakit, ağlamaktan gözleri açıldı, görmeye başladı” diye buyrulur. (Yusuf, 96)

Hakk’ın tâlipleri de, kâmil bir mürşidin huzuruna gelip, onun sohbetlerinde sunduğu hakîkatleri dinleyince, kalb gözleri açılır, görmeye başlarlar. Çünkü kâmil mürşidin sözleri ruha hitâb eder, gönüle hitâb eder. Bir bakıma, mürid Yakub gibidir; Yusuf ise mürşid-i kâmil.

Zîrâ, Mevlâna’nın Yusuf’u, Şems’tir ve bir gazelinde şöyle seslenir: “O gülün kokusuyla açıldı Yakub’un gözü; bizim Yusuf’umuzun kokusunu getiren rüzgârı da hor görme, can Yusuf’u kimdir? Tebrizli padişah Şems…”

Kasîde:

“Hepsi de yediler, içtiler, gittiler. Bir ben kaldım, bir de sen! Beni buldun, artık ham kişinin sohbetini arama!

Gönül evi, güzel ay yüzlülerle doludur. Bunların bir kısmı, Züleyhâ yüzlü, bir kısmı da Yusuf yüzlüdürler.

Ey aşk! Ben senin kulunum, sen pek güzelsin, iyi huylusun. Senin yüzün de güzel, huyun da!

Sen, meclisin neşesisin, heyecanısın. Herkesin âb-ı hayatısın. Senin yüzünden herkes bayağı duygulara, boğaza düşkünlüğü unutmuş, baştan başa gönül hâlini almıştır.

Ey gönül Senin gözün benim gözümden daha keskin. Bana söyler misin? Şu yolun başında duran, yüzü güneş gibi, ay gibi parlak olan kimdir?

Yoksa o, aşk mıdır? O, zaten insana benzemiyor. Padişahlar bile onun kapısında köle olmuştur.

Güneş de gök de ondan parıltı çalmış, Yusuf güzelliğini, gömleği de kokusunu ondan almıştır.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXLIII

“Ne tecellî etti aman Allah’ım gör hakîkati, ‘Kün’ dedi hâlk etti tüm mevcudâtı.” Hasan Dede

Aman yâ Rabbi! Her an yokluk âleminden varlık âlemine katar katar yüzbinlerce kervan gelip durmakta!

Hele her gece, bütün ruhlar, bütün akıllar, o uçsuz bucaksız derin denizde batar, yok olurlar.

1885. Yine sabah vakti, o Tanrı’ya mensûb ruhlar ve akıllar, balıklar gibi denizden baş çıkarırlar.

Güz mevsiminde o yüzbinlerce dal, yaprak; bozguna uğrayıp ölüm denizine gider.

Kara kuzgun; yaslılar gibi siyahlar giyinerek, bağlarda, yeşilliklerin mâtemini tutar.

Varlık köyünün sahibinden, yokluğa, “Yediklerini geri ver” diye tekrar fermân çıkar.

“Ey kara ölüm; nebattan, ilaç olacak otlardan, köklerden, yapraklardan ne yedinse geri ver!” 

1890. Kardeş, bir an için aklını başına al! Sende de her an hazan ve bahar var.

Gönül bahçesinin yemyeşil, ter ü taze goncalar, güller, serviler ve yaseminlerle dolu olduğunu gör!

Yaprakların çokluğundan dal gizlenmiş; güllerin fazlalığından kır ve köşk görünmüyor.

Akl-ı Küll’den gelen bu sözler de, o gül bahçesinin, o servi ve sümbüllerin kokusudur.

Gül olmayan yerden gül kokusu geldiğini, şarap olmayan yerde şarabın kaynayıp coştuğunu hiç gördün mü ki?

Kâinat her gün kendisini yenilemektedir. 

Hazreti Ali Efendimizin, selâm olsun üzerine, şu görünen âlem için, “Dünya, bir anlık zamandan ibârettir” dediği gibi gelip geçicidir, fakat mânâ öyle değil… Mânâ, dâimî ve bâkîdir.

Mevlâna’mız, selâm üzerine olsun, şöyle buyurur: “Müşkülünü çözen, seni hakîkate ulaştıran bilgiyi, ölüm gelip çatmadan önce iste, öğrenmeye çalış. Aklını başına al da; şu dünyayı, yâni var gibi görünen yoğu bırak, yok gibi sandığın varı iste!”

“İnsanoğlunun yaratılıştan beri en büyük korkusu ölüm olmuştur” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, ve şöyle devam eder: “Sonrasını bilememek, dünyadan ayrılacak olmak, ölümü korkutucu hâle getirir. Ancak hakîkat bilgisi ile doldukça korkulara yer olmadığı anlaşılır. Her şey yokluktan varlığa kavuşur. Ölmekteki asıl mânâ nefsin kötü huylardan arınması, mânevî güzelliklere kavuşmasıdır. Bir kişi bu şekilde ölmediyse eğer, diri olamaz.”

“Ey kara ölüm!” diye sesleniyor Yüce Pîr Mevlâna… Ölüme, ‘kara’ diye hitâb etmesindeki maksat ise, insanın maddî suretine işarettir, oysa insanın mânevî sureti nurdan ibârettir, ki Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîsi-i şerîfinde, “Allah, halkı muhakkak zulmette yarattı; sonra onların üzerine nurunu saçtı” diye buyurur.

Nitekim, Peygamber Efendimiz başka bir kudsî hadîs-i şerîfinde de, “Cenâb-ı Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur. Âdem çamurla balçık arasındayken ben Peygamberdim” diye buyurur.

Hasan Dedemiz yine der ki, “Yaratılış olarak Hazreti Âdem insanların atası kabul edilse de, ruh ve mânâ olarak Hazreti Peygamberimiz tüm insanlık âleminin atasıdır.”

İnsanın düşünceden ibaret olduğunu söyleyen Yüce Pîr Mevlâna, “Ey saf adam, bu ağaç, ilim sahibindeki ilimdir” der, “Pek yüce, pek büyük ve etrafa yayılmış bir ağaçtır o! Hatta ağaç da ne demek her tarafı kaplayan deniz gibi âb-ı hayattır! Sen surete kapılmış yolunu yitirmişsin. Mânâyı elden bıraktığın için onu bulamıyorsun. Ona gâh ağaç derler, gâh güneş. Gâh deniz adını takarlar, gâh bulut! Hulâsâ o öyle şeydir ki yüz binlerce eseri var. En aşağılık hassâsı, sahibine ebedî bir hayat bağışlamasıdır. Tektir ama binlerce eseri, nişânesi var. O bire sayısız adlar gerek.”

Son perdenin, insanın kendisi olduğunu söyleyen Hasan Dede, “O perde de kalkınca ardından ebedî dirilik başlar” der. Fakat buraya da akılla ulaşılamayacağını belirterek, tüm perdeleri yakanın aşk olduğunu dile getirir ve “İki dünyada da kurtuluş sevgiyle olur, aşkla olur. Ağacın yaprakları, çiçekleri kökten haber verir. İnsanın sözleri, davranışları, yaşayışı da onun özünün delilleridir” diye buyurur.

‘Gül olmayan yerden gül kokusu geldiğini, şarap olmayan yerde şarabın kaynayıp coştuğunu hiç gördün mü ki?..’

Kasîde:

“Neşeli ilkbahar, dost elçisi olarak ötelerden çıkageldi! Dosttan gelen bu elçi, bizi çok sevindirdi; yerimizde duramıyoruz; kararsızız, mestiz, aşığız, mahmuruz! 

Ey göz, ey gönül çerağı! Siz de, hasret kaldığınız çemen güzellerini, yeşillik dilberlerini artık beklemeyiniz; onların hepsi de geldiler! Haydi; onları görmek için bahçeye çıkınız! 

Çıkınız; bahçelere, çayırlıklara, çemenliklere gayb âleminden tanımadığınız garip kişiler geldiler, kondular; gelenleri karşılamak, onlara; ‘Hoşgeldiniz!’ demek, hatırlarını sormak âdettir! 

Görmüyor musunuz? Gül, ötelerden kokular getirdi, güzel renkler getirdi; bahçede gelişini kutlamak istiyor! Diken, beraber yaşayacağı güler yüzlü efendisinin yüzünü seyretmek için süslendi, güzelleşti! 

Ey servi ağacı! Kulak ver de dinle ki; süsen, seni övmek, senin boyunu posunu anlatmak için ırmak kıyısına gitti; orada baştan ayağa kadar dil kesildi!

Gonca, düğüm düğüm olmuş bir hâlde gül fidanında sallanıp duruyor ama, senin lütfun düğümleri çözer de, goncalardan hoş kokulu, güzel renkli güller açılır! Zaten senin lütfun, ihsanın toprağa akseder de, o toprakta çeşit çeşit, renk renk çiçekler biter; sonra, o çiçekleri yine geldikleri yere saçar, döker! 

Sanki kıyâmet koptu da, geçen sene aralık ayında çürüyüp gidenler, ocak ayında donanlar, ölüp gidenler kutlu ilkbahar gelince dirildiler, topraktan baş çıkardılar! 

Ölmüş tohum dirildi, tekrar hayata kavuştu! Böylece, şu kara toprağın gizlediği sır, şimdi meydana çıktı, kendini gösterdi! 

Meyveli dallar, ötelerden canlılara yararlı armağanlar getirdikleri için neşe ile nazlanmadalar! Meyvesi olmayan kökler, eli boş geldikleri için utandılar da, yaprakların arkasına gizlendiler! 

Madde âleminde böyle olduğu gibi, mânâ âleminde de can ağaçları böyle olur! İyi ağaç, verimli ağaç belli olur, meydana çıkar, mânevî meyveler verir; kötü ağaç da, verimsiz, bahtsız, zavallı bir hâlde kalır!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXLI

“Ârif, sen sustuğun hâlde, senin sırrından bahseden kimsedir.” Mevlâna

Nefs çok övülmesi yüzünden Firavunlaştı. Alçakgönüllü, hor, hakîr ol; ululuk taslama!

Elinden geldikçe kul ol, sultan olma! Top gibi zahmet çekici ol, çevgân olma!

Yoksa; senin bu letâfetin, bu güzelliğin kalmayınca, seninle düşüp kalkanlar, senden usanırlar.

Evvelce seni aldatıp duranlar, o vakit seni görünce “Şeytan” adını takarlar.

1865. Seni kapı dibinde görünce hepsi birden “Mezarından çıkmış hortlak” derler.

Genç oğlan gibi. Ona önce Tanrı adını takarlar, bu yaltaklıkla tuzağa düşürmek isterler.

Fakat kötülükte adı çıkıp da zaman geçince, bu kötülükte sakalı çıkınca; artık ona yaklaşmaktan şeytan bile utanır.

Şeytan, adamın yanına bir kötülük için gelir; senin yanına gelmez. Çünkü sen şeytandan da betersin.

Şeytan, sen insan oldukça izini izler, ardından koşar, sana şarabını tattırır.

1870. Ey bir işe yaramaz adam! Şeytan huyunda ayak direyip şeytanlaşınca senden şeytan da kaçmaktadır.

Eteğine sarılan kimse de, sen bu hâle gelince senden kaçar!

Âriflerin Menkîbeleri’nde rivâyet edilir ki: “Bir gün İslâm Sultanı İzzeddin Keykavus, Mevlâna Hazretlerini ziyarete gelmişti. Mevlâna ona gerektiği gibi iltifat etmeyip bilgiler saçmakla ve nasihatlerle meşgul oldu. 

İslâm Sultanı kul gibi tezellül gösterip: ‘Mevlâna Hazretleri bana bir nasihat versin’ dedi. 

Mevlâna: ‘Sana ne öğüt vereyim. Sana çobanlık emretmişler, sen kurtluk ediyorsun. Sana bekçilik emretmişler, sen hırsızlık yapıyorsun. Tanrı seni Sultan yaptı, sen şeytanın sözü ile hareket ediyorsun’ buyurdu. 

Sultan ağlayarak dışarı çıktı, medresenin kapısında başını açıp tövbeler etti ve, ‘Ey Tanrı, Mevlâna Hazretleri bana sert sözler söyledi ise de, senin için söyledi. Ben zavallı kul da bu alçakgönüllülüğü senin padişahlığından ötürü gösteriyor ve sana yalvarıyorum. Bu iki riyâsız sıdkın hürmetine bana merhamet et’ dedi ve şu iki beyiti söyledi: 

‘Nemli olan iki gözümün yaşına, ateş ve gamla dolu olan sineme merhamet et. 

Ey rahmeti her çoktan çok, her azdan az olan ben kuluna merhamet et.’

Mevlâna Hazretleri salına salına dışarı çıktı onun gönlü­nü alıp: ‘Git, yüce Tanrı sana merhamet etti ve seni bağışladı’ buyurdu.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Her kim ki birisinin kendisine kıyâm etmesini isterse, oturmak için kendisine ateşten bir yer hazırlasın” diye buyurur.

“Kıyâm ancak Allah’ın huzurunda yapılır. Kendisine kıyâmda bulunulmasını isteyen kişide kibir vardır. İnsanlıktan çıkmış Firavun sıfatına girmiştir” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şu şiiri dile getirir:

“Kendini bil ey insan, bin sır ile Tanrı yüklemiş seni. 

Sen aynasın, O’dur güzelliğin sultanı ey insan. 

Âlemde ne varsa sendedir her ân için, 

Sen sende ara kendini, kendini tanı ey insan. 

Tüm sende olan sırlar açıklansa eğer, 

Gül bahçesi olurdu gök ile yer, ey insan. 

İnsandan silinsin şu kibir, gör o zaman, 

Her Firavun sanki Musa Peygamber ey insan. 

Dünyada ilk son varlıksın ey insan, 

Allah katında tek varlıksın, 

Halîfe-i Hakk’sın ey insan. 

Yerin göğün tek varlığı, kâinatın nurusun ey insan. 

Âlemler sende zuhûr oldu, sen Hakk’sın ey insan…”

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, buyurur ki: “Firavun, ben Tanrı’yım, dedi, alçaldı. Mansur, ben Hakk’ım, dedi, kurtuldu. O, ‘Benim’ deyişin ardından hemen Tanrı lâneti ulaştı. Fakat ey seven kişi, bu ‘Benim’ deyişin ardından hemen Tanrı rahmeti ulaştı. 

Çünkü o kara taştı, bu akîk. O, nura düşmandı, bu aşık. Bu ‘Benim’ demek, a boşboğaz, hakîkatte ‘O’dur demektir. Fakat iki nurun birleşmesi gibi de değil, bir şeyin bir şeye sızması gibi de değil. 

Çalış da taşlığın azalsın, lâl ol da taşın nurlansın. Savaşmada, zahmet çekmede sabırlı ol da ânbeân yoklukta varlık bul. Sende her zaman taşlık sıfatı azalsın, lâl sıfatı kuvvetlensin. Bedenden varlık sıfatı gitsin, başındaki sarhoşluk çoğalsın. Kulak gibi tamamiyle kulak ol da sana lâl küpe takılsın. 

Kuyu kazan adam gibi sen de adamsan şu bedenin kuyusunu kaz da suya ulaş. Fakat duru suyun Rabbinden bir cezbe gelirse kuyu kazmadan da su yerden fışkırır. Yalnız sen buna kulak asma da kazmaya savaş. Yavaş yavaş kuyunun toprağını deş, derinleştir. 

Kim zahmet çekerse defineyi elde eder. Kim çalışır çabalarsa devlete ulaşır. Peygamber, ‘Rükû ve secde varlık halkasını Tanrı kapısına vurmaktır’ dedi. Kim o kapının halkasını döverse elbette ona devlet başgösterir.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXIX

Halkın, bir kişiyi ululamasının ve halk tarafından parmakla gösterilmenin kötülüğü.

Ten, kafese benzer. Girenlerin, çıkanların, insanla dostluk edenlerin aldatmasıyla can bedende dikendir.

Bu, “Ben senin sırdaşın olayım” der. Öbürü, “Hayır, senin akrânın, emsâlin benim” der.

1845. Bu der ki: “Varlık âleminde güzellik, fazîlet, iyilik ve cömertlik bakımından senin gibi hiçbir kimse yok.”

Öbürü der ki: “İki cihan da senindir. Bütün canlarımız, senin canına tâbîdir.”

O da, halkı, kendisinin sarhoşu görünce kibirlenir, elden, avuçtan çıkmaya başlar.

Şeytan onun gibi binlerce kişiyi ırmağa atmıştır!

Dostluk hakkında, “Dost, sen yokken de sana dostluk edendir. Nice uzak vardır ki yakından daha yakındır; nice yakın vardır ki uzaktan da uzak” diye buyuran Hazreti Ali Efendimiz, selâm üzerine olsun, kendisi hakkında aşırı gitmenin hükmü hakkında da şöyle buyurur: “Bizim hakkımızda aşırı gitmekten sakının. Bizim hakkımızda, ‘Allah’ın rubûbiyeti altında olan kullar’ deyin, sonra bizim fazîletimizde, istediğiniz şeyi söyleyebilirsiniz.

Özünde Allah’ın ululuğunu duyan, kalbinde bu ululuk yer eden kişiye, Allah’tan başka her şey küçük görünür; Allah’ın ululuğunu bilip ululanmayan kişiye Allah’ın lütfu da, ihsânı da pek büyük olur. 

Buyruk sahiplerinin iyilerce en aşağı sayılan hâli, övünmeye kalkışmaları, kendilerini beğenmeleri, kibirliliklerini gösteren durumlara düşmeleri, bu çeşit hareketlere kalkmalarıdır.”

Nitekim, “Yokluk benim iftihârımdır” diye buyuran Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, yine bir hadîs-i şerîfinde, “Kul gibi yerim, kul gibi otururum” diye seslenir.

Hasan Dede, selâm üzerine olsun, bu hadîs-i şerîfle ilgili şu açıklamayı yapar: “Peygamber Efendimizin, bu sözleriyle bizlere anlatmak istediği, kendisinin toplum içinde veya değilken bile, kibirli bir duruş ve ulu bir tavır içinde olmaktan sakındığıdır. 

Hattâ kendisini öylesine yoklukta tutmuştur ki, söylediği her söze, ‘Allah, benden buyurdu’ diyerek başlamıştır. Allah’a adanmış olan peygamberliğinin işareti, tevâzu ile beraber kemâlatının ve ahlâkının yüceliğidir.

Zîrâ kimliğine eren kişi, kendine ait hiçbir şeyin olmadığını bilir. Kendindeki her şeyin Allah’a ait olduğunu bilir. Yoklukta durup Allah’ın varlığını kendi vücudunda seyreder.

Biz kalenderiz. Bu güzelikler bizde varlığını ne kadar çok gösterirse, biz o kadar alçalırız. İşimiz bu bizim; yokluğa bürünmek! Kendimizi yoklukta tutmak.”

Ne kadar güzel söyler Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine…

“Ben varlığı yoklukta buldum, onun için varlığı yokluğa fedâ ettim. 

Padişahların hepsi kendilerine karşı alçalana alçalırlar. Bütün halk, kendisine sarhoş olanın sarhoşudur. 

Padişahlar, kendilerine kul olana kul olurlar. Halk umûmiyetle kendi yolunda ölenin yolunda ölür. 

Dilberler, aşıkları canla başla ararlar. Bütün maşuklar aşıklara avlanmışlardır. 

Allah dedi ki: Ey haramdan, şüpheli şeylerden sakınan! Kullarımın arasına gir ki bu suretle beni görme cennetine erişesin.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXVII

“Mutlak büyü nedir, gözlerinden öğrendim; aşkından, can mumunu yaktım, parlattım… Gözlerimi yüzüne dikmişim; kem gözler hâlimden ırak olsun, nazar değmesin bu hâle.” Mevlâna

Kim güzelliğini mezada çıkarırsa ona yüzlerce kötü kaza yüz gösterir.

1830. Düşmanların kem gözleri, kin ve gayızları, hasetleri; kovalardan su boşalır gibi başına boşalır.

Düşmanlar kıskançlıklarından onu parça parça ederler; dostlar da ömrünü hevâ ve hevesle zâyi eder, geçirirler.

Bahar zamanı, ekin ekmekten gâfil kişi, bu zamanın kıymetini ne bilsin!

Tanrı lütfunun himâyesine sığınman gerektir. Çünkü Tanrı, ruhlara yüzlerce lütuf döktü.

Tanrı’nın lütfuna sığınman gerek ki bir penâh bulasın. Ama nasıl penâh? Su ve ateş bile senin askerin olur.

1835. Nuh’a ve Musa’ya deniz dost olmadı mı? Düşmanlarını da kinle kahretmedi mi?

Ateş, İbrahim’e kale olup da Nemrud’un kalbinden duman çıkarmadı mı?

Dağ, Yahya’yı kendisine çağırarak ona kasdedenleri taşlarıyla paralayıp sürmedi mi?

Ey Yahya! Kaç, bana gel de keskin kılıçlardan seni kurtarayım, demedi mi?’ dedi” diye cevap verdi.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, “Bir başkasının yaptığı işleri görüp de kıskanma, sen de çalış daha iyisini yapmaya bak” diye buyurur ve bir beyitinde şöyle seslenir: “Şarap, sırlar küpünde şunun için köpürür: Kim, her şeyden geçmişse o şarabı içer. Ulu Allah, ‘İyi kişiler içerler’ demiştir. Senin içtiğin şarap haramdır. Biz, helâl olan şaraptan başka şarap içmiyoruz. Çalış da yokluktan varlığa ulaş. Allah şarabıyla sarhoş ol.”

Sultan Veled Hazretleri de, “Mertlik başkalarıyla savaşmak değildir. Asıl mertlik ve Rüstemlik kendi nefsiyle savaşmaktır” der.

“Her şeyimizi Allah için fedâ etmemiz lâzım” diye buyurur Hasan Dede, “O zaman, Allah bize sahip çıkmaz mı? Çıkar… O vakit, Allah bizi bizden satın alır. O baştan aşağı sevgidir; O baştan aşağı vericidir; O baştan aşağı ışıktır, nurdur. O karşılıksız verendir; hepimizi seven, hepimizi büyüten, besleyen, geliştirendir. 

Her zaman söylüyoruz… İnsan, Allah’ın halîfesidir, O’nun temsilcisidir. Evet, tam mânâsıyla insan olmak, Allah’ı taşımak kolay değildir. Bu yüzden, o güce, o kuvvete erişmek için işler biraz ağır olur. Fakat madem ebedî bir yaşam istiyoruz, o zaman nefsimizi zorlayacağız.”

Yüce Pîr Mevlâna yine çok güzel buyurur ve der ki: “Halk, savaş safında Allah için canları ile oynar. Birisi Eyüp gibi belâlara düşer, öbürü Yakup gibi sabreder. Yüz binlerce susuz ve muhtaç kişi, Allah için tamaha düşer, çalışır durur. Ben de suçları yarlıgayan, örten Allah için bu kapıdan sahur davulu çalıyorum, benim de ümidim onda. 

Parasını almak için müşteri mi istiyorsun? Gönül, Allah’tan daha iyi müşteri nerede var? Malından pis dağarcığı alır, sana kendinden ışıklanan bir gönül nuru verir. Hakîkatte yok olan şu buz kesmiş bedeni alır, vehmimize sığmaz bir saltanat ihsân eder. Birkaç katra göz yaşı alır, şekerlerin, balların hased ettiği kevseri bağışlar. Sevdalarla, dertlerle dolu ah’ı alır, her ah’a karşılık yüzlerce kârlı mevkii lütfeder. Gözyaşı bulutunun sürdüğü ah bulutu yüzündendir ki Halil’e ‘fazla ah eden’ dedi. 

Gel de hemen şu eşi olmayan alışverişi durmayan pazarda eskileri sat, hazır ve elde bir olan beyliği al. Eğer bir şüphe gelir de yolunu vurursa ticarette bulunan Peygamberleri kendine senet yap. O padişahlar padişahı, onların talihlerini öyle yâver etti, onlara öyle bir baht verdi ki dağlar bile onların pılı pırtılarını çekmeye muktedîr değildir.”

Şiir:

“Ah dostlar! Ali’ye yüz tutanlarız biz,

Ali ile yola düşenleriz biz. 

Ah dostlar! Hâşâ… 

Ok, hançer yarasından korkmayız biz. 

Ayağımızın bağlanmasından, 

Başımızın gitmesinden korkmayız biz. 

Ah dostlar! 

Ateş gibi gidenleriz, 

Cihana nur saçanlarız, 

Cehennemi içenleriz biz, 

Halkın dedikodusuna metelik vermeyiz biz. 

Ali’yi giyindik, Ali ile yola düştük, 

Cihan durdukça Ali ile âli kalacağız biz. 

Ali’nin demine Hu…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXVI

Tâcirin, ölü duduyu kafesten dışarı atması ve dudunun uçması.

Tâcir ondan sonra duduyu kafesten dışarı attı. Duducuk, uçup bir yüksek ağacın dalına kondu.

1820. Güneş, ufuktan nasıl süratle doğarsa, o dudu da, o çeşit uçtu.

Tâcir, hiçbir şeyden haberi yokken kuşun esrârını görünce bu işe şaşırıp kaldı.

Yüzünü yukarı çevirip, “Ey bülbül! Hâlini bildir, bu hususta bize de bir nâsib ver!

Hindistan’daki dudu ne yaptı da sen öğrendin, bir oyun ettin, canımızı yaktın!” dedi.

Dudu dedi ki: “O, hareketiyle bana nasihat etti, ‘Güzelliği, söz söylemeyi ve neşeyi bırak.

1825. Çünkü söz söylemen seni hapse tıktı’ dedi. Bu nasihati vermek için ölmüş gibi yaptı.

Yâni, ‘Ey avama karşı da, havassa karşı da nağme ve terennümde bulunan! Benim gibi öl ki kurtulasın.

Tane olursan seni kuşcağızlar, toplayıp yerler; gonca olursan oğlancıklar koparırlar.

Taneyi gizle, tamamiyle tuzak ol. Goncayı sakla, damdaki ot ol…

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir beyitinde şöyle seslenir: “Can kuşunun kanatları bitip de beden yumurtası kırılınca, can Câferlik göstermek, yâni uçmak, ötelere geçmek için Câfer-i Tayyâr olur.”

Ve yine şöyle buyurur Mevlâna…

“Gönüllerini cilâlamış olanlar; renkten, kokudan kurtulmuşlardır. Her nefeste zahmetsizce bir güzellik görürler. Onlar, ilmin kabuğundaki nakşı bırakmışlar, âynel yakîn bayrağını kaldırmışlardır. Düşünceyi bırakmışlar, aşinâlık denizini bulmuşlar, bilişikte yok olmuşlardır. Herkes ölümden ürker, korkar. Bu kavimse ona bıyık altından gülmektedir. Kimse onların gönlüne gâlib gelmez. Sedefe zarar gelir, inciye değil. Allah’ın doğruluk makâmında oturanların, orasını yurt edinenlerin derecesi; arştan da yücedir, kürsüden de, boşluktan da!..”

“İnsan, her nefeste her an ölüyor ve diriliyor. Yâni bu demek oluyor ki, ölüm şimdi, şu anda gerçekleşiyor” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve devam eder, “Ölümden korkuyorsan aşık olamazsın. Aşktan korkuyorsan mânevî dünyaya giremezsin. 

Aşk için, ‘Aşk büyük bir kumardır’ denilir. Yâni aşka tutulan her şeyini kaybeder. Bu söz çok yerinde söylenmiştir. Peki neden aşka tutulan her şeyini kaybeder? Çünkü bir insan aşka girdiği zaman artık onun parada, pulda, dükkânda, malda, mülkte, zâhirî arkadaşlarda gönlü olmaz. Hepsi onun gönlünden teker teker silinir. Görünüşte bunlar kayıp gibi görünür ama hakîkatte öyle bir kazancı olmuştur ki, o gönlünü verdiği Sevgili, ona hem kendini bağışlamıştır, hem de dünyayı bağışlamıştır. Artık ondan daha zengini yoktur.”

Yüce Pîr Mevlâna, “Suret suretsizlikten çıktı, yine suretsizliğe döndü. Zîrâ biz yine Allah’a döneceğiz” der, “Şu hâlde sen her göz açıp kapamada ölüyor, diriliyorsun. Mustafa, ‘Dünya bir ândan ibarettir’ buyurdu. Bizim fikrimiz havada bir oktur. Havada nasıl durur? Allah’a gelir. Her nefeste dünya yenilenir.”

Şiir:

“Geçince şu ömrün nev-i baharı, 

Tenlerimiz solup toprağa düşer. 

Son nefeste yâd etmezsen o Yâri, 

Aşkın kıymeti hep ayağa düşer. 

Cihan Sultanım Mevlâna’m, 

Bizi bağlamıştı bir zülfünün teli, 

Nice yıllar esti o sevda yeli, 

Görünmeden akan şu hayat seli, 

Ne bir deryâ ne bir ummâna düşer. 

Dede der, var gidelim, 

Cihan Sultanı Mevlâna’nın yoluna, 

Mevlâna aşkı hep kalblere dolunca, 

Mevlâna’ya lâyık bir de sevgi olunca, 

Gönül bülbül olup o bağa düşer…

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXX

Hâkim Senaî’nin “Seni yoldan alıkoyan şey; ister küfür sözü olsun, ister iman… Seni dosttan uzak düşüren nakış; ister çirkin olsun, ister güzel… İkisi de birdir” sözü ve Peygamber sallallahu aleyhi vessellemin “Sa’d, çok kıskançtır, ben Sa’d’dan daha kıskancım, Tanrı ise benden de kıskançtır. Kıskançlığından dolayı görünür, görünmez bütün kötülükleri haram etmiştir” hadîsi.

Hakk, kıskançlıkta bütün âlemden ileri gittiği içindir ki, bütün âlem kıskanç oldu.

O, can gibidir, cihan beden gibi. Beden; iyiyi, kötüyü, canın tesiriyle kabul eder.

Kimin namazında mihrâb ve kıblesi Ayn olursa onun tekrar iman tarafına gitmesini ayıp ve kusur bil.

1760. Padişaha esvapçıbaşı olan kişinin, padişah hesabına ticarete girişmesi ziyankârlıktan ibarettir.

Padişahla birlikte oturan kimsenin padişah kapısında oturması yazıktır, aldanmaktır.

Bir kimseye padişahın elini öpme fırsatı düşer de o, ayağını öperse bu, suçtur.

Her ne kadar ayağa baş koymak da bir yakınlıktır, fakat el öpme yakınlığına nispetle hatadır, düşkünlüktür.

Padişah, birisi yüzünü gördükten sonra başkasına meylederse kıskanır.

1765. Tanrı’nın gayreti buğdaya benzer, harmandaki saman da insanların kıskançlığıdır.

Kıskançlıkların aslını Hakk’tan bilin. Halkın kıskançlıkları, şüphe yok ki Tanrı kıskançlığının feridir.

Bunu anlatmayı bırakayım da o, on gönüllü hercaî sevgilinin cefâsından şikayet edeyim…

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “Allah o kadar kıskanç ki, hep O sevilsin ister. Her şey O’na ait olduğu için başka bir yere bakarsan yine O’nunla bakmanı, O’nun sevgisi ile sevmeni ister” der ve şöyle devam eder:

“Hazreti Muhammed, bizim iman ettiğimiz yerdir. Hazreti Muhammed’in her sözüne inandık, iman ettik. O, her zaman Allah’ın büyüklüğünden, güzelliklerinden dil döktü, insanların gönüllerini fethetti, kendini sevdirdi. Bazılarını da kendisine aşık etti. O’na, ‘İmanım’ dediler. Hem dinim, hem imanım. Yâni O, sonsuz Sevgilim benim. Artık ben O’nun dışına çıkmam. Bakın iman ettiği yer onun mihrâbı artık. Allah’ın güzelliklerini orada görüyor, her şeyini O olarak görüyor. Gördüğü içindir ki oraya iman ile bakıyor. Her zaman ne diyoruz; her şeyin üstünde imandır!”

Selâm üzerlerine olsun, Hazreti Muhammed’in arslanı Hazreti Ali Efendimiz de çok güzel buyurur: “Tavanım, damım yıkıldı ama nura gark oldum. Toprağın atası, Ebu Turâb, oldumsa da bahçe kesildim. Benim sakınmam ancak Allah içindir, vermem de… Tamamı ile Allahınım, başkasının değil. Allah için ne yapıyorsam bu yapışım, taklit değildir; hayale kapılarak, şüpheye düşerek de değil. Yaptığımı, işlediğimi, ancak görerek yapıyor, görerek işliyorum. Ben görmediğim Allah’a ne inanırım, ne iman ederim. Zîrâ ben Rabbimi kalbimle gördüm…”

Ahmed Eflâkî Dede, selâm olsun üzerine, Âriflerin Menkîbeleri’nde şöyle rivâyet eder:

“Arkadaşların en gözdeleri rivâyet ettiler ki: Selçukoğulları devletinin yıkılmasının ve yok olmasının sebebi şu idi: Sultan Rükneddin, Mevlâna Hazretlerine mürid olup onu kendine baba yaptıktan bir zaman sonra eşi benzeri olmayan büyük bir toplantı (iclâs) yaptırdı. Derler ki o zamanda Şeyh Baba-yi Merendî denilen ihtiyar bir adam vardı. Riyâzet sahibi, zâhid ve bilgin (müteressim) bir adamdı. İnsan yüzlü bir takım şeytanlar bu şeyhle arkadaş olmuşlardı. Bunlar, sultanın yanında bu şeyhi o kadar övdüler ki sultan onun sohbetini büyük bir arzu ile istedi. 

Nihayet emretti, sarayın holünde (Taşthâne) bir semâ tertib edip tam bir ikrâmla Şeyh Baba-yi Merendî’yi getirdiler. Bütün büyükler onu karşılayarak çok izâz ve ikrâmla başköşeye oturttular. Sultan da bir kürsü koyarak kendi tahtının yanında oturdu. O sırada Mevlâna içeri girdi, selâm verip bir köşeye çekildi. Kur’ân-ı Mecid’in okunmasından sonra muarrifler, fasıllar okudular. İslâm sultanı, Mevlâna Hazretlerine bakarak: ‘Hüdâvendigâr’ın, ulu şeyh ve bilginlerin malûmu olsun! Bu hâlis kul, şeyh Baba hazretlerini baba edindi, o da beni oğullu­ğa kabul etti,’ dedi. Orada bulunanların hepsi: ‘Aferin, mübârek olsun,’ dediler. 

Hüdâvendigâr Hazretleri, kıskançlığından; ‘Gerçekten Sa’d çok kıskançtır, ben Sa’d’dan daha kıskancım, Tanrı da benden daha kıskançtır. Eğer sultan onu baba edindi ise, biz de kendimize, başka birini oğul ediniriz,’ dedi ve nârâ atarak yalınayak çıkıp gitti.

Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri rivâyet etti ve dedi ki: Mevlâna Hazretleri dışarı çıkınca sultanın tarafına baktım, sultanın başsız oturduğunu gördüm. Hemen darbe yedi. Bilginler ve şeyhler, Mevlâna’nın arkasından koş­tularsa da o dönmedi.”

Beyit: 

“O gönül bekçisi, o cana şerefler veren eşsiz varlık, pek kıskançtır! Onun kıskançlığına karşılık siz de yüzünüzü ondan başkasına, yabancılara çevirmeyiniz!”