MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XCIX

Tavşanın, av hayvanlarına “Arslan kuyuya düştü” diye müjde götürmesi.

1338. Tavşan kurtulduğuna sevinerek ovaya, av hayvanlarına koştu.

1339. Arslanın kuyuda öldüğünü görünce çayıra doğru, döne oynaya gitmekteydi.

1340. Ölümün pençesinden kurtulduğundan ayağı yerden kesilmiş, sevinmiş; el çırpmakta; dallar, yapraklar gibi yeşermiş neşelenmiş, oynamaktaydı.

1341. Dallar, yapraklar, toprak hapsinden kurtulunca başlarını yükseltir, rüzgârın eşi, arkadaşı olurlar.

1342. Yapraklar, daldaki tomurcukları yarıp çıkınca ağacın ta üstüne çıkar.

1343. Her meyve ve her yaprak, tomurcuğunun diliyle Tanrı’nın şükrünü terennüm eder.

1344. Bizim aslımızı, ihsân sahibi Tanrı yetiştirdi de, nihâyet ağaç kalınlaştı, doğrulup yükseldi.

1345. Su ve çamur içinde olan canlar da bataklıklardan, su ve çamurdan kurtulunca gönülleri sevinç dolu bir hâlde,

1346. Tanrı aşkının havasında raksederler; ayın ondördü gibi noksansız ve tam bir hâle gelirler.

1347. Tenleri oynayıp durur, ya canları ne hâldedir? Sorma! Tamamiyle can olanlara gelince onları hiç sorma!

1348. Tavşan, arslanı zindana soktu. Arslan için ne ayıp şey; bir tavşancıktan geri kaldı.

1349. Böyle bir ayıba sahip olduğu hâlde şaşılacak şey şudur ki bir de kendisine Fahreddin lâkâbını takmalarını ister!

1350. Ey kişi! Sen, bu dünya kuyusunun dibinde mahpus kalan bir arslansın. Tavşan gibi olan nefsin, seni nasıl kahretti?

1351. Senin tavşan nefsin sahrada yiyip içmekte, zevk ve sefâ etmekte. Sen ise şu dedikodu, bahis ve münâkaşa kuyusunun dibindesin!

1352. O arslan avcısı tavşan, av hayvanlarının bulunduğu yere koşup “Birbirinizi muştulayın. Size müjdeci geldi.

1353. Müjde, ey zevk ü sefâya dalmış olanlar! Müjde ki o cehennem köpeği, geldiği cehenneme gitti.

1354. Müjde! Tanrı, o can düşmanının dişlerini söktü! Pençesiyle nice başlar ezen düşmanı, ölüm süpürgesi çerçöp gibi süpürdü, gitti” dedi.

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, “Derviş Tanrısal olmalı, her şeyden münezzeh olmalı, ben Tanrı’yım diyebilmeli…” diye buyurur, fakat devamında da, “İyi amma uzatma” der, “çok çok sevgiler yüzünden yok olmadın, ölmüyorsun… Yok olursan, ölürsen o zaman onun varlığıyla var olursun, onunla dirilirsin. Böyle oldun mu da varlığa bey kesilirsin, sultan olursun, bengisuya dalarsın, ebedîlik mülkünü elde edersin…”

Nitekim bir şiirinde de şöyle seslenir bizlere…

“Beri gel, daha beri, daha beri.

Bu yol vuruculuk nereye dek böyle?

Bu hır gür, bu savaş nereye dek?

Sen bensin işte, ben senim işte.

Ne diye bu direnme böyle, ne diye?

Ne diye aydınlıktan kaçar aydınlık, ne diye?

Topumuz bir tek olgun kişiyiz, bir tek,

ne diye böyle şaşı olmuşuz, ne diye?

Zengin yoksulu hor görür, ne diye?

Sağ soluna yan bakar, ne diye?

İkisi de senin elin, ikisi de,

peki, kutlu ne, kutsuz ne?

Topumuz bir tek inciyiz, bir tek.

başımız da tek, aklımız da tek.

Ne diye iki görür olup kalmışız

iki büklüm gökkubbenin altında, ne diye?

Sen habire gevele dur bakalım,

habire ‘usul boylu birlik çam ağacı’ de,

sonu nereye varır bunun, nereye?

Şu beş duyudan, altı yönden

varını yoğunu birliğe çek, birliğe.

Kendine gel, benlikten çık, uzak dur,

insanlara karıl, insanlara,

insanlarla bir ol.

İnsanlarla bir oldun mu bir mâdensin, bir ulu deniz.

Kendinde kaldın mı bir damlasın, bir dâne.

Erkek arslan dilediğini yapar, dilediğini.

Köpek köpekliğini eder durur, köpekliğini.

Tertemiz can canlığını işler, canlığını.

Beden de bedenliğini yapar, bedenliğini.

Ama sen canı da bir bil, bedeni de,

yalnız sayıda çoktur onlar, alabildiğine,

hani bademler gibi, bademler gibi.

Ama hepsindeki yağ bir.

Dünyada nice diller var, nice diller,

ama hepsinde anlam bir.

Sen kapları, testileri hele bir kır,

sular nasıl bir yol tutar, gider.

Hele birliğe ulaş, hır gürü, savaşı bırak,

can nasıl koşar, bunu canlara iletir…”

“Akıl, ona derler ki gece gündüz, o tek sevgiliyi anlamak için düşüncelere dalar, çalışır çabalar, kıvranır durur, kararsız bir hâle düşer” der Mevlâna, “Akıl, pervâneye benzer, sevgiliyse mum gibidir. Pervâne, kendini muma vurur, yakar, helâk olur gider; fakat pervâne de ona derler ki o yanıştan zarar görse, elemlere düşse bile muma dayanamasın; kendisini atsın gitsin. Bir yaratık olsa da pervâneye benzese, fakat mumun ışığına dayansa, kendisini ona atıp yakmasa o yaratık, pervâne değildir. Pervâne de kendisini mumun ışığına vursa da o ışık pervâneyi yakmasa ona da mum demezler. Şu hâlde Tanrıya dayanan, ona ulaşmak için çalışıp çabalamayan kişi, insan değildir; fakat Tanrı’yı anlar bilirse, o bilinen anlaşılan da Tanrı değildir. İnsan ona derler ki çalışıp çırpınır, Tanrı’nın ululuk ışığının çevresinde rahatı, kararı kalmaz.Tanrı da odur ki insanı yakar yandırır, yok eder gider, fakat hiçbir akıl, onu anlayamaz.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXXVII

Tavşanın, arslanın huzuruna gelmesi, arslanın ona kızması.

1150. Arslanın kzgınlığı arttı, titizlendi. Baktı ki tavşan, uzaktan geliyor.

1151. Korkusuz ve çalımlı bir tavırla, hiddetli, kızgın, suratı asık bir hâlde koşmakta.

1152. Çünkü müteessîr ve zebûn bir hâlde gelişten suçluluk anlaşılır. Ama cesurluk her türlü şüpheyi giderir.

1153. Arslanın hizâsına yaklaşıp ilerleyince arslan bağırdı: “Bre adam evlâdı olmayan!

1154. Ben ki filleri parça parça etmişim; ben ki erkek arslanların kulağını burmuşum.

1155. Bir tavşan parçası kim oluyor ki böyle benim emrimi ayak altına alsın!

1156. Tavşan uykusunu ve gafletini bırak; ey eşek, bu arslanın kükreyişini dinle!”

Hasan Dede, “Korkunun kaynağı, kimliğini unutup nefste kalıştır, cesaret ise imandan gelir” der, “Eğer sen güçlü bir imanla yola koyulmuş isen seni yolundan kimse çeviremez. Ama imanın zayıfsa korkularla yaşarsın. Nefsi susturup korkulardan kurtulmaya ancak bilgi ile ulaşılır. Hakîkat bilgisi ile dolmaya, donanmaya başlayan insan korkularını teker teker yenilgiye uğratır ve korkunun yerini cesaret alır. Yüzmeyi bilmeyen hâliyle sudan korkar ama öğrendiği zaman bütün denizler onundur. Yaşamın ve ölümün hakîkatine ulaşan kişinin de defterinden korkular silinir. Hayatını cesaretle, kalbinde taşıdığı iman ve güvenle sürdürür.”

Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. Eğer gerçekten iman etmiş kimseler iseniz üstün olan sizlersiniz” (Âl-i İmrân, 139) diye buyrulmaktadır.

Sultan Veled Hazretleri, Rebabnâme adlı eserinde, “Arzunu, canın arzusu tarafına döndürürsen, kötüden iyiye geçmiş olursun. Birkaç gün gayret eyle, tembellik etme, dine meyil ver ki sonunda dinden olmayasın. Cennetlerin en iyisine karşılık olarak ebediyyen hayatta kalasın. Bu suretle dine sarılınca da kibirden, kinden, hasetten temizlenirsin! İnsanlık dindir, dinden başkası hevâ ve hevestir. Onları bırak da dine sarıl!” diye buyurur, “Havasın hası olan Cenâb-ı Mevlâna buyurmuşlardır ki: ‘Ey kardeş, sen düşüncenin aynısın. Yoksa, kemikten, sinirden başka değilsin. Eğer düşündüğün gül ise gülşensin; dikense, külhâna lâyıksın! Eğer gül suyu isen, herkes seni bağrına basar; idrar isen dışarıya atarlar.’ O din sultanının esrârını dinle ki, inkârdan, şüpheden kesin bilgiye doğru gidesin. Endişe, din endişesidir. Başkası kabuktur. Eğer sen iyi kimse isen iç olmaya çalış! Dost tarafına yollan! Dine doğru gidersen canını geçicilikten kurtarırsın! Din, sana ebedîlik diyârında yüzlerce cihan bahşeder. Orada her şeyin sonsuza dek olduğunu görürsün. Hazineleri zahmetsiz elde edilir, emniyetlerinin sonunda korku yoktur. Doğru yol, benim öğütlerimdir. Benim şekerimden yiyenlere ne mutlu! Şekeri yemek için tûti lazımdır. Kargaya yedirmek için kimse şeker almaz.”

Halk arasında, ‘tavşan uykusu’ diye bir tâbir vardır. Tavşan uyurken gözlerini kapatmaz, uyanık görünür ama gerçekte uyumaktadır. 

Yüce Pîr Mevlâna, 1156. beyitte, tavşan gibi uyuyanlara, “Tavşan uykusunu ve gafletini bırak; ey eşek, bu arslanın kükreyişini dinle!” diye seslenir.

Kasîde:

“Şu dumanlarla dolmuş evde bir pencere açtılar da, duman çıktı gitti; eve, güneşin nuru doldu! 

O ev nedir; neyin temsîlidir? O ev, gönül evidir; içeri dolan duman da, üzüntülerimizi, kederlerimizi göstermektedir! Aslında, boş düşüncelerimiz, endişelerimiz, bizim mânevî zevkimizin, ruhanî neşemizin boynunu vurmaktadır! 

Ey Hakk yoluna düşen kişi! Aklını başına al, gaflet uykusundan uyan da, düşünceden de kurtul, hayalden de!.. Yâ Rabbi! Şu bizim uykuya dalanlarımıza bir davulcu gönder! 

Uykuya dalan kimse, bir hiç için binlerce gam yer, kederlere kapılır! Rüyâsında ya kurt görür, ya da yolunu kesen eşkiyâ!.. İnsan, rüyâsında yüzbinlerce kılıç, yüzbinlerce mızrak görür; fakat uyanınca, kılıçlar, mızraklar şöyle dursun, bakar ki, bir iğne bile yok!..

Ölüp gidenler derler ki: ‘Boş yere ne olmayacak gamlar yemişiz, üzülüp durmuşuz! Ömrümüz, çeşitli vesveselerle geçti gitti! 

Bir hayal için düğünler yapmışız, evler kurmuşuz; yine hayal için zırhlar giyinmişiz, savaşa girmişiz! 

O düğün de, o savaş da, o yas da hep boş şeylermiş; bütün bunlar, bu nefsin işleri imiş!.. Bugün ne ondan bir oyun kaldı, ne bundan bir ağıt, bir feryâd!..’

Dünya âleminde başlarına gelenlerden ötürü yüzlerine vururlar, yüzlerini yırtarlar, dövünürler dururlar. Fakat, gaflet uykusu sona erince, görürler ki yüzlerinde bir tırmık beresi bile yok! 

Nerede o bizimle sütle bal gibi kaynaşan, nerede o bizimle su ile yağ gibi bir türlü uzlaşamayan?.. Şimdi, gerçekler belirdi; uyku da geçti, hayal de!.. Şimdi, huzur var, rahat var; emniyet, istirahat var; ne bizlik kaldı, ne benlik!.. 

Şimdi, ne ihtiyar var, ne genç; ne esir var, ne de eşkiyâ; ne yumuşak var, ne sert kaldı!.. Artık ne mum var, ne demir!.. 

Bir renklilik, bir sıfata bürünmüş birlik var; bedenden uçup gitmiş bedenden kurtulmuş bir can var!..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXI

Av hayvanlarının tevekkülü çalışıp kazanmaya tercih etmeleri.

908. Hepsi dediler ki: “Ey hâlden haberdâr hâkim! Çekinmeyi bırak; çekinme, insanı kaderin hükümlerinden kurtaramaz.

909. Kaderden çekinmekte perişanlık ve kötülük vardır, yürü, tevekkül et ki tevekkül, hepsinden iyidir.

910. Ey kötü hiddetli adam! Kaza ile pençeleşme ki kaza da seninle kavgaya tutuşmasın.

911. Tanyerini ağartan Tanrı’dan bir zarar gelmemesi için kulun Hakk hükmüne karşı ölü gibi olması lâzımdır.”

Aslanın çalışıp kazanmayı tevekküle, teslîmiyete tercih etmesi.

912. Aslan: “Evet, tevekkül kılavuzsa da bu sebebe teşebbüs de, Peygamber’in sünnetidir.

913. Peygamber, yüksek sesle ‘Tevekkülle beraber yine devenin ayağını bağla’ dedi.

914. ‘Çalışan kimse Tanrı sevgilisidir’ işâretini dinle; tevekkülden dolayı esbâba teşebbüs husûsunda tembel olma” dedi.

Hazreti Şems, Makalât isimli eserinde, “Şeyhi gamlı gördüğün zaman bile ona bağlan! Daima ona yapış ki, seni tatlı ve olgun bir meyve gibi yetiştirsin” diye buyurur ve, “Çünkü senin olgunlaşman ve beslenmen o bulutun bereketindendir. İyi kişi vardır, ama bilgisizdir, iyi bir adam tevekkül ettim der, ama bilgisi yoktur ki tevekkülün yeri neresi olduğunu anlayabilsin. Nihâyet mütabaat odur ki, deveyi dizinden bağla, sonra Allah’a tevekkül et nüktesine uygun olsun” der ve sorar, “Yâni Hazreti Peygamber tevekkül göstermedi. Bu kadar savaşlarla uğraştı. Ârif değil miydi? En iyi adam değil miydi o?..”

Âriflerin Menkîbeleri’nde şöyle rivâyet edilmiştir ki: “Bazı fakir dostlar mallarının azlığından ve yoksulluklarından şikâyet ediyorlardı. Mevlâna buyurdu ki: Muhammed Mustafa, selâm onun üzerine olsun, zamanında büyük bir kıtlık olmuştu. Ashâbdan birisinin bir ölçek arpa unu vardı. Bu zât, Peygambere serzenişte bulunuyor ve, ‘Bu pahalılık günlerinde ne yapacağım’ diyordu. Peygamber, ‘O unu sat ve Tanrı’ya mü­tevekkîl ol’ buyurdu. O da bunun üzerine unu sırtına alıp, ashâb arasında, ‘Bir ölçek arpa unu kim alır?’ diye artırmaya çıkardı. Kimse alıcı olup bir istek göstermedi. Kimisi, ‘Benim bir aylık yiyeceğim var’, başka biri, ‘İki günlük yiyeceğim var, o da biterse Tanrı kerîmdir’ diyordu. Bu, bir derviş, ‘Benim bir lokmam var, onu da bu akşam yiyeceğim. Bana zâhire lâzım değildir’ deyinceye kadar devam etti. İşte Tanrı’nın elçisi, ashâbı böyle yetiştirip her birine öyle bir Tanrı’ya tevekkül öğretmişti ki, yiyecek ve içeceği düşünmeğe ihtiyaçları kalmamış ve hakîkat yolunda saltanat bayrağını açmışlardı. Bunun üzerine ashâbdan olan o azîz zât çok mahcûb oldu ve Peygamber kendisine, ‘lki aylık yiyeceğin olduğu hâlde yine şikâyet ediyorsun. Bu doğru değildir; bu, Tanrı’nın hoşuna gitmez’ buyurdu. Peygamberin bu sözü üzerine bu azîz, elinde bulunan arpa ununu fakirlere sadaka olarak dağıtıp tövbe etti; tevekkül gösterdi ve ruhanî bir kuvvetle kuvvetlendi.”

Beyit:

“Haydi kalk da tevekkül et. Fakirlik korkusuyla elini ve ayağını titretme. Senin rızkın sana, senden daha çok aşıktır.

Sen onun peşine düşmezsen, o senin kapına gelir. Eğer peşinde dolaşırsan başına dert getirir. Sen, cevizsiz ve üzümsüz bırakılan o azîz nâzeninlerden değilsin.”

Hasan Dede, “Biz her zaman deriz ki: Tedbiri elden bırakmayacaksın, her zaman en güzel şekilde tutacaksın. Ondan sonra Allah’a tevekkül edeceksin” der ve şu menkîbeyi dile getirir:

“Hazreti Ali’ye sormuşlar, ‘Senden yiğit var mı bu âlemde?’

‘Var’ demiş.

‘Kimlerdir?’ diye sormuşlar.

‘Bir kişi odaya çekilmiş, ıstırahat ediyor, uyuyor, ama oda kapısını açık bırakmış. O benden yiğittir.’

Gelir biri, yolsuz kalmıştır. Onun on lirasını cebinden almak için, vurur kafasına uykuda, bayıltır, alır parayı gider.

‘İkincisi’ diyor Hazreti Ali, ‘ayakkabılarını silkelemeden giyen. Bu da benden yiğittir.’

Ya bir akrep girer, ya bir yılan girer. Çünkü onlar öyle dairelerde oturmadılar, basit evlerde oturdular. Rutubette akrepler bulunur. İster misin, seni bir akrep sokar, işte zehirlendin. Başına iş aldın.

‘Üçüncüsü’ diyor, ‘At ile köprüyü geçerken, köprünün ayaklarına bakmadan geçen. O da benden yiğittir.’

Bakmıyor köprünün ayaklarına, taşır mı seni geçerken taşımaz mı? Bakarsın atla beraber dereye düşersin.

Hazreti Ali Efendimiz bu sözleriyle aklını kullanmayanları çıkartıyor ortaya. Bu sözleri, bindörtyüz küsûr sene önce sarfetmiş, ama bugün de hâlâ devam ediyor insanlardaki bu hâller.

Şimdi bizim dışımızda, muhabbetler esnasında, konu biraz ileriye gitti mi, derler ‘Gerisini Allah bilir.’ Ama biz öyle demiyoruz. Biz diyoruz ki, ‘Allah, insanla bilir, insanla bildirir.’ Çünkü Allah, insan dışında değildir. Akıl, insana verilmiş en büyük nimet. O yüzden, her zaman aklını kullanacaksın, tuzaklara düşmeyeceksin.”

Kasîde:

“Ey yüzü yüzümü ay gibi parlatan sevgili! Senin gözün, senin bakışın bedenimin bütün cüz’lerini görüş, anlayış sahibi yaptı. 

Senin rüzgârın, gönül bahçesinin ağaçlarını oynatmada, adını andığım zaman, ağzım şekerle, ballarla dolmadadır. 

Ey benim ağacımı, dallarımı yapraklarla, meyvelerle dolduran! Bilir misin, benim ağacım neden oynuyor? 

Yapraklarla, meyvelerle dolduğundan ötürü nazlanmıyor, oynamıyor. Senin sevgin benim gönül ağacımın sabrını, kararını alt üst ettiği için oynayıp durmadadır.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LV

Vezirin her emîri ayrı ayrı velîaht yapması.

650. Neden sonra o emîrleri yalnız ve birer birer çağırıp her birine bir söz söyledi.

651. Her birine “İsa dininde Tanrı vekîli ve benim halîfem sensin,

652. Öbür emîrler senin tâbilerindir. İsa, umûmunu senin taraftârın ve yardımcın etti.

653. Hangi emîr, baş çeker, tâbi olmazsa onu tut; ya öldür yahut esîr et, hapse at.

654. Ama ben sağ iken bunu kimseye söyleme, ben ölmedikçe, bu reisliğe tâlib olma.

655. Ben ölmedikçe bunu hiç meydana çıkarma. Saltanat ve galebe dâvâsına kalkışma.

656. İşte şu tomar ve onda Mesîh’in hükümleri… Bunu ümmete fâsih bir tarzda oku!” dedi.

657. O, her emîre ayrı olarak şunu söyledi: “Tanrı dininde senden başka naîb yoktur!”

658. Her birini ayrı ayrı ağırladı. Ona ne söylediyse buna da onu söyledi.

659. Her birine bir tomar verdi, her tomar, öbürünün zıddını ifâde ediyordu.

660. O tomarların metni “ya” harfinden “elif” harfine kadar olan harflerin şekilleri gibi birbirine aykırıdır.

661. Bu tomarın hükmü, öbürünün zıddıydı, bu zıddîyeti bundan önce bildirdik.

Hazreti Mevlâna, ”Her şey zıddıyla belli olur, meydana çıkar” diye buyurur ve şöyle devam eder: “Çünkü zıddı olmadıkça, zıddını söylemedikçe hiçbir şey, târif edilemez; imkân yoktur buna. Ulu Tanrı’nın zıddı yoktur da onun için ‘Ben bir gizli defineydim, bilinmeyi diledim, sevdim’ demiş, ışığı meydana çıksın diye karanlıktan ibâret olan şu kâinatı yaratmıştır; yine böylece peygamberlerle erenleri meydana çıkarmış, ‘Sıfatlarımla halka görün’ demiştir. Onlar, düşmanın dosttan, tek, eşsiz kişinin yabancıdan ayrılması, belli olması için Tanrı ışığını elde etmiş olanlardır. O anlama, zâten anlam bakımından zıd yoktur, görünüşte zıddı vardır onun. Hani Âdem’in karşısında İblis, Musa’nın karşısında Firavun, İbrâhim’in karşısında Nemrud, Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafa’nın karşısında Ebû Cehil gibi tıpkı… Sonu da yoktur bunun. Şu hâlde anlam bakımından zıddı yoktur amma erenlerle Tanrı’ya bir zıd belirlemede; hem de halk, onlara ne kadar düşmanlık ederse, ne kadar aykırı hareket ederse işleri o kadar yücelmede onların, o kadar yayılıp tanınmada. ‘Tanrı ışığını nefesleriyle söndürmek isterlerse de Tanrı, kendi ışığını tam parlatır’, kâfirler hoş görmeseler de böyledir bu.”

Beyit:

“Elif, varlığından yok olmuştur ama; 

o harfi olmaksızın da be ile sin, elifi söyler durur.”

Nitekim, Ahmed Eflâkî’nin ‘Âriflerin Menkîbeleri’ isimli eserinde şöyle rivâyet edilmektedir:

“Bir gün dostlar, kibirli ve kıskançların inkârından, zıd gidenlerin yermelerinden şikâyet ettiler. Mevlâna Hazretleri buyurdu ki: Hazreti Musa’ya, heybetli ve gürbüz beş kişi düşmanlık etti. Musa, tahammül ve sabretti. Nihâyet Tanrı Hazretleri beşinin de kökünü kazıdı ve hepsi Musa’ya yenildiler. Musa onları yendi. Onlardan biri Kârun’du. O, mal kuvvetiyle terbiyesizlik ediyordu, ‘Biz onu eviyle birlikte yere soktuk’ (Kasas, 81) âyetinde olduğu gibi yok olup yere battı. İkincisi Samîrî idi. Bu da ilmiyle münâkaşada bulunmuştu. Sonunda ‘Ziynetleri atmak…’ (Taha, 88) âyetinde olduğu gibi atıldı. Üçüncüsü de Bel’âm idi. O da zühdü ile övünüyordu, hayvan şekline girme illetine tutuldu. ‘Köpek şekline soktu’ (Âraf, 175) Musa’nın kapısının köpeği oldu. Dördüncüsü Uc bin Anak’tı. Bu da kuvveti ve cüssesine güvenerek, Musa ile mücâdele ediyordu. Sonunda Musa’nın elinde yok oldu. Beşincisi lânetlenmiş Firavun’du. O da Mısır ülkesi ve nehirleriyle övünüyor ve kumandanlık ediyordu. Fakat suda boğulup Musa’nın asker öldürmekliği ile yok oldu. Böylece peygamberlerin ve velîlerin düşmanları kıyâmet gününe kadar faaliyettedir ve az da değillerdir. Bununla beraber imtihan içinde imtihan daima kalacaktır. ‘Bu çok iyi bilen azîz Tanrı’nın takdîridir.’ (Enâm, 96; Yâsin, 38; Fussilet, 11). 

Şiir: 

“Ey oğul, kapının çavuşu oldum diyen için imtihan içinde imtihan vardır.

O hâlde her devirde Peygamberin makâmında oturan bir velî vardır. Bu imtihan da kıyâmete kadar sürecektir.

Kur’ân-ı Kerîm’deki ‘hiç bir ümmet gelip geçmedi ki, ancak ona…’ (Fâtır, 24) âyetini hatırında tut.”

Hasan Dede çok güzel söyler ve der ki: “Suların yönü denize olduğu gibi, bizim bilgilerimiz de Allah’ın zât’ına doğrudur. Akıl teslim olduktan sonra, yürüdüğümüz yol da biter. Bu suretle ‘nokta’ya varmış oluruz. Nokta, bizim gözümüz, elif ise vücudumuzdur. Gözümüze Allah için bakan da nokta olur; sesten, sözden kesilir. Vücudumuza bakanlarsa, hakkımızda çeşit çeşit söylerler. Çünkü, söyleyen tarafımıza bakarlar. Noktayı görmek için, elifi terk etmek lâzım. Hakikat zâten yokluğun arkasındadır… Oraya varmak da, ancak aşk ile olur.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LIII

“Delilik tarağı sevgilinin aşıklarını zincire vuran saçlarını taradı, onu süsledi de, biz kıskançlıktan tarak gibi şerha şerha iki başlı olduk.” Mevlâna

628. Ey asıl arayan kimse! Şu aslı bil ki kimde dert varsa o, koku almış, dermâna ermiştir.

629. Kim daha ziyâde uyanıksa o daha ziyâde dertlidir. Kim işi daha iyi anlamışsa onun benzi daha sarıdır.

630. Hakk’ın cebrinden âgâh isen feryâdın nerde? Cebbârlık zincirini görüşün hani?

631. Zincire bağlanan nasıl olur da neşelenir? Hapiste esîr olan, nasıl hürlük eder?

632. Eğer ayağını bağladıklarını, başına padişah çavuşlarının dikildiğini görüyorsan,

633. Gayrı sen de âcizlere çavuşluk etme. Çünkü bu vazîfe âcizlerin huyu ve tabîatı değildir.

634. Mâdemki görmüyorsun; Tanrı’nın cebrinden bahsetme! Görüyorsan hani gördüğünün nişânesi?

635. Hangi bir işe meylin varsa o işte kendi kudretini apaçık görür durursun.

636. Hangi işe meylin ve isteğin yoksa… Bu, Tanrı’dandır diye kendini cebrî yaparsın!

637. Peygamberler, dünya işinde cebrîdirler, kâfirler de ahîret işinde.

638. Peygamberlerin, ahîret işinde ihtiyârları vardır, cahillerin de dünya işinde.

639. Zîrâ her kuş, kendi cinsinin bulunduğu yere gider, bedeni geride uçmaktadır, canı daha tez, daha ileri gitmekte!

640. Kâfirler, ‘siccîn’ cinsinden olduklarından dünya zindanına rahat rahat gelmişlerdir.

641. Peygamberler, ‘illiyyîn’ cinsinden olduklarından can ve gönül illiyyînine doğru gitmişlerdir.”

642. Bu sözün sonu yoktur, fakat biz yine dönüp o hikâyeyi tamamlayalım.

Hazreti Mevlâna, bir kasîdesinde şöyle seslenir…

“Yeşilliğin, lâle bahçesinin dostuyuz. Fakat kötü gözden, nazârdan korktuğumuz için yüzümüz sarardı. 

Mushâf getirelim de, senden başkasının elinden şarap içmeyeceğimize dair sakîye yemin edelim. 

Kimin canı varsa, ancak o, can bahçesinden koku alır. Fakat ona sahip olan da baştan başa ondan ibâret olduğunu anlar. 

O kadeh yüzünden öyle tez canlı olmuşuz ki, gönlümüz, kuş gönlü hâlini almış da bedenimizin dışında çırpınmada. 

Biz, insan bedeni kesâfetinin, karanlıklarının perdesi arkasında oturmuşuz da seher vaktinin nuru gibi karanlık perdeleri yırtarız. 

Biz gece idik. Mânâ güneşinin nuru ile aydınlandık, sabah hâline geldik. Biz yırtıcı kurt idik, ilâhî feyizle, tanınmış bir çoban olduk. 

Tebrizli Şems, cana benzeyen yüzünü gösterdi de, ruh gibi, hepimiz, canla başla ona doğru koşuyoruz.”

Hazreti Mevlâna, “Her kuş kendi cinsiyle uçar” diye buyurduğu üzere, Hasan Dede de, “Doğanla karga beraber uçmaz. Güvercinle kumru beraber uçmaz. Serçe bıldırcınla beraber uçmaz. Hepsi kendi cinsiyle uçar” der, “Bazı kuşları da görürsün farklı cinstirler ama birarada dururlar. Onlar da sakat kuşlardır. Kiminin kanadı kırık, kiminin gözü kör, sakat oldukları için birarada duruyorlar.”

Abdülbâki Gölpınarlı, ‘siccîn’ ve ‘illiyyîn’ ile ilgili olarak şu açıklamayı yapar: “Siccîn, Arapçada zindan, hapishâne mânâsına gelen ‘sicn’ kökündendir, cehenneme denmiştir. İlliyyîn, yücelik, yükseklik mânâsına gelen ‘âlâ’ kökündendir; cennetlerin en yüce yeridir; cehennemin en aşağı, en kötü yerinin siccîn olduğu gibi. Kurân’da, Muttaffıfîn sûresinin 7-8. ve 18-19. âyetlerinde geçen bu sözler, mümînlerle kâfirlerin amel defterleridir diyenler de olmuştur ki bu takdirde, kâfirlerin amel defterlerindeki suçlar, kendilerini kötü bir zindana benzeyen cehenneme götüreceği gibi, inananların amel defterlerindeki hayır ve iyilikler de onları yücelere yükselteceği için bu adla anılmışlardır ve bu adlar sebebiyyet yoluyla o defterlere verilmiştir.”

Âriflerin Menkîbeleri isimli eserde şöyle bir hikâye rivâyet edilir:

“Mevlâna Hazretleri buyurdu ki: Bir gün, bir mürid, şeyh İbrâhim Edhem’den kendisine İsm-i Âzâm’ı öğretmesini ricâ etti. Şeyh emretti, onu Dicle’ye attılar. Mürid, feryâd ettikçe arka arkaya suya batırıyorlardı. Nihâyet müridin ıstırap ve sıkıntısı o dereceye ulaştı ki, ‘Allah, Allah’, demeğe başladı. Bunun üzerine su onu hemen kenara attı, o da kurtuldu. Şeyh buyurdu ki: Has olan İsm-i Âzâm, kul bunalıp ona sarıldığı vakit, onun elini tutandır. Çünkü ‘Sıkışık olan kimse dua ettikçe ona icâbet eden ve belâsını gideren’ buyurulmuştur. Zîrâ âczîyet lâyık olmanın şahididir.”

Beyit:

“Kâfir kimdir? Kâfir, şeyhin imanından haberi olmayandır. 

Ölü kimdir? Ölü, şeyhin canından haberi olmayandır.”