O velînin, halayığın hastalığını anlaması ve padişaha arz etmesi.
182. Ondan sonra hekim, kalkıp padişahın huzuruna gitti, padişahı bu meseleden birazcık haberdâr etti.
183. Dedi ki: “Çare şundan ibaret: Bu derdin iyileşmesi için o adamı getirelim.
184. Kuyumcuyu o uzak şehirden çağır, onu altınla, elbiseyle aldat!”
Padişah, hekimde bu sözü duyunca nasihatini, candan gönülden kabul etti.
185. O tarafa ehliyetli, kifâyetli, âdil bir iki kişiyi elçi olarak gönderdi.
Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde, “Ey insan! Bana yaklaş da seni bundan daha güzel bir hâle getireyim. Kâmil bir insan hâline getireyim. Ben gussayı, derdi neşe hâline getiririm, yolunu şaşırmışları doğru yola götürürüm. Ben kurdu Yusuf yaparım, zehiri şeker hâline sokarım. Ey gül bahçesi, ey gül bahçesi! Reyhanları, nilüferlere arkadaş ederim. Gel benim bahçeme de benden gül al!” diye buyurur.
“Kâmil mürşid, hakikaten Allah’ın bütün kuvvet ve kudretlerine sahiptir; fakat bu kudreti, şuna buna kerâmet göstermek için kötüye kullanmaz, yeri geldiğinde, yerinde sarfeder” der Hasan Dedemiz, ”Kâmil insan, büyük bir enerji kaynağı gibidir. Ona sevgiyle temas eder etmez, ondaki lütûf enerjisi haberimiz olmadan bize geçmeye başlar. Bu lütûf enerjisi, ahlâkımızda bize yaramayacak, ne gibi kirler varsa, onları yavaş yavaş, hattâ haberimiz olmadan temizler. Biz o kudreti annemiz olarak tanıyıp, onun kucağına atıldıktan sonra, o da bizi elbette evlat olarak bağrına basar ve yüzümüzdeki, gözümüzdeki kirleri, bir anne şefkati ile, hattâ ondan da daha hudutsuz bir şefkatle temizler.”
Nitekim, hikâyenin bu bölümünde, kâmil mürşid olan hekim, halayığın derdini iyileştirmek, yâni müridin nefsindeki kirleri temizlemek ve gönlünü kaptırdığı dünyevî heveslerden vazgeçirmek üzere, padişahtan kuyumcuyu Semerkand’dan çağırmasını isteyince padişah, onun bu nasihatini candan gönülden kabul etti ve ehliyetli, kifâyetli ve âdil iki elçiyi Semerkand’a gönderdi.
Padişahın, kuyumcuyu getirmek üzere Semerkand’a elçiler yollaması.
186. O iki bey, kuyumcuya padişahtan muştucu olarak Semerkand’a kadar geldiler.
187. Dediler ki: “Ey lütûf sahibi üstâd, ey marifette kâmil kişi! Övülmen şehirlere yayılmıştır.
188. İşte filân padişah, kuyumcubaşılık için seni seçti. Zirâ pek büyüksün, pek kâmilsin.
189. Şimdicek şu elbiseyi, altını ve gümüşü al da gelince de padişahın havassından ve nedîmlerinden olursun.”
190. Adam; çok malı, çok parayı görünce gururlandı, şehirden çoluk çocuktan ayrıldı.
191. Adam, neşeli bir hâlde yola düştü. Haberi yoktu ki padişah, canına kastetmişti.
192. Arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı!
193. Ey yüzlerce râzılıkla sefere düşen ve bizzât kendi ayağıyla kötü bir kazaya giden!
194. Hayalinde mülk, şeref ve ululuk. Fakat Azrâil “Git, evet, muradına erişirsin” demekte!
İki elçi, müjdeyi vermek üzere Semerkand’a geldiler, kuyumcuyu buldular ve onu türlü övgülerle yücelttiler, gururunu okşadılar. Zirâ, övülmek ve yüceltilmek nefsin hoşuna giden şeylerdendir; fakat bir diğer taraftan da insanı gurura ve benliğe sürükleyebilir.
Nitekim, bir kudsî hadîste, “Sizi övenlerin suratlarına toprak saçın” diye buyrulmaktadır.
“Bu iki dadı, mal ve mevki, deriyi şişirir, yağla etle, kibirle, benlikle doldurur. Mal yılana benzer mevki ise ejderhadır. Tanrı erlerinin gölgesi bu ikisine de zümrüttür. Yılanın o zümrütten gözü kamaşır, kör olur; yolcu da kurtulur” der Hazreti Mevlâna, ve “Dünyadaki yaşayışımız, bazen tatlıdır, hoştur, bazen de kederlerle doludur, hoş değildir! Aklını başına al da sen, daima hoş yaşama mülkünü bağışlayana gönlünü ver; fanî dünyaya değil, ebedî hayat lütfedene aşık ol!..” diye buyurur.
Velhâsıl, elçiler, kuyumcuya ‘Şimdicek şu elbiseyi, altını ve gümüşü al da gelince de padişahın havassından ve nedîmlerinden olursun’ dediler. Kuyumcu, onların vaad ettikleri makama, altına ve gümüşe tamah edince, aldandı ve ‘arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı!’
Mevlânamız yine der ki: “Tamahkâr adamın gözünün önünde makam ve altın hayali, gözdeki kıl gibidir. Tamah, huyu fitne olan bir hırsızdır; hayal gibi her an bir surete bürünür. Onun hilesini Allah’tan başkası bilemez. Allah’a sığın da o alçaktan kurtul!”
Hasan Dedemiz bir şiirinde bakın nasıl sesleniyor bizlere…
“Bu can tenden gitmeden, kendi kendini seçmek gerek.
Karanlık gelip çökmeden, gönül ışığını açmak gerek.
Yalanla Allah’a varılmaz, benlikle menzil alınmaz,
Riyâyla gerçek bulunmaz, bütün varlıklarından geçmek gerek.
Bilerek söyle sözünü, aşk ateşiyle yak özünü,
Açmak için can gözünü, gerçek eri seçmek gerek.
Hakk’a giden yolu tanı, ara da bul ârif canı,
Muhabbet gülü gülşânı, gonca iken biçmek gerek.
Aşık Hakk’ı bilir, ilham mürşitten gelir,
Vurursan kapı açılır, çalışıp da açmak gerek…”