Halîfenin Leylâ’yı görmesi.
407. Halîfe, Leylâ’ya dedi ki: “Sen o musun ki Mecnûn, senin aşkından perişan oldu ve kendini kaybetti.
408. Sen başka güzellerden daha güzel değilsin.” Leylâ, “Sus, çünkü sen Mecnûn değilsin” diye cevap verdi.
409. Uyanık olan daha ziyâde uykudadır. Onun uyanıklığı uykusundan beterdir.
410. Canımız Hakk ile uyanık olmazsa uyanıklık, bizim için iki dağ arasındaki boğaz ve geçit gibidir.
411. Canın; her gün hayalin tekmesini yemekten, ziyândan, faydadan, elden çıkma, kaybetme korkusundan,
412. Ne temizliği kalır, ne letâfeti, ne kuvveti ne de göklere çıkacak yolu!
413. Uyumuş ona derler ki o, her hayalden ümitlenir, onunla konuşur;
414. Uykuda şeytanı hurî gibi görür, sonra şehvetle şeytana erlik suyu döker.
415. Nesil tohumunu çorağa dökünce uyanır, kendine gelir, hayal de ondan kaçar.
416. O rüyadan elde ettiği baş ağrısı, sersemlik ve beden pisliğidir. Ah, o zâhirde görünen, hakikatte görünmeyen, aslı olmayan hayalden!
417. Kuş havadadır, gölgesi yerde kuş gibi uçar görünür.
418. Ahmağın biri, o gölgeyi avlamaya kalkışır, takâti kalmayıncaya kadar koşar.
419. O gölgenin havadaki kuşun aksi olduğundan; o gölgenin aslının nerde bulunduğundan haberi yok!
420. Gölgeye doğru ok atar. Bu araştırma yüzünden okluk bomboş kalır.
421. Ömrünün okluğu boşaldı, ömür gitti; gölge avı ardında koşmada yandı, eridi!
422. Bir kişinin dadısı, Tanrı gölgesi olursa onu hayalden ve gölgeden kurtarır.
Leylâ ile Mecnûn’un hikâyesinde, Mecnûn yıllarca aşık olduğu Leylâ’yı aramış, hattâ çöllere düşmüştür. Fakat Leylâ’nın hayali peşinde koşarken, sonunda Mevlâ’sını bulmuş, Leylâ’nın hayalinden vazgeçmiştir; diğer bir cihetle, Leylâ artık o olmuştur.
Leylâ, maşuk; Mecnûn ise aşıktır. 407 ve 408. beyitlerde, halîfe, yâni insan, ilâhî aşka düşüp mecnûn olmadan, gölgeler ardında, yâni beden içinde gizlenmiş olan maşuku göremez, maddede kalır. Ve işte Leylâ ona şu cevabı verir… ‘Sus, çünkü sen Mecnûn değilsin.’
Hasan Dede, “Bu maddî âlemde yaşayan bir insan, gıda alamayınca nasıl hastalanır ve ölürse, bizdeki manevî varlık da, aşk gıdası almazsa ölür; yâni dirilmez. Çünkü esâsen ölüdür” der.
Hazreti Mevlâna da buyuruyor ki: “Senin şu uykudan, şu yiyip içmeden başka bir gıdan daha var. ‘Rabbime konuk olurum, o beni doyurur, suvarır’ denmiştir ya. Bu dünyada o gıdayı unutmuşsun da şu gıdaya dalıp gitmişsin; gece gündüz bedeni beslemedesin. Sonucu şu beden, atındır senin, bu dünya da o atın ahırı. Atın gıdası, ata binene gıda olamaz; onun da kendisine göre gizli bir uykusu, gizli bir gıdası, gizli bir beslenmesi var. Fakat sana hayvanlık üst olmuş da atın başucunda, atların ahırında kalakalmışsın; ölümsüzlük dünyasının padişahlarının, beylerinin safında yerin yok. Gönlün orda amma beden üst olmuş da o yüzden gönlün de bedenin buyruğuna uymuş, ona tutsak olup kalmış. Hani Mecnûn, Leylâ’nın bulunduğu yere giderken aklı başında olunca deveyi o tarafa sürerdi. Fakat bir soluk da Leylâ’ya daldı mı kendisini de unuturdu, deveyi de. Devenin de köyde bir köşesi vardı. Fırsat buldu mu geri döner, köye giderdi. Mecnûn kendine geldi mi bir de bakar, görürdü ki iki günlük yolu gerisin geriye dönmüş gitmiş. Böylece üç ay yollarda kaldı da bu deve, başıma belâ oldu diye bağırıp deveden yere atladı, yaya olarak yürümeye koyuldu.”
Şiir:
“Devemin dileği geride, benim dileğim ilerde;
Dilekte onunla benim aramda ayrılık var.”
416. beyitte Hazreti Mevlâna’nın, ‘O rüyadan elde ettiği baş ağrısı, sersemlik ve beden pisliğidir. Ah, o zâhirde görünen, hakikatte görünmeyen, aslı olmayan hayalden!’ diye buyurduğu üzere, bu âlem rüya âlemidir, aslolan hakikat ise âlemlerin yaratılışına sebep olan ilâhî aşktır.
Bir şiirinde,
“Bir ilâhî aşktır vesîlesi bu kâinatın,
Bu aşk ile yanmaktır dermânı aşıkânın…”
diye buyuran Hasan Dede der ki: “Bir üzümden yapılmış şarap vardır, bir de aşktan yapılmış şarap vardır. Üzümden yapılmış şarabı içersin, bir an için kendinden geçersin fakat yarın olunca baş ağrısı yapar. Ama aşk şarabını içtiğin zaman doyamazsın, ağrı vermez şifâ verir, can verir ve her an o şarabı içmek istersin. İşte o aşk şarabı gönüldür.”
Hazreti Muhammed Efendimiz, Kur’an-ı Kerim’de, Necm suresinin 28. ayetinde, “Onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zanna uyuyorlar. Şüphesiz zan, hakikat nâmına hiçbir şey ifâde etmez” diye buyurmaktadır.
Hasan Dede, “Her zaman hayale değil, gerçek olana inanmak lâzımdır. Allah, insanlara bir hayal kuvveti de vermiştir, fakat hayale aşık olanın, kendisi de hayalden ibârettir, gerçek değildir” der ve bir kişinin düşüncesi ne ise, orayı seyrettiğini, orayı işittiğini belirterek, “Bir insan sevgiye, aşka düşmemişse ve tam bir imanla bağlı olduğu yere sarılmamışsa eğer, defalarca hakikatleri duymuş olsa dahî, daima kendine uygun geldiği şekilde dinler ve öyle algılar” diye buyurur.
Nitekim, 419. beyitte, ‘O gölgenin havadaki kuşun aksi olduğundan; o gölgenin aslının nerde bulunduğundan haberi yok!’ diye buyuran Mevlâna, “Düşünceler, havadaki kuşlardır… Zîrâ, bedenler bir âlemdir, hayaller bir âlem, vehimler bir âlem. Ulu Tanrıysa bütün âlemlerin ardında; ne o âlemlerin içindedir, ne dışında” der.
Hazreti Ali diyor ki: “Ey insanoğlu! Gözünü dünyadan çevir. Dünya, cefâ ve eziyetlerle dolu bir anlık zamandan başka bir şey değildir. Sen daima Mevlâ’ya yönel.”
Peygamber Efendimiz de bir hadîsinde, “Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz” diye buyuruyor.
Hasan Dede, “Ne mutlu o kişiye ki, büyük bir sadâkat ve güçlü bir imanla Hazreti Muhammed’e bağlanmıştır; bütün sevgisini, aşkını ona vermiştir ve Hazreti Muhammed Efendimizin varlığı onda tecellisini göstermiştir” der ve bizlere, “İmanımızı güçlendirelim, kimliğimize ulaşalım, iyi bir insan olalım ve Hazreti Muhammed’e, Pirimiz Hazreti Mevlâna’ya lâyık aşıklar olalım, çünkü ömür su gibi akıp gidiyor” diye seslenir.
Rubâi:
“Biz mest olmuşuz; başımız dönmede,
başkalarının yaptıkları işlerle bizim ilgimiz yok.
Dünya alt üst olsa, yakılsa yıkılsa umrumuzda değil.
Yeter ki, senin aşkını kaybetmeyelim.
Yeter ki, senin aşkın ebedî olsun!”