Tavşanın arslana oyun edip onunla başa çıkması.
1055. Tavşan, arslana gitmede biraz gecikti, sonra pençesi kuvvetli arslanın yanına gitti.
1056. Arslan, tavşan gecikti diye pençesiyle toprağı kazmakta, kükremekteydi.
1057. “Ben, o alçakların ahdi hamdır, ham, ahîretleri kötüdür, sözlerinde durmazlar demiştim.
1058. Onların gürültüleri beni yaya bıraktı. Bu felek beni ne vakte kadar aldatacak, ne vakte kadar?
1059. Tedbîrsiz emîr, adamakıllı âciz kalır. Çünkü ahmaklığından dolayı ne önünü görür, ne ardını!” dedi.
1060. Yol düzgün ama altında tuzaklar var. Kitaplarda da mânâ kıt.
1061. Sözler, kitaplar, tuzaklara benzer. Tatlı sözler, bizim ömrümüzün suyunu emen kumdur.
1062. İçinden su kaynayan kum ise pek az bulunur; yürü, onu ara!
* Ey oğul! O kum, Tanrı eridir. O er kendinden ayrılmış Hakk’a ulaşmıştır.
* Ondan, dinin tatlı suyu kaynayıp durmaktadır. İstekliler o sudan hayat bulurlar, gelişirler, yetişirler.
* Tanrı erinden başkasını kuru kumsal bil ki o kumsal, her zaman senin ömür suyunu içer, mahveder.
* Hâkim olan erden hikmet iste ki onunla görücü, bilici olasın.
1063. Hikmet arayan hikmet kaynağı olur, tahsilden ve sebeplere teşebbüsten kurtulur.
1064. Bilgileri hıfzeden levh, bir Levh-i Mahfûz olur; aklı ruhtan nasiplenir, feyz alır.
1065. Akıl önce ona muâllim iken, sonra akıl ona şakirt kesilir.
Hazreti Mevlâna’nın, bu hikâyede kullandığı tavşan metaforunun, hakîkat arayışına giren ve kimliğini öğrenme yolunda yürümeye karar veren akl-ı meadı temsîl ettiğine deyinmiştik.
Arslan metaforuna gelince; Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de anlattığı diğer hikâyelerde de sıkça bu metaforu kullanmıştır. Bazen herkesin anladığı mânâda, arslan, padişahı ve genellikle de mürşid-i kâmili temsîl etmekte, bazen de farklı mânâlarda karşımıza çıkmaktadır. Hattâ aynı hikâye içinde iki farklı anlama işâret ettiği de olmuştur.
Bu hikâyede ise, arslandan maksat nefs-i emmâredir ki, ‘arslan, tavşan gecikti diye pençesiyle toprağı kazmakta, kükremektedir.’
Nitekim, Hasan Dede, nefsine tâbî olan kişiler hakkında, “Kimliğinden habersiz bir kişi etrafına zarar verir, hiddet eder, kendi küçük aklıyla kendini başkalarından büyük görür” diye bahseder.
‘Yol düzgün ama altında tuzaklar var. Kitaplarda da mânâ kıt.’
İnsan, hakîkatte, Allah’ın sırrını ihtivâ eden bir kitap gibidir; fakat kendinden haberi olmayınca mânâsı yoktur.
Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle seslenir Yüce Allah, Hazreti Muhammed’in dilinden:
“Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (İsrâ, 14)
Bir gün, Mevlâna’ya sormuşlar: “Yâ Mevlâna, bu kadar kitap okudun, peki ne öğrendin?”
Mevlâna, “Söyleyeyim” demiş, “bu kadar kitap okudum, sonunda adımı öğrendim.”
“Neymiş adın yâ Mevlâna?” diye sormuşlar.
“Benim adım ‘İnsan’…” demiş.
İnsan, insanlık ilmini yine bir insandan, yâni kâmil insandan, mürşid-i kâmilden öğrenir. Hazreti Mevlâna’nın buyurduğu üzere, o, ‘içinden su kaynayan kum gibi olan Tanrı eridir. O er kendinden ayrılmış Hakk’a ulaşmıştır. Ondan, dinin tatlı suyu kaynayıp durmaktadır. İstekliler o sudan hayat bulurlar, gelişirler, yetişirler. Tanrı erinden başkasını kuru kumsal bil ki o kumsal, her zaman senin ömür suyunu içer, mahveder.’
Bakın Hasan Dede nasıl bir dil sarfediyor ve diyor ki:
“Allah’a giden yol çetin ve zor bir yoldur. İnsanın önüne bu yolda bir çok engeller çıkar, ki bunlar, insanın çabasının, isteğinin ve imanının ne kadar güçlü veya ne kadar güçsüz olduğunu meydana çıkaran imtihanlardır. Ancak bütün bu imtihanlara göğüs gererek pes etmeyen kişi Allah’ın hakîkatine ulaşır, kurtuluşa erer. Kişi ne kadar saf ve temiz bir niyetle ve hiçbir karşılık beklemeden ibâdet eder ve nefsiyle mücâdeleye girişip, nefsine tamamen hâkim olursa o kadar Allah’a yakınlaşır ve Allah da o kadar ona yaklaşır. Nefsine gâlib gelerek, kendini bilen kişi, Rabbini de bileceği gibi, kâinattaki her türlü sır ve mânâyı da kavrayıp, öğrenir ve anlar. Çünkü nefsini yenen ve benlikten kurtularak kemalâta eren insan-ı kâmil, hava ne kadar rüzgârlı olursa olsun alevi sabit duran bir mum gibidir.
Kur’ân-ı Kerîm, Hazreti Ali’nin burhânıdır ve O demiştir ki: ‘Resûlallah’a inmiş olan bütün nurların şahidiyim, çünkü bir an dahî O’ndan ayrı değilim.’
Kur’ân’ın sırrına ermek ve Kur’ân’ı daha iyi anlayabilmek için, Hazreti Muhammed’i kendine bende etmiş, Hazreti Ali’yi kendinde ruh etmiş, onların varlığına tamamen bürünmüş bir mürşid-i kâmile büyük bir imanla bağlanmak ve onun sohbetlerinden feyizlenmek gerekir. Çünkü onun dilinden konuşan Hakk’tır, ondan zuhûra gelen o güzel kelâmlar Hakk’ın kelâmlarıdır.”
Ne güzel buyurur Hazreti Şems… “Ufuklardaki âyetler, Ay’ın yarılması ve mucizelerdir! Nefislerdeki de, gönül açıklığıdır. Şüphe yok ki o Hakk’tır. Yâni şüphesiz Allah Hakk’tır; Muhammed de Hakk’tır. Ne güzel yorum bu! Ama hakîkat yolcuları ve Allah erleri içindir bu. Her bir âyette bir müjde var, bir aşk kitabı gibi! Kur’ân’ı onlar bilir. Kur’ân’ın güzelliği onlarda yüz gösterir, onlarla cilveleşir.”
Kâşânî’ye göre, Levh-i Mahfûz, Hazreti Muhammed’in kalbidir. Kur’ân-ı Kerîm’in kalbi olarak tanımlanan Yâsîn sûresindeki 12. âyette de, “Şüphesiz ölüleri ancak biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfûz’da) sayıp yazmışızdır” diye buyrulmaktadır.
Şiir:
“Her belâya göğüs germek,
Her erenin harcı değil ey can.
Ejderha denilen nefsi yenmek,
Her milletin kârı değil ey can.
O nefsin zehrini panzehir yapan,
Hiç Hakk’ı bilir mi nefsine tapan,
Bir mürşid-i kâmile varıp eteğin tutan,
Hakîkatte mahrûm kalmaz ey can…”