MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXII

Av hayvanlarının tevekkülü çalışmaya tercih etmeleri.

915. Hayvanlar, ona: “Çalışıp kazanmak, bil ki, halkın itikâd zayıflığı yüzünden, hârislerin boğazları miktarınca bir riyâ lokmasıdır.

916. Tevekkülden daha güzel bir kazanç yoktur. Esâsen Hakk’a teslîm olmadan daha sevgili ne var?

917. Çokları belâdan belâya; yılandan ejderhaya sıçrarlar.

918. İnsan hile etti, ama hilesi ona tuzak oldu… can sandığı, kan içici bir düşman kesildi.

919. Kapıyı kapadı, hâlbuki düşman evinin içindeydi. Firavun’un hile ve tedbîri de işte buna benzer masallardandı.

920. O kin güdücü, yüzbinlerce çocuk öldürdü; aradığıysa evinin içindeydi.

921. Mâdemki bizim gözümüzde birçok illet var; yürü, kendi görüşünü dostun görüşünde yok et!

922. Bizim görüşümüze bedel onun görüşü, ne güzel bir karşılıktır. Bütün maksatları onun görüşünde bulursun.

923. Çocuk; tutucu, koşucu değilken babasının omzuna biner.

924. Fakat kuvvetlenip küstâhlaşınca, elini, ayağını şuraya buraya salmaya başlayınca hemen zahmet ve ıstıraba düşer.

925. Halkın canları; el ayak sahibi olmazdan, beden kaydına düşmezden evvel vefâdan sefâya uçuyordu.

926. Vakta ki, ‘İniniz’ emriyle hapsolundular, hiddet, hırs, kanaat ve zarûret kayıtlarına düştüler.

927. Biz, Hakk’ın ayâli ve süt isteyen yavrularıyız. Peygamber, ‘Halk, Tanrı ayâlidir’ dedi.

928. Gökten yağmur veren, rahmetiyle can vermeye de kâdirdir” dediler.

Yüce Pîr Mevlâna buyurur ve der ki: “Âdemoğlu dediğin, dünya sandığına konmuş bir aslandır. Sandık kapanmış, kilitlenmiştir. O da kendisini yorgun ve bitkin göstermektedir. Ama günün birinde bir coştu, bir kükredi de sandığı kırıp parçaladı mı nelere gücü yettiğini, ne işler edeceğini o vakit görürsün.”

“İnsan vücudu Allah tohumunun kabuğudur. Çırpınıp bu nefs denilen kabuktan kurtulursak ne âlâ… Yoksa kabuk olarak kalırız. Kabuğunu kırıp içinden çıkabilen görecek ki, bu kabuğun altında sadece Allah varmış” der Hasan Dede ve şöyle devam eder: “İnsan çok mukaddes bir varlıktır; çok mukaddes bir varlık… Fakat kendinden haberi olmadığı için, Allah’ı kendi dışında aradığı için hatalardan kurtulamıyor ve bütün ömrü sıkıntılarla, hüzünlerle geçip gidiyor. Biz, ‘Ben biliyorum!’, ‘Ben yapıyorum!’ dediğimiz için, bizi çevreleyen Kudret’i meydana çıkaramıyoruz. Öyle bir kanun ki, biz ‘Benim!’ derken, o Kudret çekilip gidiyor; biz ortada kalakalıyoruz. Kendimize yine kendimiz engel oluyoruz. Kendimize şu soruyu sormalıyız: Acaba ben kimim? Bu bedenin içinde konuk olan kim?..”

Mevlâna’mızın buyurduğu gibi: “Ey can! Acaba kim olduğundan haberin var mı? Ey gönül sendeki konuğun kim olduğunu biliyor musun? Ey beden! Sen her hileye bir yol arıyorsun. Seni kendine çeken O’dur, seni arayanın kim olduğunu anla!”

Fakat, ‘mâdemki bizim gözümüzde birçok illet var’ ve göremiyoruz; o hâlde, gözümüzü gören bir göze teslîm ederiz; o göz de, yol gösterici mürşid-i kâmilin gözüdür. Gözümüz onun gözüyle birleşirse, bir de bakarız ki, gözümüz de, gönlümüz de birdenbire açılmış. Onların bizlerden tek istediği sadece bir gönüldür… ‘Bizim görüşümüze bedel onun görüşü, ne güzel bir karşılıktır. Bütün maksatları onun görüşünde bulursun.’

Yüce Mevlâna yine şöyle buyurur: “Yüce göklere çıkmak, ancak doğru yolu bulma kuvvetiyle olabilir. İnsan, doğru yolu ancak Allah’dan çekinen kulun ruhunu, göklerden şeytanları kovan şahaplardan koruyan kuvvetle bulabilir. Yok olmadıkça hiç kimseye ululuk tapısına varmaya yol yoktur. Göklere yücelme nedir? Şu yokluk. Aşıkların yolu da yokluktur, dini de.”

Mâdemki, ‘İniniz’ emriyle hapsolunduk, hiddet, hırs, kanaat ve zarûret kayıtlarına düştük.’ Bu yeryüzünde, Rabb’in hâlifesi olarak yaratılmış iken, ‘bozgunculuk eden kan dökücü’ bir hâle geldik; o hâlde varlığımızı, ‘gökten yağmur veren, rahmetiyle can vermeye kâdir’ olanda yok edelim de, ‘Dönünüz’ emriyle elsiz, ayaksız olarak sefâ yurduna, asıl vatanımıza geri dönelim, yücelelim.

Kasîde:

“Gökyüzünden, Ülker yıldızından cana şöyle bir ses geldi: ‘Sen, yeryüzüne mensûb değilsin; sen, ötelerden geldin! Bu yüzden, aklını başına al da, yücelere yüksel, tortu gibi dibe çökme!.. 

Hiç kimse eşinden dostundan, eski bildiklerinden bu kadar uzun müddet seferde, yolculukta kalamaz! Bu ne bitmez bir yolculuk; artık şehrine geri dön!’

Sonunda; ‘Geri dön!’ sesini o padişahtan, o padişahlar padişahından duydun.

Ey zavallı; bu dünyayı, bu yıkık yeri ancak baykuşlar yurt edinir! Sen, ötelerden geldiğin hâlde, nasıl oluyor da bu yıkık yerde oturuyorsun?

Kendisine dikenden döşek döşeyen kişinin yanı, beli, sırtı hiç rahat eder mi, dinlenir mi? 

Her nefeste yüzlerce Çin’e, Maçin’e değer hikmetlerle canı neden beslemiyorsun, süslemiyorsun? 

Fakat, boş sözlerden, dedikodulardan ibâret olan hikmetlerle değil, insanın canını Allah’a yaklaştıran, mânen Allah’ı görür, hisseder hâle getiren hikmetlerle beslemelidir! 

Sen, bir inci ol, mücevher ol da, isteseler de istemeseler de alsınlar, seni taca taksınlar! 

Eğri büğrü yürüyen ayak gibi olma! Bırak şu eğri yürüyüşü de, elif gibi dümdüz ol, dosdoğru ol! 

Mezarlığa git de taşın, kerpiçin altına bak; yatanların başlarını ayaklarından ayırt edemezsin! 

Allah’ım! Sen, canları, Yasîn soyunun gittiği yoldan canlara ulaştır!

Nasıl ki, dua etmek bizden, kabul etmek de Sen’den ise, dualarımızı, Yasîn soyundan gelenlerin dualarına kat! 

Allah’ım! Nasıl ki, bizim işimiz az bir ihsanda bulunmak, Sen’in şânın da azı çok görüp beğenmekse, lütfet de, bize o çeşit yardımda bulun! Azımızı çok olarak kabul buyur! 

Allah’ım! Bizi, nefsanî arzulardan, bedenimize ait isteklerden, kibir ve hiddetten kurtar, akıl ve vicdan âlemine ulaştır! Bizi, asıl vatanımız olmayan şu dünyadan al, ötelere, yücelere götür!”