“Gayb âleminden bir lâl, bu dünya mağarasına düştü! O, benim madenimin yüceliğini gördü de, şaşırıp kaldı! Dün gece can, o ay yüzlüye diyordu ki: Gönlümü incittin, yaraladın! Ey merhametsiz sevgilim; acımadan attığın kanlara bulanmış şu oka bak!..” Mevlâna
Yapılan işin gayb âleminde eserleri doğar, o meydana gelen eserler, halkın hükmüne tâbî değildir.
Onların bize nispeti varsa da hepsi, ancak tek Tanrı tarafından yaratılmıştır.
Meselâ Amr’a Zeyd bir ok atar; o ok, Amr’ı kaplan gibi yaralar.
1660. Yara, bir yıl kadar Amr’ın vücudunda ağrılar, sızılar meydana getirir. O dertleri, Hakk yaratmıştır, insan değil.
Oka hedef olan Amr, o anda korkudan ölürse, yâhut ölümüne kadar bedeninde yaralar, bereler vücuda gelir de,
O ağrılardan, o illetlerden ölürse Zeyd’e; ilk sebepten, ok attığından dolayı katil de!
Hepsi, Tanrı’nın icâdıysa da o ağrıları Zeyd’e nispet et!
Ekin ekmek, nefes almak, tuzak kurmak, çiftleşmek de böyledir. Onların sesleri; hep Hakk’a mutîdir.
1665. Velîlerde Tanrı’dan öyle bir kudret vardır ki atılmış oku, yoldan geri çevirirler.
Tanrı velîsi, pişman olursa sebeplere eserlerin kapılarını kapar. Fakat bunu, Tanrı eliyle yapar.
Tanrı kudretiyle; söylenmiş sözü, söylenmemiş bir hâle getirir. Bir hâlde ki ne şiş yanar, ne kebap!
Bütün kalblerdeki nükteleri işitir, gönüllerden o sözü yok eder.
Ey ulu kişi! Sana delil ve hüccet gerekse “Min âyetin ev nünsiha” âyetini oku!
1670. “Ensevküm zikri” âyetini de oku da velîlerin kalblere nisyân koymaları kudretini anla!
Velîler, hatırlatma ve unutturmaya kâdirdirler; şu hâlde herkesin gönlüne hâkimdirler.
Velî, unutturma kudretiyle bir kişinin istidlâl yolunu bağladı mı, o adamın hüneri bile olsa bir iş yapamaz.
Siz, yüce kişileri alaya aldınız, bundan bir şey çıkmaz sandınız, ama Kur’ân’da “Ensevküm” âyetini bir okuyun!
Ahmed Avni Konuk, bu beyitlerin tefsîrinde buyuruyor ki: “Herkes cennetini ve cehennemini âlem-i dünyada kendisi hazırlar. Nitekim, hadîs-i şerîfte, ‘İnsanlar amelleriyle mücâzât olunurlar; eğer hayır ise, hayırdır, ve şer ise, şerdir.” Ve kezâ âyet-i kerîmede, ‘Kim ki zerre ağırlığınca hayır işlerse onu görür; ve kim ki zerre ağırlığınca şer işlerse, onu görür’ (Zilzâl, 7-8) buyrulur. İşte muhakkiklerin cennet de burada, cehennem de burada dediklerinin vechi budur. İmdi, söz ve fiil bizden sâdır olmakla beraber, bizim eserimiz değildir; belki bu suretlerin gayb âleminde meydana gelmesi de Hakk’ın yaratmasıyladır; zîrâ vücutta Hakk’dan başka mutasarrıf yoktur. Misâl olarak, suların bir tarafa akmasında su yolunun katkısı olmasıyla beraber, suların varolmasında asla etkisi yoktur.”
Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, Fihî Mâ-Fîh’de, “Kâfir de Tanrı’nın noksan sıfatlardan ârî olduğunu söyler, onu teşbih eder, inanan da” diye buyurur, “Çünkü Ulu Tanrı haber vermiştir; kim doğru yolu tutar, doğruluğa çalışır, şerîate, peygamberlerin, erenlerin yollarına uyarsa onda bunca hoşluklar, aydınlıklar, dirilikler belirir; bunun tersine hareket edenin gönlünde de böylece karanlıklar, korkular, kuyular, belâlar baş gösterir demiştir. Mâdem ki her ikisi de bu yolları tutmuşlar, Ulu Tanrı’nın vâdettiği şeyler, artıksız eksiksiz doğru olacak, çıkacaktır. Şu hâlde ikisi de Tanrı’yı teşbih ediyor; o bir dille, bu bir dille; fakat bu teşbih edenle, teşbih eden arasında fark var. Meselâ, bir hırsız hırsızlık eder; onu tutarlar, darağacına asarlar; o da Müslümanlara öğüt vermede, hırsızlık edenin hâli budur demededir. Birisine de padişah, emînliği, doğruluğu yüzünden elbise verir; o da öğüt vermededir Müslümanlara; fakat hırsız o dille öğüt verir, emîn kişi bu dille. Sen, iki öğütçünün arasındaki farkı seyret.”
‘Ekin ekmek, nefes almak, tuzak kurmak, çiftleşmek de böyledir. Onların sesleri; hep Hakk’a mutîdir.’
“Bir mürşid-i kâmil, hitâbî konuşur. Onun aklı Hazreti Muhammed’in aklıyla kemâl bulmuş, bütün vücudunu O sarmıştır ve içinden ne doğarsa, yolcusuna onu sunar. Yolcusunun cemâline bakar, gönlünü okur ve ona göre konuşur” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder:
“Kâmil mürşid, hidâyet ışığını çevresine yayarak, insanların içindeki gam ve sıkıntı karanlıklarını giderir, aydınlığa kavuşturur. Mürşid-i kâmil, her devirde bir tanedir ve hakîkaten Allah’ın bütün kuvvet ve kudretlerine sahiptir. O, bir güneşe benzer. Ona sevgiyle temas eden herkese lütufta bulunur, onda kahır nâmına bir şey yoktur. Lütfuyla ahlâkımızda bize yaramayacak ne kadar kirler varsa onları yavaş yavaş temizler. Biz ondan mesafe bakımından ne kadar uzak olsak da, o daima bizimle beraberdir. Onun için zaman mekân diye bir şey yoktur. Zaman, tabîatın icâbı ve tabîata mahkum beşerî bir icâttır. Güneşte oturabilen bir insan için gece, gündüz, ay, sene denilen şeyler, yâni zaman olur mu? Kâmil mürşid için de, ne zaman vardır ne mekân. Biz ondan binlerce kilometre uzaklarda olsak bile, herhangi bir maddî, mânevî tehlike anında ondan yardım istersek, bizi mutlak ve mutlak kurtarır. Yeter ki ondan akıl uzaklığıyla ayrı olmayalım. Çünkü akıl uzaklığı, mekân uzaklığıyla mukayese edilemeyecek kadar müthiş bir mesafedir ve mürşid-i kâmil sadece oraya gidemez. İnsanlar birbirlerine benzemedikleri gibi, akıllarda birbirlerine benzemez. Elbiselerde ne kadar çok renkler vardır. Birbirinin aynı olan iki elbisenin kumaşları, aynı boya kazanından çıksa bile, güneşte kuruyanla gölgede kuruyan arasında fark vardır.”
‘Ey ulu kişi! Sana delil ve hüccet gerekse ‘Min âyetin ev nünsiha’ âyetini oku! ‘Ensevküm zikri’ âyetini de oku da velîlerin kalblere nisyân koymaları kudretini anla! Velîler, hatırlatma ve unutturmaya kâdirdirler; şu hâlde herkesin gönlüne hâkimdirler. Velî, unutturma kudretiyle bir kişinin istidlâl yolunu bağladı mı, o adamın hüneri bile olsa bir iş yapamaz. Siz, yüce kişileri alaya aldınız, bundan bir şey çıkmaz sandınız, ama Kur’ân’da ‘Ensevküm’ âyetini bir okuyun!”
“Biz bir âyetten her neyi nesheder veya unutturursak, ondan daha hayırlısını yâhut mislini getiririz. Bilmez misin ki, Allah her şeye kâdirdir.” (Bakara, 106)
“Siz onları alaya aldınız. Öyle ki, zikrimi size unutturdular. Siz onlara hep gülüyordunuz.” (Müminûn, 110)